Recep Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı seçimine yeniden girip giremeyeceği konusundaki tartışma süredursun birçok hukukçuya göre sorunun yanıtı olumsuz. Hal böyleyken CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun “Erdoğan'ın adaylığına neden sessiz kalıyorsunuz?” şeklindeki eleştirilere verdiği yanıt dikkat çekici: “Diyelim ki ses çıkardık, nereye gidecek? YSK'ya. O üyeleri atayan kim? Erdoğan. Verdiği karara kim itiraz edecek? İtiraz edeceğin hiçbir yer yok.” Kılıçdaroğlu'nun yaklaşımı açık: “Biz bu konu ile uğraşmayacağız.”
Kılıçdaroğlu bu beyanatı verirken, hukuka dair ne kadar ciddi bir tartışma açabileceğinin farkında olup olmadığını bilmiyorum. Açabileceği tartışma, Erdoğan'ın yasal olarak cumhurbaşkanlığı seçimine katılabilip katılamayacağı hususunda değil, çünkü bu çok daha basit bir sorun. Nihayetinde, böyle bir sorun karşısında, yasaya ve somut duruma bakılıp, bunların birbiri ile ne kadar örtüştüğü ya da örtüşmediği, yasanın somut duruma elverişli olup olmadığı, başka bir deyişle yasaya göre Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığı seçimine girmesinin yasaya uygun olup olmadığı tartışılır ve konu tamamen pozitif/yazılı hukukun inceleme alanına girer. Ama durumun bu şekildeki tespiti, esas sorun karşısında, çok daha kolaydır. Elbette yasa, hukukçular tarafından farklı biçimlerde yorumlanabilir ama böyle konularda yasanın alanı hiç de o kadar geniş değildir.
Esas sorun ise bambaşkadır. Burada yasanın lafzından/sözünden dışarı çıkmak ve çok daha farklı bir mecrada at koşturmak gerekir. Ama yasanın lafzından da öyle bir anda çıkamazsınız; dönüp arkanıza, yola çıktığınız yere de bir bakmanız gerekir; çünkü her ulus-devlet, yürürlüğe meşru ya da gayri meşru, bir şekilde girmiş yasalarla yönetilir ve her daim toplumu bir cendere gibi sıkıştırır.
Ancak yasa sebep değil, sonuçtur. Her ne kadar yasa, hukuku var eden, varlığını sürdürmesini sağlayan pek elzem bir olgu olsa da hukuk yasadan doğmaz, yasa hukuktan doğar. Bu yüzdendir ki o sonucu anlayabilmek için öncelikle, yasanın nedenine, nedenlerine, hukuka ve hukukla yasa arasındaki illiyet/nedensellik bağına bakmak gerekir. Hukukun siyaset, tarih, antropoloji gibi olgularla ilişkisi başka bir tartışma konusu olmakla birlikte, kendi kavramlarından yola çıkıldığında, pozitif/yazılı yasanın nedenlerine de ulaşılır. Ama hukuka dair bir kavram vardır ki, kesinlikle göz ardı edilemez: Hak.
“Hak” kavramının algılanma biçimi tarih boyunca iki temel hat üzerinden yürür. Biri hakkı güç ile ilişkilendirip, hakkı ve gücü doğru orantılı kabul eder ve güç oranında hakkın var olduğunu savunur; diğeri hakkı tamamen yüce bir yere yerleştirip “her ne olursa olsun” orada durduğunu, insanların doğuştan gelen bir kazanımı olduğunu ve bu nedenle de hiçbir şekilde ihlal edilemeyeceğini iddia eder. Birinci grup, güçsüz insanın güçlü karşısında ezilmemesini sağlamak için devlet tarafından, güçsüzler lehine hak yaratılmasını zorunlu görürken (Hobbes gibi), ikinci grup zaten doğuştan gelen hakların devlet tarafından diğer insanlara karşı savunulmasını (Locke gibi) talep eder. Her iki durumda da tamamen kurgusal olan “toplum sözleşmesi” ortaya çıkar. Ama elbette niteliksel olarak farklıdır: İlkinde insanlar bir araya gelip aralarında bir sözleşme yaparak tüm yetkiyi, üçüncü kişi durumunda olan devlete devrederken; ikincisinde insanlar, doğuştan gelen o hakları koruması için devletle sözleşme yaparlar. Hasılı ilkinden otoriter devlet, ikincisinden liberalizm ortaya çıkar. Ama her durumda “hak”, hukukun neredeyse tamamen üstüne oturduğu başat bir kavram olarak tüm hukuk tarihi boyunca, zirvedeki yerini korur.
