Siyasete Bir Kez Daha Musallat Olan Gençliğe Dair

“İçimizden biri, siz ya da ben, bir adım öne çıkıp: Yaşamayı öğrenmek istiyorum artık, der.”[1] Fransız filozof Jacques Derrida, Marx’ın Hayaletleri’nde söze böyle başlar. Yaşamayı öğrenmenin etik deneyimine bağlanır sonra; “ne tek başına yaşamda ne de tek başında ölümde”, “yalnız yaşamla ölüm arasında” ve halen gerçekleşmeyi bekleyen bir şeyi yalnız başına öğrenmek. Bir şeylerin varlığı ya da yokluğuna indirgenemeyen bir zamanda, artık mevcudiyette bulunmadığı yerde “hayaletlerden, miras ve kuşaklardan, hayalet kuşaklarından” başka bir biçimde, daha adilce yaşamayı öğrenmek. Türkiye’nin siyasi tarihi ve popüler imgelemine “öğrenci olayları” olarak kaydedilen öğrenci gençlik hareketleri de ölmüş kuşakların siyasi maceralarına indirgenir hep. Veyahut “biz de öğrenci olduk” ifadesinde olduğu gibi, rafa kaldırılan geçmiş kuşak deneyimini bir nebze olsun onurlandırmak, ama daha çok da siyasete musallat olan gençliği şimdi’nin himayesine sokmak için söze karışma vesilesidir “öğrenci olayları” tabiri. Bir adım öne çıkıp “yaşamayı öğrenmek istiyorum artık” demek öğrenciliğin hakkını vermektir aslında. Öğrenci gençliğin en esaslı etik deneyimi de tam olarak budur. Ölmüş olanlar ile henüz doğmamış olanların adalet taleplerini dayatan ve halen gerçekleşmeyi bekleyen bir şeyi, bir ütopya ânını öğrenme isteğiyle hareket geçmek gençlik hareketini hayaletimsi bir varlığa kavuşturur.

Muktedirlere, yani işi gücü geçmiş ve şimdi’ye hükmetmek olanlara bir kez daha musallat oldu öğrenci gençliğin hayaleti. Bir adım öne çıkarak “yaşamayı öğrenmek istiyoruz” diyen Boğaziçililer, muktedirlerin “kendisiyle özdeş bir şimdi’ye hapsettiği”[2] adalet mefhumuna ve bunun en dolaysız icracısı kayyuma karşı henüz mevcudiyetinin olmadığı ama gerçekleşmeyi bekleyen adaletin sorumluluğuyla harekete geçtiler. Şimdi’yi ve adaleti kendisiyle özdeşleştirdiğini “yürekleri yetiyorsa istifamı istesinler” sözüyle açık eden muktedir, bir kez daha durmaksızın defetmeye çalıştığı hayaletlerin kuşatmasında buldu kendisini. Evvelce ODTÜ’de karşılaştığı hayaleti “biz de öğrenci olduk ama bunlar gibi olmadık” numarasıyla savuşturmaya çalışmış, ardından Gezi’nin zamansız ve çığırından çıkmış asiliğine karşı çareyi kendi hizmetindeki ruhları çağırmakta bulmuştu.

Yalnızca davet edildiklerinde ortaya çıkıp işlerini görecek, istendiğinde de çıkıp geldiği âleme sessiz sedasız geri dönecek, failliği elinden alınmış aktörlere ihtiyaç duyar muktedirler. Bundan dolayıdır ki hayaletler ile olmayı hiçbir koşulda içlerine sindiremezler. Sokaklardaki toplanmalara karşı her seferinde Gezi’yi hatırlaması ve hatırlatması, öngörülemez bir adalet talebinin siyasete musallat olmasından duyduğu endişe ve huzursuzluğun dışavurumudur. İktidar Gezi’nin bir daha yaşanmaması için şiddetin bütün biçimlerine başvuradursun, hayaletler ile olmayı beceremediğinden bu huzursuzluk yakasını hiç bırakmayacaktır. “Bu işi bir daha Gezi olaylarıyla aynı yere getiremeyecekler,” diyerek telkinde bulunması geleceğe dönük bir vaat gibi gözükse de aslında onun huzursuzluğunun temelinde bir geçmiş temennisi yatar: “Keşke Gezi yaşanmasaydı.” Nitekim yaşanmasaydı, Gezi’nin hayalet kuşakları şimdi’ye ve geleceğe musallat olamayacaktı.

