Bizim Daha İyi Bir Hikâyemiz Var

Başlığı Barack Obama’nın bir röportajından ödünç aldım. Yeni çıkan kitabı üzerine bir röportajında[1] seçim sonrası Trumpçı öfkeye hitaben kullanıyor bu ifadeyi. ABD tarihinde izleri sürülebilen politik gerilim hatlarını manipüle ederek uyarlayan Trump’ın anlatısına karşı, hâlâ yazılmaya devam eden bir demokrasi ve adalet mücadelesi tarihi olarak gördüğü ABD politik hayatı kıyaslamasından çıkardığı sonuç bu…

Modern siyaset alanı sıklıkla arena veya podyum olarak tarif edilir. Politik özneler o podyuma çıkar; kendilerini gösterip hikâyeler yazar, hikâyeler anlatırlar ve kamuoyunu kendi anlatıları etrafında ikna etmeye çalışırlar. Bazı hikâyeler sıkıcı ve tekrarlarla doluyken bazıları daha heyecanlıdır. Politik hikâyelerin en heyecanlıları ise bir miktar bilinmezlik ve sürpriz içeren ve süreç içinde güç asimetrisini dirayetle ve haklılıkla kırabilen hikâyelerdir. Örneğin İmamoğlu’nun İBB seçimlerini kazanması da aynı örgüyü izleyen bir politik hikâye olarak değerlendirilmiş ve olası Cumhurbaşkanlığı adaylığı için büyük bir artı olarak algılanmıştı.[2] Kamuoyunda pek bilinmeyen bir adayın uzun yıllardır Erdoğan çizgisinin hakimiyetinde olan İBB başkanlığını alması ve bu galibiyetin canlı takip edilebilen türlü badireler sonucu kazanılmış olması toplumsal hafızada anımsanırlığı güçlü bir hikâye yaratmıştı.

Şimdilerde ise bu örgüye yakın yeni bir politik aksiyon filmini yaşıyoruz. Boğaziçi Üniversitesi rektör atamasını izleyen olaylar, pandemi ve ekonomik kriz gibi yakıcı meseleleri de aşarak politik gündemin merkezine oturdu. Her hamle dikkatle izlenip değerlendiriliyor; her hamleyle de coşku, sevinç, öfke, umut gibi duygular tetikleniyor. Fakat bu kitlesel duygu salınımları da olayın tarafları açısından aynı çeşitliliği göstermiyor. Cumhur İttifakı’nın karar vericilerinin yazmaya çalıştığı hikâyeye bakarsak elitist, Amerikancı, terör örgütü yuvası, cinsel sapkın ve din düşmanlarıyla dolu bir okula hukuki bir yetkiye de dayanarak yerli ve milli bir rektör atanıyor ve buna karşı vatan haini kokteylinden müteşekkil azgın bir azınlığın provokasyonuyla eylemler düzenleniyor. (Hatta Osman Kavala üzerinden, Melih Bulu’nun atama sonrası yazdığı mektupta[3] teşekkür ettiği Ayşe Buğra bile en yetkili ağızdan hedef gösteriliyor.)[4] Polis ve rektör ilk başta yumuşak davranıyor fakat eylemciler rahat durmayınca devletin gücünü görüyorlar. Bu “vatan hainleri”nin -ki çoğu durumda bu tanım bütün muhalefet unsurlarını imleyebiliyor- anladığı dilden konuşmak da bir yerde farz oluyor. Hükümet, yandaş medya ve trol ordusunun anlattığı hikâye hemen hemen bu… Fakat bu hard-power’ı yüksek anlatının halkla ilişkiler ayağı ezberden ve epeyce üstünkörü. AKP iktidarının bu tarz toplumsal hareketlere karşı kullandığı alışılagelmiş taktiği yandaş basın­+devlet imkânlarını kullanıp meseleyi bağlamından kopararak olayı devlet-devlet karşıtlığı eksenine oturtması bu sefer katı Erdoğancı kitle dışında o kadar da kapsamlı ve fanatikçe sahiplenilmedi. Boğaziçi’nin neredeyse tüm bileşenleri (İslâm Araştırmaları Kulübü dahil) bu atamaya tepki gösterdi ve bu tepkililerin hepsini o pejoratif kategorilere almak da çok inandırıcı olmadı. Çünkü AKP hükümeti olayların hiçbir aşamasında “makbul vatandaşlar” gibi bir kategori kurgulamadı, dahası böyle bir niyetleri vardıysa da bunu kurgulayamadı. Çünkü AKP’nin artık demokratik bir müzakere yürütecek herhangi bir politik vizyonu ve imkânı kalmadığı aşikâr. Yaftalamadan, fantezi derecesinde manipüle etmeden galip gelebileceği bir tartışma hayal etmek bile güç. Çoğu argümanı da o kadar cılız ki biraz eşelemeyle yıkılabiliyor.

