Zorba ve iştirakçisinin faniler arasında en çok merak edilen özelliği, uyku düzenidir. “Başını yastığa koyduğunda…” diye başlar hiçbirimizin dilinden düşmeyen soru. Hayretle vurgulanan bir “nasıl” ile devam eder. “Nasıl uyku uyuyabiliyor?”
Boğaziçili öğrenciler minibüslere doldurulurken kordonun dışında kalan bir öğrenci, polise “rahat uyuyup uyuyamadıklarını” sorar -emir kulu memurun sığınağı (şayet sığınmaya gerek duyacak olursa) bellidir elbet: “valiliğin talimatı”. Fakat devlet erkinin zirvesinin de kamu vicdanını yaralayan eylem ve faaliyetleri -ola ki- sorgulandığında, benzer yöntemlerle topu taca atar. 1 Haziran 2014’te, Harvard Üniversitesi’nde Türk demokrasisindeki pozitif gelişmeleri her zamanki iyimserliğiyle vurgulayan Abdullah Gül’ün keyfi, dinleyicilerden Emrah Altındiş’in Berkin Elvan, Ethem Sarısülük ve Roboski’nin hesabı sorulmayan katillerinden bahsederek Gül’e “geceleri nasıl uyuduğunu” sormasıyla kaçıverir. Kısa bir gerginlikten sonra (A.G.: “Kimse sana böyle soru sorma hakkı vermez öyle kolay kolay”. E.A.: “Türkiye’de dayak yerdim”), Gül ‘yastık’ sorusuna cevap verirmiş gibi yapar:
Şimdi… Önce… Tabii ki… Bu Gezi olayları… Bunlarla ilgili, ne kadar takip ettin -open-mind- ne kadar takip ettin, onu bilemem… Bildiysen söylediklerinde epey bir yanlış da var… Her şeyden önce ben cumhurbaşkanı olarak, Gezi olaylarında hayatını kaybedenlerle ilgili Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığım konuşmada başsağlığı diledim ve bununla ilgili üzüntülerimi gayet açık bir şekilde paylaştım, bunu önce bilmen gerekir.
***
Güçsüz olan, elindeki son çare olarak güçlü olanın vicdanına seslenir. Egemenliği kayıtsız şartsız avucuna almış muktedir karşısında kendini her gün daha kırılgan, daha zayıf, daha çıplak hissederken, elindeki son manevi kalkan “insafa çağrı”dır. Egemenin nihai darbeyi indirmeye hazırlanırken gözüne tutulan ışıktır bu -huzmeler zorbayı yolundan döndüremez belki, fakat kaynağı bulunamayan bir su sızıntısı gibi “içinde bir yerlere” işleyiverir. Mazlum zorbalığa “ezilmeden yenilmiş”, postunu pahalıya satmıştır. Bakışları, zorbanın vicdanına kolaylıkla bertaraf edemeyeceği bir huzursuzluk yerleştirmiştir. Bu anlamda, “aşağıya bak” emrinin yalnızca bir itaate çağrı olmadığı anlaşılır. Zulmedenin gözüne tutulan ışığı defetme çabası, ettiği zulmü içine sindirmeye çalışırken çıkarttığı karın gurultusudur.
İktidar sahibinin vicdanı kapalı kutudur. O kadar ki, varlığı ve yokluğu hep tartışmalıdır. Başını yastığa koyduğunda uyuyamıyorsa egemen, niçin/nasıl zulmetmeye devam eder? Ve daha korkuncu: Ya mışıl mışıl uyuyorsa?
Muktedirin zihninde, başını yastığa koyduğu an iyi kötü uykuya dalmasını sağlayacak, vicdanını olası bir buhrandan koruyacak birçok liman vardır kuşkusuz. Lider, vicdanının sesine kulak asmadan veya vicdanı sızlaya sızlaya vatan-devlet-milletin bekası için birtakım “acı kararlar” almak zorunda kaldığını hisseder. Kurunun yanında yaşı tutuşturmak mecburiyetinde olduğuna ikna olur. Bu bağlamda hükümranlık, vicdanına rağmen hareket edebilen, zaaflarından arınabilen, sıradan faniler “sıcacık yataklarında” uyurken onlar adına “gerekeni” ifa edebilenin hak ettiği bir payeye dönüşüverir. Lider, alınması elzem birtakım zor kararları vicdanı pahasına, onu askıya alarak, bizim için feda ederek vermeyi göze alandır. Haliyle karşılığında tahkir değil, tebrik bekler, kahramanlık tacını talep eder -genelde de alır.