Dedim ya, hayaletler ile olmayı içlerine sindiremedikleri gibi onlarla konuşmayı da ne becerebilirler ne de öğrenebilirler. İktidarın yanında yürüttüğü alay-ı hümayun, hayaletleri ürkütmesi beklenen sesleri kakofoni halinde icra etmeye koyulur ilk önce. İçlerinden birisi hayalet kuşakların kalabalığından gelen “kahrolsun istibdat” sesini işitmiş olacak ki, Abdülhamit’e musallat olan tıbbiyelileri defetmek için var gücüyle bağırıyor. Yazdığı tezi devlet dersinde öldürülenlere ithaf edecek kadar öğrenciliğinin hakkını veren bir diğeri ise, bugün sahiplik iddiasında bulunduğu devletin gadrine uğrayan öğrencilerin hakkından gelmekle uğraşıyor. Üstelik bugün polisin gözaltı araçlarının doldurduğu yokuşu geçmişte “öğrenci olayları” mahalline çeviren -yasanın yasaklamasına rağmen(!)- hayaleti, yani bizzat kendi hayaletini kendi sesiyle savuşturmaya çalışıyor. Bu kakofoni, en çok da kendi hayaletinden çıkan sesi yadırgayanlara yarıyor anlaşılan.

Öğrenci gençliğin hayaletiyle konuşmayı bir türlü becerememenin sadece muktedirle sınırlı olduğunu sanmayın sakın, resmî muhalefetin de gençlik kuşaklarının koşulsuz aşırılığından hoşnut olduğu pek söylenemez. İktidarı hırpalama görevinden imtina edecek ve kutsallara olan muhafazakâr bağlılığını beyan edecektir ilk önce. Hayaletin öngörülemez öğrenme arzusu karşısında söze provokasyon ile başlamak bir nebze de olsa muhalefetin vesvesesini dindirir. Bilindik özgüvenini geri kazandığında ise öğrencilerin velilerine seslenerek müdür muavinliğine soyunmakta bir beis görmez. Zira yaşamayı öğrenmek istiyorum diyen bir öğrencinin neyi öğrenip neyi öğrenmemesi gerektiği ilk önce müdür muavinin, ardından da velisinin, yani evin tasarrufuna bırakılmalıdır.

Gençliğin hayalet kuşaklarını evde aramak devletin, eve geri çağırmak ise muhalefetin işidir. Polisi en çok uğraştıran öğrencinin hayaletimsi varlığı olmuştur zaten. Büyük bir gösteri eşliğinde öğrencinin kapısına dayanır ama evde bulamaz onu polis. Öğrenciliğin hakkını verenler kimbilir yine hangi arkadaşının evinde sabahlamıştır? Tuncay Birkan’ın “Sol nedir?” sorusuna cevaben yaptığı incelikli teşbihine başvurursak, öğrenci olaylarının solculuk ile özdeşliğinin boşuna olmadığını fark ederiz, zira “evin reddi” en çok da öğrenci gençliğin hayaletimsi varlığında karşılık bulur.[3] Ezelden beri solun “gayri milliliğini” kanıtlamaktan(!) bitap düşen sağcılar için “evde kalmak” kerameti kendinden menkul bir aidiyet kumkumasından öteye geçmez. Onlara göre öğrenci gençliğin hayaleti, tıpkı sol gibi “ait olmadığı başka bir eve sığınmak için evden kaçmıştır”.[4] Hele ki bu kaçış sağcılar arasında “Boğaz’da viski içip bizi arkadan hançerleyeceklerin” yurdu olarak nam salmış ve “biz”e aidiyeti her daim sorgulanmış olan Boğaziçi Üniversitesi’ne doğru ise vay o öğrencilerin haline! Sözümona muteber sağcıların arayı bulmak üzere geri dön çağrısı yaptığı evin, hiddetle öğrencilerin başını ezmekten bahsedenlerin himayesindeki bir ev olduğunu da hatırlatalım. Peki ya evden kaçmak şöyle dursun sırf bedensel mevcudiyeti bile eve tehdit olarak görülen LGBTİ+’lar için ev, sonu olmayan bir ıstırabın yurdu değil de nedir? Hayaletimsi varlığıyla bedenlere çizilen sınırları istikrarsızlaştıran, bedensel deneyimini kurban ya da mağdur olmanın ötesine taşıyan queer oluş, birilerinin onu yoklukla özdeşleştirmesine aldırış etmeden adaletin gelecek zamanı kurmakla ilgili olduğunu diğerlerine her daim hatırlatır.