Hobbes, Leviathan’ı İngiltere İç Savaşı’nın gölgesinde yazmıştır. Burjuvazinin parlamentoda güçlenerek aristokrasiye ve krala karşı meydan okumasının ardından, kralın meclisi feshetmesi ve sonraki gelişmeler sonucunda idam edilmesinin ardından, uzun süre durulmayan bir kargaşa yumağıdır dönem. Tam bir monarşi yanlısı olan Hobbes, bu kargaşa yumağında, belki de şimdiye dek görülmemiş bir devlet teorisi ortaya atar ve tahmin edileceği üzere “tam yetkili” ve sadece yaşam hakkı ihlal edildiğinde direnmeye izin verilen “mutlak” bir devlet “kurar”. Monarşi yanlısı bir düşünür olarak Hobbes, tüm bu kargaşaya Leviathan’la yanıt verir. Yine bir İngiliz olan Locke ise tamamen burjuvalardan yanadır. Burjuvaların ciddi bir atak yaptığı ve bu konuda İngiltere’nin başı çektiği 17. yüzyılda, tarafını çoktan seçmiştir. 16. yüzyıldan itibaren aristokrasiye ve Kilise’ye karşı devletten medet uman, onunla işbirliğine girerek kendini koruyan burjuvazi, nihayetinde devleti de “gereğinden fazla” palazlandırmıştır. Devlet/kral artık hem aristokrasiye hem de Kilise’ye karşı dişini gösterebilmekte ve tek hakim olarak hüküm sürmektedir. Bu durumda da artık, devletin kulağını çekme ve burjuvazinin çıkarlarını koruma zorunluluğu ortaya çıkar. Devlet, artık burjuvaziye “hakkını” teslim etmek zorundadır; elbette ki özellikle mülkiyet hakkını. Sonuç olarak, devlet kimseye Hobbes’ın Leviathan’ındaki gibi hak bahşetmemektedir. İnsanın zaten doğuştan sahip olduğu hakları korumakla mükelleftir. Başka türlüsü devletten lütuf dilemek olurdu; o da isterse verir, istemezse vermezdi. Locke’un doğuştan gelen “doğal hakkı”, Fransız Devrimi’nin ve İnsan Hakları Bildirgesi’nin de temeli olacaktır.
Dünyanın tin tarafından yönetilmediğini kabul ediyorsak ve maddi koşulların belirleyici olduğunda hemfikirsek Hobbes da, Locke da kesinlikle bu duruma uygun davranmışlardır. Kendi durdukları yerden ve “maddi koşullarına” uygun olarak, dönemin içinde ve dönemin ruhuna göre yazıp çizmişlerdir. Hal böyleyse, başka bir deyişle İngiliz İç Savaşı’nın ortasında ya da 17. yüzyıl burjuva yanlısı değilsek, o zaman, bir dolu olguyu, bu yazının konusu olarak da “hak” kavramını nasıl algılamalıyız?
Öncelikle hak, esasen bir gerçeğe tekabül eden bir tanım mıdır, yoksa başka bir şey, örneğin bir söylem midir? Gerek Hobbes gerekse Locke “hak” denen olgunun gerçekliğini kabul ediyorsa, hak tanımına uygun bir teori ortaya koyacaklardır. Bu durumda da dönemin koşullarını bu tanıma uygun olarak tahlil edecek, pratiği bu tanım üzerinden kuracaklardır. Böyle yaptıkları takdirde de salt “hak” tanımı olarak gerçek olduğunu iddia ettikleri kavramı, pratik meselelere/dönemin şatlarına, deyim yerindeyse, uyduracaklardır. Ama esasen, yaptıkları bu değilse ve tanımı “dönemin şartlarına” uydurmuyor, aksine dönemin şartlarına bir gerekçe arıyorlarsa, “hak” olgusunun esasında bir söylem olduğunun kabulü gerekir.
