Makbul Akademisyen Olmayı Reddetmek Üzerine

Türkiye’de özgürlükçü ya da muhalif akademisyen pozisyonu üzerinden tarihsel bir kolektif kimlik çalışması yapılacak olsa ortaya çıkacak başlıca ortaklıklardan birinin kuşkusuz gündelik hayatlarının bir parçası haline gelen direnişleri ve kararlılıkları olduğu ortaya çıkacaktır. Tarihsel olarak bu toprakların özgürlükçü ve hak talep eden muhalif akademisyenlerin öğütme makinesine dönüştüğünü söylemek yanlış olmaz. Bu sebeple de onlarca akademisyen ya Türkiye içinde ya da dünyanın başka bir yerinde, kimisi “özgür” kimisi sürgünde hem kendi ilimleri hakkında hem de insan hakları ve özgürlük talepleri üzerine ısrarla fikir üretip yazmaya devam ediyorlar. Yalnızca muhalif akademisyen olmalarından ötürü sürgün gibi ağır bir tecrübeyi sırtlanmış olmalarını yazının devamında açacağım fakat öncelikle her türlü hak ve özgürlüğün savunulmasında ve buna bağlı fikir üretiminde ısrar ederek Türkiyeli makbul akademisyen olmayı reddetmek ne anlama geliyor, biraz daha bahsetmek isterim.

Boğaziçi Üniversitesi’nde başlayan kararlı ve hayranlık uyandıran direnişin baş aktörleri olan öğrencilerin hakkını teslim ederek bu ülkede özgürlükçü ve hak talep eden akademisyen olmanın karşılığının en güncel ve ibretlik örneğini bir ayı geçkin süredir direnişlerini yılmadan sürdüren yüzlerce Boğaziçi Üniversitesi akademisyeninden görüyor ve izliyoruz. Asli görevleri bilimsel bilgi üretmek ve yaymak, öğrenci yetiştirmek, ders hazırlamak, ders vermek ve derste aktarılan bilgileri ölçüp değerlendirmek için sınavlar hazırlamak olan yüzlerce akademisyen belki de gün içerisindeki tek kişisel zamanlarında, öğle arasında, maruz bırakıldıkları haksızlıkla mücadele ediyorlar, çünkü Türkiyeli akademisyen olup hak talep etmenin tarihi bunu gerektiriyor. 1947’de Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden tasfiye edilen akademisyenler de, 27 Mayıs darbesinin ardından işten çıkarılanlar da, 12 Mart muhtırası sonrası cezaevine konulan ve işkence gören akademisyenler de, 12 Eylül darbesi sonucu ders verdikleri kurumlardan tasfiye edilen onlarcası da ve 2017’de kanun hükmünde kararnamelerle barış bildirisine imza attıkları gerekçesiyle çalıştıkları yükseköğretim kurumlarından ihraç edilen akademisyenlerin başına gelenler de gösteriyor ki hegemonya ve muhalif akademisyen gerilimi Türkiye’de neredeyse bir devlet geleneğine dönüşmüş durumda. Bu tablo, bizlere sağ popülist yönetimlerin hemen hemen her kriz durumunda başvurduğu yöntemi; belirlediği geleneksel ötekilerden birini hedef almalarını da hatırlatıyor, Türkiye’de şaşmaz bir şekilde kriz durumlarında sesini çıkaranlar arasından muhalif akademisyenler ya da entelektüeller faturayı en ağır ödeyenler arasında yer alıyor. Barış süreci ve 20 Haziran 2017 seçimleri ardından ortaya çıkan krizde bugün Türkiye’nin içinden geçtiği ekonomik, hukuksal, kültürel, siyasi krizde de bir başka baskıyla sınanıyor akademisyenler. Bu yazıda Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektör krizi karşısında akademisyenlerin muhteşem bir dayanışma ve direnişle mücadelelerini sürdürmelerini Kenyalı aktivist yazar ve akademisyen Ngũgĩ wa Thiong'o’nun yaşam öyküsünden anekdotlarla selamlamak istiyorum.