Hal böyleyken Boğaziçi öğrencileri iktidar nazarında “kökü dışarıda” sapkın ve teröristler iken, muhalefetin gözünde “dışarıya kaçabilecek parlak zihinli” mühendis ve münevverlerdir. Öğrenci hareketlerine elitlik ya da şımarıklık yaftası yapıştıranlara musallat olan böylesi bir kaçış paranoyası, hapishane muhafızlarının zihinsel dünyasını andırmıyor mu sizce de? Bastille’i betimlerken “[orada] mahkumlara ne kadar acımasızca davranılıyor olursa olsun, Bastille’in aslında kralın evi olduğu ve orada can sıkıcı bir olay yaşanmasına izin verilemeyeceği fikrine sıkı sıkıya bağlı kalınıyordu,” der Walter Benjamin.[5] Hükümdarın evinde yaşanan can sıkıcı olayların kaynağı “seçkin” öğrenciler ise yapılan muamele birazcık farklılaşır. Bastille’in en meşhur mahpusu olarak popüler imgeleme kazınan Demir Maskeli Adam’ın gördüğü muamele gibi. Demir maskeli olarak bilinen ama aslında maskenin kadife bir kumaştan yapılmış olduğunu sonradan öğrendiğimiz bu seçkin mahpusun kim olduğu halen belirsizliğini korusa da devlete karşı işlediği suçun niteliğinden çok suçu icra ettiği andaki konumu onu seçkin kılmıştı. Kadifeden bir maskeyle seçkinliği teslim edilse de seçkin bir suçlu olarak devletin en gaddar uygulamalarına maruz bırakılmıştı. Yüzünü görmek katiyen yasaktı. Ölümünün ardından kimliği ortaya çıkmasın diye bedeni başsız olarak defnedilmiş, kesilen başı da tanınmamak üzere parçalara ayırarak değişik yerlere gömülmüştü. Ve yine Benjamin’in anlatımına göre ölümünden sonra mahpusun kimliğinin ortaya çıkması ihtimali karşısında hükümdarın ve Bastille valisinin yaşadıkları korku “o denli büyüktü ki” ondan geriye kalan her şey yakılmış, odası didik didik aranmış, odanın duvarları ilk önce titizlikle kazınmış ve ardından sil baştan boyanmıştı. Demir Maskeli Adam’ın kaderi, metafor düzeyinde de olsa devletin “seçkin” üniversitelerinden çıkan “seçkin” eylemcilere karşı takındığı tavırla benzeşmiyor mu? Polisin ters kelepçe takıntısı, yüzüstü yere yatırılmış ya da polis aracına yaslanmış, kollarından tutulup kafası yere eğilerek sürüklenen öğrenciler; onların da yüzüne bakmak yasak.

Üniversite sınavında ilk 300’e giren bu seçkin öğrenciler, hayalet kuşakların tasallutuna uğradılar ve bir adım öne çıkıp yaşamayı öğrenmek istiyorum artık dediler. Bunun için de evi terk ettiler ama başka bir eve sığınmadılar: “Hem herkese ait olduğu için hem de hiç kimseye ait olmadığı için özgür bir kolektivite vaat eden sokağa” kaçtılar.[6] Şehadet parmağındaki lâ’yı gökkuşağına katanlar yaşamayı öğrenmeye koyuldular ve hem herkese ait olan hem de hiç kimseye ait olmayan bu çelişkili toplaşmayla hayaletimsi bir varlığa kavuştular. Bu varlığın öngörülemezliğini bir takvimin yerleşik düzenine -misal, dün 68 kuşağıydı, bugün ise Z kuşağı- sıkıştırmaya uğraşmak boşunadır zira hayaletin tasallut mantığı onu bütün siyasal parametrelerin ötesine taşır. Ölmüş olanlar ile henüz doğmamış olanların adalet taleplerini dayatan ve halen gerçekleşmeyi bekleyen bir şeyi öğrenmek üzere siyasete musallat olanlar, hep var olsunlar!


[1] Jacques Derrida, Marx’ın Hayaletleri: Borç Durumu, Yas Çalışması ve Yeni Enternasyonal, çev. Alp Tümertekin, İstanbul: Ayrıntı, 2007, s. 9.

[2] Wendy Brown, Tarihten Çıkan Siyaset, çev. Emine Ayhan, İstanbul: Metis, 2010, s. 182.

[3] Tuncay Birkan, Sol: Evin Reddi, İstanbul: Metis Yayınları, 2021.

[4] Birkan, a.g.e., 34.

[5] Walter Benjamin, Radyo Benjamin, ed. Lecia Rosenthal, çev. Cemal Ener ve Elif Okan Gezmiş, İstanbul: Metis Yayınları, 2018, s. 153.

[6] Birkan, a.g.e., s. 34.