Bütün söylemler gibi “hak” söylemi de gerçeğe karşılık gelmek yerine o gerçeği gizler. Altta yatan çıkar ilişkilerini perdeler ve ezel ebed geçerli olan “hakikatlere” dönüştürür. 17. yüzyılın monarşist ve liberal düşünürlerinin çıkarı da kendi ideolojilerinin içinde saklıydı. Ama bunu bir çıkar ilişkisi olarak sunmak hiçbir zaman rasyonel olmadığından “hak” denilen bir perde gerekiyordu. Aynı perde burjuvaların çıkarını perdelemek için Fransız Devrimi’nde de kullanıldı. Demek oluyor ki, gerçek olan çıkar, ideal ya da söylem olan “hak”tı.
Peki bu çıkar olgusu esasında o kadar da kötü bir şey midir? Madem ki yaşamın gerçeği bu çıkar meselesinde yatıyor ve gerçekten de insanlar yaşamlarını çıkar üzerinden, gerçekte insan yaşamının devamını sağlayan manevi çıkar üzerinden yürütüyorsa, olgunun hiç de kötü olmadığının kabulü gerekir. İnsan, yaşamını en iyi şekilde sürdürmek yönünde hareket eder; yaşamını olumsuz etkileyecek şeylerden kaçınır ve olumlu etkileyecek şeylere yönelir. Başka bir deyişle, iyi yaşam için çıkarı her ne ise ya da her neredeyse tercihi de bu yönde olacaktır. Aristokrasinin çıkarı mülklerinin ve unvanlarının korunması, monarşistlerin çıkarı güçlü devlet idi. Burjuvazinin çıkarı sermayenin korunmasını sağlayacak güvenlikçi devlettir. Her sınıf kendi varlığını ve yaşamını en iyi şekilde devam ettirmenin yolunu arar ya da çıkarına uygun hareket eder. Buna uygun olarak da “hak” söylemini işe koşar ve tüm bu çıkarların kendi hakkı olduğunda ısrar eder. Hal böyleyse, halkın çıkarı nerededir ve halk “hak” söylemini, tıpkı diğerleri gibi, kendi çıkarına yönelik olarak kullanabilir mi?
Büyük oranda Amerikan bildirgelerinden devşirilmiş Fransız Devrimi bildirgesi elbette ki burjuva haklarına yönelikti ama bu hak söyleminin kendisi başka bir “devrimin” de yolunu açtı. Tek tek bireylere yönelik olan Bildirge, her ne olursa olsun, tebaadan yurttaşa geçişi sağlayan ve usulen de olsa tüm insanlara teşmil edilebilen bir yapıya sahipti. Bu durumda da ister burjuva ister işçi olsun, herkesi o geniş havuza atmayı başardı. Yine Bildirge’de yer alan haklar “insan”a ait kılındığından, orta ve uzun vadede gerçekten büyük insanlığın işine de yaradı; anayasalarda, dolayısıyla ona uygun ya da uygun olması gereken yasalarda yer aldı ve hukuken talep edilebilir hale geldi. İnsan hakları da İkinci Dünya Savaşı sonrası daha görünür olup, reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte artık neredeyse tek ütopya haline gelerek saygınlığını muazzam oranda artırdı.
Her ne kadar tamamen kurucu iradenin eseri olsa da anayasanın söylemi de “iktidarın halk tarafından sınırlanmasına” tekabül eder. Anayasada iktidarı sınırlayan her hüküm de yurttaşlar nezdinde bir “hak” olarak ortaya çıkar. Somut bir hak olarak ortaya çıkan her hükmün ihlali karşısında da çeşitli yaptırımlar öngörülür. Halkın hakkı karşısında iktidarın anayasaya aykırı davranması ciddi bir meşruluk sorununu gündeme getirir ve artık iktidar bu sorunun gölgesinde iş görmeye başlar. Başka bir deyişle, her anayasal hak ihlali iktidarın yürütme gücünde bir gedik açar. İşte tam da bu noktada açılan o gedikten sızan itirazlar, yükselen sesler önem kazanır.