1938 doğumlu Ngũgĩ wa Thiong'o fikirlerini yazarlık yaparak ve bir akademisyen olarak toplumla paylaşmak istediği her an kendi ülkesinde baskı ve zorbalıkla engellenmiş biri. “Avlanılan Bilim” (“Hunted Scholarship”)[1] başlıklı makalesinde yaşamından çok çarpıcı kesitler sunuyor, yaşadığı deneyim bu yazıya konu olan muhalif akademisyenlerin tecrübe ettiklerine kıyasla çok daha ağır, zor ve şiddetli. Bu nedenle yazının devamında bahsettiğim deneyimlerin nedeni olan ortak akla işaret ederek Thiong’o’nun kullandığı bazı kavramlar üzerinden Türkiyeli muhalif akademisyen ya da entelektüel olmak üzerine bir tartışma yürüteceğim.

Ngũgĩ wa Thiong'o yazısında “avlanılan akademisyen” tabirini kullanıyor. Gelenekçi, muhafazakâr ve otoriter bir rejimde özgürlükçü, kapsayıcı ve ilerici bir akademisyen olduğunuzda devlet tarafından “avlanılacaklar” hanesine yazılmanızdan bahsediyor. Bağlamı değiştirmeden düşünecek olursak “ayıklanmak” da denebileceğini düşünüyorum, bahsi geçen rejimlerde hegemonyanın toplumsal yapıyı steril tutma refleksiyle kendi makbul akademisini yaratmayı amaçlayarak ayıklanması gereken akademisyenler için “fırsatları” değerlendiriyor, fırsat yoksa bu amaca özel projeler geliştirerek tahakküm gücünü artırıyor. Thiong'o avlanılan akademisyen kavramını evcil ve yabani hayvan metaforuyla da açıklıyor; evcil ve uyumlu hayvanları zaten avlamak gerekmediği için yabani ve saldırgan olanların avlanıldığını söylüyor, bu metafor etrafında avlanılanların evcilleştirme ya da dize getirme amacıyla bu muameleye maruz kaldıklarını söyleyebiliriz ama burada avcıların bu konudaki “başarısına” yazının ileriki bölümlerinde değineceğim. Türkiye’deki hegemonyanın muhalif akademisyenlerle ilişkisinin tarihini düşündüğümüzde hepimizin zihninde Thiong’o’nun metaforu kuşkusuz aynı örnekleri çağrıştırıyordur. Muhalif bir akademisyen veya entelektüel, sistematik sindirme ve yıldırma politikaları, işten çıkarılma, ihraç edilme ve diğer kurumlarda çalışma olanağının engellenmesi, yurtdışına çıkış yasağı ve hatta tutuklanma ile avlanılıp ayıklanıyor, dolayısıyla da sivil ölümle mücadele etmek zorunda bırakılıyor. Bilindiği üzere, en son 2016 yılında yüzlerce akademisyen Barış için Akademisyenler (BAK) bildirisine imza atmalarının ardından bu türden, farklı şiddet biçimleriyle yüzleşmek zorunda kaldılar. Onlarcası öğrencilerinden koparılıp yıllarını verdikleri, fikir üretip paylaştıkları kurumlarından çıkarıldılar, birçoğu yurtdışında, birçoğu da yurtiçinde sürgün halindeler. Tam da bu noktada akademisyenin toplumsal rolü üzerinden bir değerlendirme yapmak isterim, akademisyenin toplumun sesi olması gibi sığ ve hiyerarşik bir zeminden değil, aksine topluma doğru konuşan, toplumla ilgili ve toplum için fikir ve bilim üreten kişi anlamında kullanılmasının altını da çizmek istiyorum bu vesileyle. Bugün Boğaziçi Üniversitesi üzerinden ortaya çıkan olaylar silsilesi tekrar buna işaret ediyor ve muhalif akademisyen olmak hakkında çok daha önemli bir başka noktayı da vurguluyor: sürgün, kararlılık ve direniş.