Nihayetinde bu olaylar bağlamında AKP ve ortaklarının halktan istediği, şeytanlaştırmaya çalıştığı eylemcilere karşı salt bir öfke duymasıydı. Eylemciler ve onları destekleyenler için dayanışma ve neşe de öfke kadar baskın unsurlarken, hükümetin halka sunduğu sadece saf nefret ve güçten duyulan haz olabildi. Fakat hem şeytanlaştırabileceği kadar küçük parçalara ayıramadılar kitleyi hem de aslında kendisine oy verenler içinde (Pelikancılar hariç) Boğaziçi’ne kimin rektör atandığını da pek önemseyen yoktu. Yani kemik kitlesinin ötesine taşıyabildiği bir nefreti “Kâbe” meselesi dışında pek öremedi. O meseleyi de kutsala hakaret bağlamında tutamayarak konuyu halkta a priori olarak var kabul ettikleri homofobiye doğru genişlettiler. Her ne kadar bu fobi birçok toplumsal kesimi yatay olarak kesse de varlıklarının düşmanlıkla eş olduğu bu anlatı da Zeki Müren, Bülent Ersoy gibi meşru karakterlerin olduğu (bu kıstas elbette çok düşük bir seviye fakat bir Süleyman Soylu seviyesi de değil) bir toplumda tahminlerinin altında bir hezeyan yarattı. Ve tüm bu kampanyalara rağmen içeride rektörle iş yapmayı kabul eden toplam bir buçuk kişi[5] bulabilmiş olmaları da[6] doğrudan ve aleni bir kadrolaşma imkânı için bir gecede iki yeni fakülte açmak gibi çaresizce bir karar almalarına sebep oldu. Sonuç olarak AKP, tekil kadrolar hariç hiçbir kitlesel kadrolaşma vakasını bu kadar pervasız ve göze sokarak yapmamıştı. Geniş kitleler açısından AKP’nin ekonomi ile birlikte en yumuşak karnını oluşturan “kayırmacılık” başlığında AKP bir mevzi daha açmak zorunda kaldı böylece.

Bu anlatının diğer tarafında ise devletin salvoları karşısında gün geçtikçe kenetlenen bir muhalefetin olduğunu gözlemlemek hiç de zor değil. İttifak sebebinin giderek baskın hale gelmesi ve eylemi organize eden bileşenlerin konuyu bağlamında tutmaya gayret eden hamleleriyle özellikle Boğaziçi içerisinde coşkun bir kenetlenme momentumu yakalandı. Hükümetin hamleleri, eylemci kitle arasında ilk başlardaki milliyetçilik ve dincilik gibi turnusollardaki çelişkileri demokrasi ve insan hakları lehine çözümlemeye yardımcı olurken, kampüsün her köşesinde konuşan, tartışan, eyleyen ve eğlenen insan grupları üniversiteyi modern bir Agora’ya çevirdi âdeta.