Önem kazanır, çünkü iktidarın anayasayı her ihlal edişi yurttaşın devlet karşısındaki gücünü azaltarak, sonunda tabiiyete/tebaaya gidecek yolu kısaltır. O halde anayasanın yurttaş haklarını koruyan hükümlerinin savunulması yurttaşın çıkarınadır. Bir “hak” söylemine inanmaktan öte, o söylemin altında yatan malzemenin halk lehine kullanılması anlamına gelir bu. Örneğin “yaşam hakkı”nın savunulması, devletin/iktidarın, yurttaşların yaşamları hakkında karar vermesini, başka bir ifadeyle yaşamalarını ya da ölmelerini belirleme yetkisini ortadan kaldırmaya yarar.
Bir cumhurbaşkanı adayının, anayasaya göre yeniden seçilme şartları yoksa ve o adayın iktidarından mustarip yurttaşlar varsa, bu duruma yapılacak her itiraz da o yurttaşın çıkarınadır. Anayasanın asıl işlevi -kurucu iradenin lafzını gizleyen bir söylem olarak dahi olsa- devlete/iktidara karşı yurttaşı korumak ise, o iktidara karşı olan, onun yönetiminde yaşamına devam etmek istemeyen, onun iktidarının kendi yaşamsal çıkarlarına ters düştüğünü düşünen her yurttaş ve siyaset, anayasanın cumhurbaşkanı seçimine ilişkin maddeleri eğer ki o iktidarın aday olmasına izin vermiyorsa, bu hükümleri kendi lehine/çıkarına kullanabilir ve kullanmalıdır da. Çünkü çıkarı bunu gerektirir. Söz konusu iktidara, somut durumda da Erdoğan’a karşı olan, onun iktidarında yaşamak yerine başka türlü bir yönetim hayal eden ya da tasarlayan her siyasi parti de, yurttaşların bir kısmını kapsayan bir seçmen kitlesine aracılık ediyorsa, anayasa tarafından verilen bu hakkı yurttaş lehine kullanmak ve anayasaya aykırılığı sürekli ve yüksek sesle dile getirmek zorundadır. Bunu yapmadığı takdirde halk lehine/çıkarına olan bir yolu ve yöntemi kullanmamış olur ki, bu durumda da hiçbir siyasi partinin seçmen kitleri karşısında böyle bir “hakkı” yoktur. Çünkü siyasi partinin hakkı, seçmenin çıkarı üzerine kuruludur ve o çıkar o siyasi parti tarafından ihlal edildiğinde yürüttüğü siyasetin meşruiyetinde ciddi bir gedik açılır, tıpkı anayasaya aykırı davranan iktidarda olduğu gibi. İktidar nasıl ki anayasa nezdinde bir milleti temsil ediyorsa, siyasi parti de seçmenini temsil eder ve ancak o seçmenin çıkarına uygun davrandığında, iktidara karşı o seçmenin hakkını koruduğunda, o temsil ilişkisi -tüm temsil ilişkilerinde olduğu üzere tam anlamıyla hiçbir zaman gerçekleşmese de- biraz da olsa ete kemiğe bürünür.
Oysa Kılıçdaroğlu’nun bu konudaki görüşü, yani böyle bir anayasaya aykırılık iddiası karşısında sessiz kalmaya dair beyanatı, kesinlikle yurttaşın/seçmenin lehine ve çıkarına değildir. Kılıçdaroğlu, önemli bir oy oranına sahip bir siyasi partinin başkanı olarak anayasada halk lehine ve çıkarına olan hükümleri kullanmayı reddetmekte ve bu hususta temsil ettiği seçmenleri/yurttaşları iktidar karşısında savunmasız bırakmaktadır. Halkı iktidar karşısında koruyan ya da iktidarı halk karşısında sınırlandıran anayasayı elinin tersiyle itmekte ve halkın çıkarına aykırı davranmaktadır.
Merakımı bağışlayın lütfen: İktidar tarafından, örneğin Kılıçdaroğlu’nun kendisi hakkında haksız bir idam kararı verilmiş olsa, acaba “nasıl olsa yargıçlar iktidarın güdümünde, bu yüzden itiraz etmemin bir anlamı yok” deyip kararı temyiz etmekten vaz mı geçecektir? Yaşamını devam ettirmek istemeyecek, yaşam hakkını savunmayacak mıdır?