Edward Said Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı[2] isimli kitabında entelektüelin sorumluluğu, toplumsal alanla ve toplumla ilişkisi üzerinden yürüttüğü tartışmada entelektüel açısından sürgünü kutsayan ve kutlayan bir analiz sunar. Fakat Said’in sürgünün ağır, acı ve zor tarafının hakkını vermeden bu analizi yaptığını düşünmek yanlış bir değerlendirme olur, diğer taraftan “sürgün entelektüelin gerçek yuvasıdır” deyişini ben yine Said’in kendisine referansla düşünüyorum; ona göre entelektüelin asli görevi hegemonik baskılar karşısında her türlü hak ve özgürlüğü koruma arayışına girmektir. İşte bu sürekli arayış hali otoriter veyahut sağ popülist rejimlerde muhalif entelektüel adına iç-sürgün tecrübesini de beraberinde getirir. Böylesi bir sürgün doğduğunuz yerde, vatandaşı olduğunuz ve hak ve özgürlük talep etmenin en temel insanlık hakkı olduğu durumlarda bile sizi dışlayan, zorlayan, hor gören, yok sayan sistemin karşısında yaşamınızı mücadeleye dönüştüren bir hal alır. Doğduğunuz, büyüdüğünüz ve yaşadığınız ülkenin içinde dahi iktidar tarafından avlanılma, ayıklanma ya da dize getirilme tehdidiyle sizi sürgün edebilir. Bu sürgünün elinizi kolunuzu bağlayan, pes ettiren, bıktıran anları her zaman olacaktır ama muhalif entelektüel ya da akademisyen olarak bu türden bir sürgün mücadelenizin, kararlılığınızın sadık eşlikçisi, hatta zaman zaman motivasyonu da olur aynı zamanda. Tam da yukarıda Said’in sözünü ettiği nedenle entelektüel, bir marjinal, bir sürgün olarak ya da kendine has bir ötekilik çerçevesinde iktidara karşı hakikati söylemeye çalışan bir dilin yazarıdır. Bir kez daha Ngũgĩ wa Thiong'o’nun hikâyesinden  örnek verirsek, Thiong'o kendi steril dünyasında yaşayan bir akademisyen olmayı reddederek başkanı olduğu edebiyat bölümünün toplumla olan organik bağını sürdürmekte ısrarcı olur ve “siz kendi işinize bakıncılar”ın karşısında, üniversitenin kamusallığını savunur çünkü ona göre üniversite her kesimden farklı fikrin çarpıştığı, dans ettiği ve hareket halinde olduğu bir yer olmalıdır, gelişmekte olan ülkelerin çatışan ve farklı fikir bolluğuna diğerlerinden daha fazla ihtiyaç duyduğunun da altını çizer. Bu noktada tekrar Edward Said’e dönecek olursak, onun için de entelektüel yalnızca özel alanında kalarak entelektüel olamaz çünkü çalıştığı bilim alanı ne olursa olsun çalışmalarını yayımladığı an kamusallaşır; hele de kamusallaştıktan sonra entelektüelin sıkıntı verici, aykırı, hatta keyif kaçırıcı olması bir zorunluluktur ona göre. Bu nedenle muhalif akademisyen ve entelektüel iktidar/devlet karşısında kaçınılmaz ve sürekli olarak adalet ve özgürlük davasını savunan bir pozisyon alır. İnsanın yaşama hakkını savunmak, kişi hak ve özgürlüklerini her şeyin üstünde tutumak, yaşadığı coğrafyadaki halk ve halkların haksızca maruz kaldığı şiddetin karşısında her türlü engele rağmen durmak akademisyenin ve entelektüelin hakkı ve sorumluluğudur. Tam bu noktada yazdıklarım ışığında akademisyenlerin ve entelektüellerin toplumda farklı bir zümre olarak üst sınıfa ait kabul edilme anlayışının çıkmazına düşmemeyi şiddetle tavsiye ediyorum. Bahsettiğim hakkı ve sorumluluğu yerine getirme çabasında olan akademisyenlere dönecek olursak, barış bildirisine imza atmış olan ve hâlâ ihraç edilmiş oldukları kurumlara geri dönemeyen akademisyenler de, bugün Boğaziçi Üniversite’sinde her gün rektörlük binasına arkasını dönerek yaptıkları açıklamalarla kararlılıkla direnen akademisyenler de hem kendilerinin hem toplumun ihtiyaç duyduğu adalet ve özgürlük talebine işaret ediyorlar, artarak devam eden baskı ve yıldırma politikaları karşısında hâlâ özne olabilmeyi seçmenin mümkün olduğunu hatırlatıyorlar. Şu an iktidar tarafından avlanan ve ayıklanan yüzlerce akademisyen polis ablukası altındaki üniversite binasının içinde ya da çalıştıkları kurumlardan ihraç edilmiş olduklarından bir binadan azade bulundukları yerlerden ortak bir sürgünü paylaşıyorlar. Özgürlük ve hak mücadelesi veren bir akademisyenin gerçek yok oluşu üretmeyi, yazmayı ve aslen düşünmeyi bırakmasıyla gerçekleşebileceğinden ihraç edilse de, yurtdışına sürülse de, işsiz bırakılsa da, sivil ölüme terk edilse de, sürgün olsa da kararlılıkları ve direnişleriyle bulundukları yerlerde hâlâ yazmaya, üretmeye, paylaşmaya, hatta yoktan var etmeye devam ediyorlar. Malum rejimlerin avlama girişimlerinin “başarısının” da bu çerçevede tartışılması gerekiyor, baskı ve çaba sonucu “avlanılanların” sürgünü onları neye dönüştürüyor? Bu bağlamda Ngũgĩ wa Thiong'o’nun yaşamından en çarpıcı örneklerden biriyle Türkiye’de makbul akademisyen olmayı reddetmenin sonuçları arasındaki paralelliğe dikkat çekmek istiyorum. Thiong'o 1977 yılında ilk kez tutuklanıp bir yıl hapishanede kaldığı süreçte daha sonra İngilizceye de çevrilen Gĩkũyũ dilindeki ilk modern romanı tek yazma aracı olan tuvalet kâğıdına yazar ve o noktadan sonra yıllarca kâh sürgünde, kâh cezaevinde, kâh özgür olarak verdiği mücadele ile yazmayı ve düşüncelerini yaymayı ve mücadeleyi hiç bırakmaz, bu nedenle benim için Thiong'o’nun hikâyesi Türkiyeli muhalif akademisyen veya entelektüel olmanın ortak tarihine işaret ediyor.  