Boğaziçi’nin, kurumsal kimliğini “biz bir aile gibiyizdir” olarak pazarlamaya çalıştığını bu kurumdan yolu geçen herkes bilir. Fakat bu propaganda hiçbir dönemde bu denli gerçek olmamıştı. İçeride ülke muhalefetine de örnek olacak şekilde geniş konsensüslü, dinamik bir demokrasi ittifakı kuruldu. Zaten Boğaziçi öznelliğinin ülke ortalamasına göre daha liberal olduğu bilinir. Fakat bileşenleri açısından politik direngenlik potansiyelinin böylesi bir eşgüdüm sağladığı da görülmemişti. Artık üniversitenin evrensel ilkelerini savunmanın otomatik olarak aktif bir siyasal mobilizasyonu meşru ve elzem kıldığı görüldü. Erdoğan içinse sürecin bundan sonrası kuyruğu dik tutmak, tükürdüğünü yalamamak mevzisine çekilmekten fazlasını vaat etmiyor gibi. Rektör yardımcısı bulmak için bile göklerden gelen bir kararla fakülte kurma hoyratlığına girişen irade açısından, aştığı zaman istediği gibi at koşturabileceği bir eşik görünmüyor. Eylem iradesi koyan her öznenin ise heyecan ve gururla anlattığı bir hikâyesi ve bu hikâyenin çekiciliğiyle bilediği uzun vadeli bir mücadele azmi var artık. Ve bu hikâyelerin hepsinde de kültürel alanda iktidar olmak isteyen[7] bir tiranın “ben yaptım oldu”culukla; yalan, manipülasyon, tehdit ve şantajla ele geçirmeye çalıştığı yaşam alanlarını korumak için omuz verdiği bir direniş anlatısı var… Elbette bu anlatının, devletçi reflekslerin güçlü olduğu bir toplumda ulaşabileceği doğal sınırlarını görmek lazım. Fakat toplumun -pandeminin de katalizör olduğu- tüm yaşam kalitesi kriterlerinde tepetaklak düşen bir ivmesi ve artık ideolojinin örtemediği bir mutsuzluğu da var ve alttan gelen kuşakların da etkisiyle halkın statükoculuk refleksleri zayıflıyor. Bu konjonktürde de vatandaşın en az ihtiyacı olan şey düşmanlıkları körükleyecek siyasetler. Bilakis ülkeyi bu siyasal bataklığın kokuttuğu yönündeki yargıların sesini ise daha güçlü duyuyoruz artık. Bu yüzden de mesele simgesel düzeyde Boğaziçi Üniversitesi özgüllüğünü geçmiş durumda. Tek adam rejiminin işleme pratiklerinin dirençle karşılaştığı her alanda insanlar kendi hayatlarındaki doneler üzerinden bir ünsiyetle bağlandı Boğaziçi direnişine. Bu yüzden de bu vaka zımni olarak AKP’nin eğitim karnesine ve bu karnenin doğal uzantısı olan geleceksizleştirilmiş gençlik yığınlarının mutsuzluğuna bağlandı ve yine bu yüzden ağlamaklı gözlerle gözaltına alınan gençleri “bu çocukları da bu ülkeden kaçıracaksınız” diyerek polisin elinden almaya çalışan kadınlar[8] çok yaygın bir hissin tercümanı oldu. Belki hepimizin geleceği için endişelenen annesi, teyzesi, halasını simgelediler… Çünkü görünen o ki bu direnişin hikâyesinin gişesi, bastırmaya çalışanların gişesinden daha yüksek. Çünkü bizim hikâyemiz kesinlikle daha kapsayıcı, daha barışçı, daha kurucu ve daha estetik…


[1] Barack Obama, "We have a better story", ZDF, 30 Ocak 2021, https://www.zdf.de/nachrichten/politik/obama-book-kleber-interview-100.html

[2] “Ekrem İmamoğlu: Hikayesi olan, post-modern bir liderin doğuşu”, Independent Türkçe, 23 Haziran 2019, https://www.indyturk.com/node/44716/türkiyeden-sesler/ekrem-imamoğlu-hikayesi-olan-post-modern-bir-liderin-doğuşu

[3] “Boğaziçi'nin atanmış rektörü Bulu: Hepimiz aynı gemideyiz”, Gazete Duvar, 3 Ocak 2021, https://www.gazeteduvar.com.tr/bogazicinin-atanmis-rektoru-bulu-hepimiz-ayni-gemideyiz-haber-1509118

[4] “Erdoğan, Prof. Ayşe Buğra'yı hedef aldı: Provokatörlerin içinde”, Gazete Duvar, 5 Şubat 2021, https://www.gazeteduvar.com.tr/erdogan-prof-ayse-bugrayi-hedef-aldi-provokatorlerin-icinde-haber-1512457

[5] Rektör yardımcılığını kabul etmiş görünen Naci İnci’nin kararının Melih Bulu’yu çevreleme politikası kapsamında verildiği ve hâlâ çok kırılgan olduğu anlaşılıyor.

[6] Ki o kişi de olayların başında rektörlüğe sırtını dönme eylemine katılan fakat iddia edildiğine göre Sanayi Bakanlığı’yla ilişkilerinden dolayı ekonomik şantajla utangaç bir iknayı kabul eden bir hoca.

[7] “Erdoğan hayıflandı: Kültür alanında arzu ettiğimiz gelişmeyi gösteremedik”, Evrensel, 15 Ocak 2021, https://www.evrensel.net/haber/423627/erdogan-hayiflandi-kultur-alaninda-arzu-ettigimiz-gelismeyi-gosteremedik

[8] “Bir vatandaşın isyanı: "Gitti bu çocuklar bu ülkeden, bunlar da gidecek…”, T24, 2 Şubat 2021, https://t24.com.tr/video/bir-vatandasin-isyani-gitti-bu-cocuklar-bu-ulkeden-bunlar-da-gidecek-ilk-300-e-giren-cocuklar-bunlar-yazik,35990