Klavye

Kuşakları birbirinden ayırt etmemize olanak sağlayan şeylerden biri, geçmişe ilişkin hikâyeleri nasıl anlattıklarının değişmesi. Söz konusu olan, aynı geçmişin hikâyesi olsa bile. Geçmişin hikâyesinin başka kuşakların dilinde, başka şekillerde anlatılmasını daha çizgisel biçimde yorumlamak da mümkün; böylece toplumsal “ilerlemenin” bir semptomu olarak görebiliriz bunu. Her kuşağın kendinden önceki kuşağı “aşması” gibi fazlaca keskin bir yargıyı da beraberinde getirir ama bu. Aşma ediminin varlık koşulu bir kök, bir orijin anlatısı olacaktır ki, bu da bir tür bağlılık/kopamama halini peşinden sürükleyecektir sanırım. Hikâyeyi, bütünüyle kopmak, belki topyekûn inkâr etmek istediğinden başlatmanın, onu bir orijin olarak tayin etmenin merkezkaç kuvveti. Oysa bir ilerleme-aşma iddiasından çok, bir önceki kuşağın hikâyesini eleştirel biçimde yorumlama, onu bir tür dünyaya açıklıkla yeniden yoğurma edimi daha akla yatkın görünüyor. Böylece toplumsal “ilerleme”den ziyade, bir toplumsal dönüşüm imkânının nüvelerini görebiliriz bu yeniden yorumlama/yoğurma ediminde.

Bugün Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektöre karşı yürütülen mücadelede yer alan inançlı, Müslüman genç adamların ve kadınların hikâyesini de yukarıda söylediklerimle birlikte düşünmek mümkün olabilir belki. Onların hikâyesi ihtimal ki, bu yazıda, direnen öğrenciler arasındaki “inançlı, Müslüman genç erkek ve kadınlar” olarak işaretlenmeyi reddedecek kadar farklı. Bunu şaşkınlıkla işaretleme işini ilk kez Gezi’de yapmıştık. Sosyal medyada sıkça paylaşılan, zaman zaman sanki ayrıca böyle bir meşruiyet kaynağına ihtiyaç duyulurmuşçasına, mealen “ama aralarında başörtülü kadınlar da var” demek olan fotoğraflar ya da videolar paylaşanların, başka türlü bir dertleri olsa da, bu iyi niyetli işaretleme furyasının bir parçası olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Bugün, artık orada değiliz. Pek kimse Boğaziçi öğrencileri arasındaki başörtülü kadınları (işaret edilenlerin kadınlar olması da başka mesele elbette) parmakla gösterme, buradan direnişin halihazırda zaten son derece meşru olan temellerini tahkim etme hevesi duymuyor. O genç kadınlar ve erkekler kendilerini hilafsız biçimde bu hukuksuz kararın karşısında yer alan öğrenci muhalefetinin bir parçası olarak görüyorlar. İçinde yer aldıkları öğrenci muhalefetinin diğer üyeleri de öyle.

Bu yanıyla, bir kuşağın hikâyesinin değişimine şahitlik ediyoruz, bana kalırsa. Bir kuşağın farklı birimlerinin (aynı kuşağın içinde yer alıp başka türlü zihin haritalarına ve ufuklara sahip gruplara kuşak birimi diyor Mannheim)[1] bileşenleri olsalar da, en kaba biçimde, kendini bildi bileli AKP Türkiye’sinde yaşayan bir kuşağın bellek repertuarına sahipler onlar. Kâh kadın ya da LGBTİ+ oldukları için, kâh Kürt ya da Ermeni oldukları için, kâh sadece AKP’ye oy vermedikleri ya da AKP politikalarını onaylamadıkları için, ötekileştirilmiş, itilmiş kakılmış, özgürlükleri hoyrat biçimde sınırlanmış, otoriter bir daralmanın karşı konulmaz biçimde parlattığı demokrasi idealine -bambaşka rabıtalarla da olsa- inanmaktan geri durmamış bir kuşak. Siyasal iktidar ve onun her alana sirayet etmiş baskısı onlara siyasetin de, toplumsal mücadelenin de bir ittifaklar ve uzlaşımlar meselesi olduğunu çoktan öğretmiş görünüyor. Sezgi yoluyla, bu bilginin arkasında basitçe “ortak kötünün aynı olması”ndan daha karmaşık bir toplumsal manzara olduğunu da ekleyerek.