Akademisyen ya da entelektüel sahip olduğu bilgiyi ve beceriyi kamusal ve toplumsal bir sorumlulukla kullanır. İşte tam da bu nedenle Türkiye’deki muhalif akademisyenlerin toplumla iletişimi, direnişleri kendi pozisyonlarının varoluşsal bir gereği olarak algılandığında anlamlı olacaktır ve bugün Boğaziçi Üniversitesi özelinde yaşananlar Türkiye’de var olagelen ifade özgürlüğü, akademik özerklik, akademik özgürlük, temsiliyet sorunlarını da ulusal ve uluslararası alanda bir kez daha tartışmaya açmıştır. Murat Sevinç’in de Boğaziçi direnişi kapsamında verdiği açık derste belirttiği üzere öğrenciler ve akademisyenler şu an aslında tarihî bir kırılmaya imza atıyorlar çünkü yaptıklarıyla böylesi bir krizin ortasında yeni “anayasayı” yazıyorlar.


[1] Başlığın çevirisi bana ait. Makalenin tam ismi “Hunted Scholarship: How Fugitive Ideas Change the World”. Makale Refugee Routes adlı derleme kitabın içinde yer alıyor: Agnew, V., Konuk, K. ve Newman, J. O. (der.) (2020). Refugee Routes: Telling, Looking, Protesting, Redressing [E-book]. Transcript Verlag. https://doi.org/10.14361/9783839450130

[2] Said, Edward. (1993). Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.