1913’ten itibaren Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar İzmir havalisinden yüz binlerce Rum’u “temizlemekle” maruf Mahmud Celal (Bayar) örneğini alalım. 1985 yılında, Utkan Kocatürk’e verdiği röportajda o günleri şöyle anlatır Celal Bey:
Celal Bayar: Yunanlıların hedefi, İzmir merkez olmak üzere Bandırma’dan itibaren Fethiye’ye kadar bütün sahili Yunanistan’a ilhak için çalışmak… Bu hayallerini gerçekleştirmek üzere İzmir’de faaliyete başlamışlardı. İstanbul’a çağırdıkları zaman bana dediler ki: “İzmir ehemmiyet kesbetmiştir. Seni oraya göndereceğiz! Ve orada Yunan nüfuzunu kıracaksın, bizimkileri ele alıp, hiç olmazsa onların seviyesine çıkaracaksın! Vazifen bu kadardır!” (…) Ben de hani, çocukluktan yeni kurtulmuş gibi o haldeyim, o kadar gencim! Babıâli’den iniyorum. Bir el bana doğru uzandı; fal bakan birisi, bir adam… (…) Görünce o falcıyı, bakıyım dedim, kendimin falına baktırayım! Bana dedi ki: “Sana bir vazife vermişler; sen de kabul etmişsin! Kabul etmeseydin daha iyi olacaktı!” Ve İzmir’e gidiyorum, Yunanlılara karşı İttihat ve Terakki teşkilatında mücadele edeceğim! Oraya gittiğim vakit de ağlamıştım ilk anda (…).
Utkan Kocatürk: Niye ağlıyorsunuz?
Celal Bayar: Vazifem ağır! Bunun altından nasıl kalkacağım? Manisa, Aydın, Denizli de benim emrimde… Ağladım; ağladım ama, onların da memleketi parçalayıcı faaliyetlerine imkan vermedim![1]
Görüldüğü üzere, Celal Bayar tam anlamıyla (ve bıraktığı intibaın aksine) “vicdansız” değil, vicdanını bastıran veya bastırabilen idarecidir; sahip olduğu payelere tam da bu özelliğiyle hak kazanmıştır. Etnik temizliği bizim adımıza vekaleten icra etmiş, iktidarını, bizim aksimize geceleri mışıl mışıl uyuma hakkından feragat ederek güçlendirmiştir. Bu durumda, berhava edilmiş sayısız hayatın “ahını almış” vicdanını rahatlatacak olan da, yine o duygunun kaybı veya yoksunluğu olacaktır. Vicdanından ulvi bir dava uğruna vazgeçtiği masalı ıstırabını azaltacak, uykusunu derinleştirecektir Bayar’ın.
Yukarıda, güçlünün vicdanı mühürlüdür manasına gelen beylik laflar ettik. Gerçekten de, muktedirin aldığı zalimane kararı sorguladığı, tereddüde düştüğü, elinin titrediği anlar -varsa eğer- basına kapalı yaşanır veya Bayar’ın örneğinde gördüğümüz gibi ancak zaman aşımına uğradıktan sonra faş edilir. Bu noktada, yüzeyi buz tutmuş muktedir yüreğinin derinliklerine nüfuz etmek, çatlağın arasından bakmak, zorba ve iştirakçisinin ruh halini kavrayabilmek için edebiyata başvurmak faydalı olabilir. Yakup Kadri’nin Panorama’sında, tek parti döneminde Gazi’nin yaklaşan ölümü karşısında müesses nizamın sarsılıp yıkılacağı korkusuyla titreyen ilinin menfaatkâr CHP il başkanı ve lokal derebeyi Tahir Bey, valinin odasında merkezden aldığı kötü haberlerle donup kalır, kendisini aniden vicdan terazisinin üstünde bulur:
Şimdiye kadar nice nimetlerinden faydalandığı ve için için çökmesini dilemekle beraber, yine gözü bağlı bir itaatten ayrılmadığı, hatta çok zaman şerrinden korktuğu “devlet nüfuzu”, “devlet kuvveti” denilen şeyin nihayet (…) sarsılmaya başladığını görür gibi oluyordu ve bu görüş, onda, birbirini tutmaz, birbirinin zıddı bir sürü duygular, düşünceler, endişeler uyandırıyordu. (…) Yüreği nedamete benzer bir azabın pençesinde kıvranmaya başlıyordu; yıllardan beri istemeyerek, sevmeyerek ve içinden sövüp sayarak bağlandığı bir hayat şartlarının zincirinden nihayet kurtulacağım diye ferahlamak üzereyken işlediği suçların hesabını vermek ve cezasını çekmek gününün yaklaştığını hisseden bir suçlu gibi, soluğu tıkanıp kalıyordu. “Ne ettim, ne eyledim de şu politika denilen belaya burnumu soktum!” diyordu. “Benim neyime gerekti parti başkanı olmak, benim neyime gerekti milletvekili meselelerine karışmak, Tayyare Cemiyeti’nin başına geçmek, ‘kooperatif’ teşebbüslerine ön ayak olmak! Neyime gerekti? Ah, neyime gerekti!”[2]
Yakup Kadri, Tahir Bey’in “nedamete benzer bir azabın pençesinde kıvranmaya başladığını” söylüyor. Burada “nedamete benzer” ifadesi önemli, çünkü betimlenen ıstırap vicdan azabından çok o azapla harmanlanmış “pişmanlığın” dışavurumudur aslında. Vicdani bir iç muhasebe kadar bir hesap hatasının, kısa vadeli kazanç için yanlış ata oynandığını idrak etmenin getirdiği ani telaş ve endişeyi yansıtır. “Pratik pişmanlık”, yıllar yılı inanılmayan -hatta “sövülüp sayılan”- bir davanın bayraktarlığını yapmış olmanın, tüm kutsalları çiğneyerek menfaat peşinde koşmuş olmanın getirdiği daha güçlü bir sıkışmışlık hissi, bastırılmış bir suçluluk duygusuyla birleşir. Bu noktada, Tahir Bey’in “Neyime gerekti? Ah, neyime gerekti” feryadındaki şiddetli duygusal boşalmanın merhum Erdoğan Demirören’in Tayyip Erdoğan’dan azar işitirken aniden gözyaşlarına boğularak sarf ediverdiği “Nasıl girdim bu işe ya, kim için!” çığlığıyla benzer frekansta olduğunu not edelim. Pişmanlıkla vicdan azabının kesiştiği, günahın tüm meşrulaştırılma çabalarına (“ne yaptıysam milletim/ailem için yaptım”) galebe çaldığı, suçlunun suçuyla baş başa kaldığı o dehşet ânı.
An diyorum çünkü yüzleşme anlıktır, süreklilik arz etmez, bir dönüm noktası ol(a)maz bir türlü. Tek adamların ve gönüllü/gönülsüz taşeronlarının yastıkları, düşündüğümüz kadar yumuşak olmayabilir fakat bu, uykularını kaçıran “günlük faaliyetlerinden” vazgeçmek, tövbe etmek için mücbir sebep değildir.
Yine geçmişe dönelim. 1922 yılında İzmir’in kurtulduğu sonbahar, şehre Ankara tarafından atanan ilk Türk Vali Abdülhalik Renda’dır (1881-1957). Renda -1915 yılında Halep valisi olarak Ermeni soykırımına da iştirak etmiştir- günlük ve hatıratında, sıkça Rumların geride bıraktıkları malların (emval-ı metruke) devlet eliyle yürütülen talanından duyduğu rahatsızlıktan dem vurur. Alaçatı’da elinden geleni kurtarmaya gayret eder:
Beni en çok sıkan meselelerden biri emval-ı metruke meselesi idi. Kasaba boşalmış, bu kadar boş evi tahripten kurtarmak pek güç. Bir iki evde saçak aralarında duvarlarda para ve kıymetli eşya bulunduğu şayiası çıkarıldı. Eve giren evin şurasını burasını yokluyordu. Memurlar henüz ikmal olunmamıştı. Evleri muhafazaya imkan yok. Dışarıdan her gelen, evi hüsn-i halde muhafaza etmek şartı ile muvakkaten evlerde oturtuldu. Mamafih bu kafi değildi. Bazıları da büyük ve iyi ev istiyorlardı. Aralarında can sıkıcı hadiseler de oluyordu. Öğrendiklerime karşı duruyorum, öğrenemediklerim ziyan olup gidiyor. Hele evlerdeki eşyaları tespit çok güçtü. Komisyonlar teşkil edildi. Ne kurtarabilirsek onunla kanaat edildi, mamafih çok şey kurtarıldı.[3]
Günlüklerinde biraz daha açık sözlüdür Renda:
20 Eylül 1922: “Aram Efendi’nin evini kiralamaya karar verdim. Emval-ı metrukede oturmak gücüme gidiyor”.
26 Ekim 1922: Emval-ı metruke canımı sıkıyor. Bakalım ne olacak?
14 Kasım 1922: Karar verdim. Fethi Bey’e bir mektup yazdım ve affımı rica ettim. Belki bu suretle azab-ı vicdanımdan kurtulurum. Cenabıhak hakkımda hayır ne ise öyle ihsan buyursun, amin. Hayatta daha neler göreceğiz![4]
Renda’nın istifası kabul edilmez. Ağabeyi Ömer, görevinde kalması için kendisine bir mektup yazar. Renda, “azab-ı vicdanını” hizmet uğruna rafa kaldırır: “Mümkün mertebe sabredeceğim. Elimden geldiği kadar hizmet etmeye gayret eyleyeceğim.”[5] Bu birkaç aylık “ruhi buhrandan” sonra Maliye ve Milli Savunma bakanlıklarına kadar yükselecek, TBMM başkanı -hatta bir günlüğüne- vekaleten cumhurbaşkanı dahi olacaktır. Kuvvetli mesuliyet duygusuyla tehcirden Rum emval-ı metrukesine omuzlarına/vicdanına yüklenen her ağırlığı sırtlanacak, verilen her vazifeyi hakkıyla ifa edecek, yoluna başarıyla devam edecektir. Bıraktığı hatırat ve günlük, bize büyük felaketlerin taşeronluğunu yapmış idarecilerin ikbal basamaklarını nasıl içlerine sinmeye sinmeye çıktıklarının bir vesikasıdır -Rumları denize dökme mesaisinde de iş bölümü yapan Renda, o meşum günleri şöyle anar: “Dahilden ve İzmir’den rıhtımda toplanmış olan Rumları vapurlarla Yunanistan’a sevk etmek beni çok üzdü.”[6] Renda’nın söylemese de çok iyi bildiği, idarecileri makbul kılanın redingotlarının iç cebinde saklayıp yaşlılıkta kâğıda dökecekleri yufka yürekleri değil, aksine vicdanlarını tersleyip “çok üzülerek” de olsa “gerekeni” yapabilme meziyetleri olduğudur.
Melih Bulu’nun geceleyin başını yastığa koyduğunda gözünü uyku tutup tutmadığını merak etmeye devam edeceğiz. Fakat girdiği ittifakın büyük paydaşları iç işleriyle ilgilenmeyecektir Bulu’nun. Ellerini kirletmeden, haksızlık pastasından pay, hukuksuzluktan hisse almadan “ilk beş yüze” girilemeyeceğini kavramış bir idareci olarak Bulu’nun da, vicdanını uzun süre aç(a)mayacağı bir sandığa kilitlediğini tahmin etmek zor değil. Bugünleri anlatacağı hatıratını kaleme alırken mührü kıracak, sandığı aralayacaktır belki. Mahmud Celal Bey’in falcısından Renda’nın kabul edilemeyen istifanamelerine, emekliliğinde nedamet getiren Türk idarecisi zincirine zayıf da olsa bir halka olarak eklemleyecektir kendini.
Ne de olsa marifet günahı işlememek değil, çıkartabilmektedir.
[1] Utkan Kocatürk, Atatürk Çizgisinde Geçmişten Geleceğe, Atatürk Araştırma Merkezi, 2005, s. 24.
[2] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Panorama, Remzi Kitabevi, 2. Baskı, 1971, s. 290.
[3] Abdülhalik Renda, Hatırat, YKY, 2018, s. 250.
[4] Abdülhalik Renda, Günlükler, 1920-1950, YKY, 2019, s. 190-195.
[5] Abdülhalik Renda, Günlükler, s. 197.
[6] Abdülhalik Renda, Hatırat, s. 249.