Buna benzer (ama kesinlikle çok daha dar anlamlı, dar kapsamlı) bir ittifak fikri akla düştüğünde, ilk hatırlanan Kemal Alemdaroğlu-Nur Serter döneminin tatsız uygulamaları karşısında uyanmış 1998 başörtüsü eylemleri oluyor genellikle. Boğaziçi eylemleri sürerken, sosyal medyada, bu kez çok daha cılız biçimde de olsa, bu eylemlerin görüntüleri paylaşıldı. Üniversiteli solcuların, demokratların omuz verdiği 1998 başörtüsü eylemleri. Yirmi üç yıl öncesinden söz ettiğimize göre, bugün Boğaziçi direnişinin içinde yer alan öğrencilerin anne-babaları bile olabilir 1998 eylemlerine katılanlar, tanıklık edenler. Ama bu hizalama çabası iş görmedi pek, karşılık bulmadı. Biraz da o kuşağın anlattığı hikâyenin (kendilerine, 68’lilere ya da 78’lilere nazire yaparcasına, 98’liler demişti o zaman bu eylemleri örgütleyenler), bugün Boğaziçi’ndeki direnişin faili olan kuşağın zihnindeki hikâyeden büyük ölçüde farklılaşmasından ötürü olsa gerek.

Geçmişin nasıl hikâye edildiğini belirleme kabiliyetine sahip şeylerden biri de bugünün nasıl yorumlandığıdır, anlamıdır. Geçmiş üzerine anlatılanlar, anlamı her defasında sabit kalan bir deneyimler anlatısından ziyade, bugünün “pragma”sının peşine takılır. Makro bağlamlar, bugünün konjonktürü ya da adlı adınca “AKP Türkiye’si” dediğimiz bu gerçekliktir elbette bu hikâyeyi başka türlü anlatmayı olanaklı kılan ama bu serin çözümleme, hangi hikâyelerin birbiriyle karşılaştığına, nasıl karşılaştığına, kuşakların dilinde o hikâyelerin neye dönüştüğüne, ama en önemlisi kuşakların zihninde neyin değiştiğine daha yakından bakmamıza, onu anlamaya çalışmamıza mâni değil. İktidarın biteviye anlattığının da (ama belki bu kez, “hepsi hikâye” derkenki gibi, “hikâye”nin onulmaz gerçekdışılığı ve yarattığı inanç aşınmasıyla birlikte düşünmek üzere) bir hikâye olduğu düşünüldüğünde, bu hikâyelerin karşılaşması meselesi daha da ilginç hale geliyor belki.

Kendilerine “98 Kuşağı” demiş olanlarla Boğaziçi eylemlerine katılmış olanları ardı sıra anmaktaki maksadım, sözgelimi, bir evrensel (universal)[2] olan özgürlük fikrini nasıl kavradıkları, bu evrensel peşindeki deneyimlerini nasıl hikâye ettikleri arasındaki farka değinmek. 1998’den bu yana, iki farklı kuşak var, neresinden bakarsak bakalım. Yazının başında farklı kuşakların aynı geçmişi başka başka biçimde hikâyelendirebildiklerinden söz etmiştim. Bugün Boğaziçi eylemlerinde sadece “başörtülü kadınlar” olarak işaretlenmeyi reddedecek kadar kimlik meselesini zihninde evirmiş çevirmiş ve toplumsal muhalefetin bir parçası olmuş genç kadınlar içerisinde, belki ‘98 eylemlerinin içinde olan kadınların çocukları olanlar var (düşünme pratiği amacıyla spekülasyondan kimseye zarar gelmez –bunu “iki nesil” vurgusunun altını biraz daha belirgin biçimde çizebilmek için yapıyorum). Bir sonraki nesil, bugünün hikâyesini bir evrensele duyulan arzunun ve ihtiyacın hikâyesi olarak anlatıyor. Bugün muhalefet içindeki bir ittifak, bir “moment” sorunu değil, 98’de olduğu gibi. 1998’de solcu üniversite gençliğinin başörtü eylemlerine destek vermiş olması, istisnai ve haklar temelinde geçici bir ittifak olarak kavranmıştı çünkü. Oysa bugün Boğaziçi direnişçileri, kendilerine benzemeyen, benzemedikleri gibi iktidar tarafından da biteviye hedef gösterilen insanlarla yan yana olmayı, birlikte karşı çıkmayı geçici bir ittifak sorunu olarak değil, son derece yakıcı bir baskı altına alınma/sınırlanma sorununun karşısında üretilmiş ortak, meşru, sahici bir tepki olarak yorumluyorlar ihtimal ki.[3] İtiraz etmek ne mümkün.

Bir sonraki neslin mücadelesi, onların haklar ve özgürlükler gibi meseleleri nasıl kavrıyor olabilecekleri üzerine düşünürken, bir yandan da kaçınılmaz olarak iktidarın o nesil üzerine ürettiği diskur akla düşüyor. Biraz yanlı davranıyor olabilirim ama benim aklıma ilk gelen cumhurbaşkanının “dindar nesil” üzerine söyledikleri olmuyor. Dindar nesil üzerine söylenenlerin, kentli, üniversiteli, ihtimal ki hayatının kurucu yıllarını totaliter bir siyasal iktidarın daralttığı alanlar içinde, eleştirerek, itiraz ederek geçiren bir kuşak birimine ne kadar temas/hitap ettiği şüpheli. Bundan daha ilgi çekici olanı, cumhurbaşkanının kapsayamadığı, hitap edemediği bir topluluğun faili olduğu isyan/direniş/karşı çıkış anlarında, bir tür kültürel hegemonya kompleksiyle “bilgisayar başındaki nesil/gençlik” diskuruna sarılması. Gezi devam ederken Tunus dönüşünde yaptığı konuşma ve Boğaziçi eylemleri sırasında yaptığı daha yakın tarihli bir başka konuşma arasında böyle bir kompleksle açığa çıkan benzerlik ilgi çekici.

Cumhurbaşkanı geçtiğimiz şubat ayının 1’inde yaptığı konuşmada, şöyle diyor sözgelimi; sözlerinin Boğaziçi Üniversitesi’ndeki eylemlere temas ettiği çok açık:

İnşallah gençliğimizi LGBT gençliği değil, tarihten gelen bu milletin o şanlı tarihindeki gençlik olarak geleceğe taşıyacağız. İşte siz bilgisayarların klavyelerinde olan gençliksiniz, LGBT gençliği değil. Siz kıran döken gençlik değil, tam aksine kırılan dökülen o kalpleri ayağa kaldıran gençlersiniz.

Bu sözlerde, en az bir grup insanı, “LGBT gençliği” diye etiketlemek ve hedef göstermek kadar arkaik, çağdışı duran şey, bugünün nesline “bilgisayarların, klavyelerin başında olan gençlik” diye seslenmek, dahası bunu bir kuşağın içinde daha “ileri”, daha “evla” olanları işaret etmek için yapıyor olmak olsa gerek. Henüz başbakanken de, Gezi eylemleri sürerken yaptığı meşhur Tunus dönüşü konuşmasında, “Bu gençlik elinde bilgisayarıyla dolaşanlardan olacak” demişti. Bir özgürlük mücadelesi karşısında, iktidarın dili konusunu çok uzatmak istemiyorum ama cumhurbaşkanının bilgisayar ve klavyeye dönük modası geçmiş/miadını çoktan doldurmuş, beyhude biçimde çocuğunun evrenine yetişmeye çalışan ebeveyn ilgisi ile gençliğin dili ve kavrayışı arasındaki zıtlığın, iktidarın dili ile bugünün kuşağı arasındaki dil ve zihniyet farkını işaret etme kabiliyeti var. Cumhurbaşkanının “elinde klavye olan nesle” düşkünlüğünün daha trajik bir görünümü, çok gündeme gelmemiş olsa da, F klavyenin milli niteliğinin altını çizen F klavye genelgesi. Bu 2013’te olmuş; ancak, daha yakın tarihli bir konuşmada şöyle diyor (2017 yılında, F klavye üzerinden bir tür kültür anti-emperyalizmi):

Başbakanlığım döneminde kamu kurumlarındaki bilgisayarlarda F klavye kullanılması konusunda bir genelge yayınlamıştım. Aradan geçen onca yıla rağmen bu konuda da ciddi bir ilerleme kaydedilmediğini görüyorum. Çünkü bu klavyenin kullanıldığı cihazı ve teknolojiyi üreten, dolayısıyla onun kültürünü belirleyen biz değiliz.

Bunlar, bundan belki bir otuz-kırk yıl öncesinde ya da belki en iyi ihtimalle AKP öncesi Türkiye’de bir parça etkili olabilecek sınır çizme girişimleri (“elinde bilgisayar olan gençlik” ve onun dışındakiler). Bugün bilgisayar/klavye üzerinden kurgulanabilecek bir gençlik siyasetiyle ancak dalga geçebilecek (Boğaziçi direnişinin failleri ve onlara sempati duyan üniversite gençliği diyelim) bir kuşağın entelektiyle karşı karşıyayız. İktidar, elinde “bilgisayar” (daha dramatik biçimde “klavye”, hatta ve elbette bir nesne olarak klavyenin etrafına sarılmış olan anlam evreni) olan bir nesilden bahsededursun, seslendiğini düşündüğü genç insanlar bugün bambaşka bir imkânın –siyasal iktidardan bağımsız olarak, bir üniversiteye cumhurbaşkanı kararıyla bir rektörün atanmış olmasının gayri meşruiyetine itiraz etmenin; ama daha önemlisi bu itirazı siyasal/dinsel/cinsel kimlikleri, cinsiyet kimliklerini aşacak biçimde bir ortaklık olarak kurgulamanın ve deneyimlemenin- çoktan farkına varmış durumdalar.


[1] McCourt, D. M. (2012) “The ‘Problem of Generations’ Revisited: Karl Mannheim and the Sociology of Knowledge in International Relations”, Steele, B. J. ve Acuff, J. M. (ed.) Theory and Application of the “Generation” in International Relations and Politics. Palgrave Macmillan, New York. https://doi.org/10.1057/9781137011565_3

[2] “Evrensel”i, Laclau’nun evrensel-tikel gerilimini tartışırken kastettiğine tekabül edecek şekilde kullanıyorum: Laclau, E. (1992) “Universalism, Particularism, and the Question of Identity”, October61: 83-90. doi:10.2307/778788

[3] Linkteki video, bu kanaati destekliyor: https://www.youtube.com/watch?v=hHMTheM2iJI