Dostluk, ötekilerden birinin karşılıklı bir tercih sonucu ötekileştirilemeyecek olan olarak kabulüdür. Bilgin Saydam’dan alınan ilhamla söyleyecek olursak, ötekinin beriye alınmasıdır dostluk. Dost, ötede tutulamayan, ötede bırakılamayan ve fakat beride tutulan veya beriye alınandır. Karşılıklı bir beriye alınma işteşliğidir dostluk.
Dostluk sevgisi tercih ile oluştuğu için bir özgürlük havası estirir. Bu nedenle dostluk, en değerli sevgi olarak görülür. Ancak bu görünüştedir. Sevgi, ne erdem ne de ödev olabilir. Kimse bizi sevgiye zorlayamaz. Hatta kendimiz bile kendimize sevme konusunda bir emir veremeyiz. Çok saçma olurdu bu. “Gidip onu seveceğim,” diyemeyiz. “Onu sevme kararı aldım,” da denemez. Burada bir paradoks ya da karmaşa var gibi görünüyor. Bunu aşmanın yolu, aşk ve sevgiyi ayırmaktan geçiyor gibi geliyor bana.
Kapıldığımızda kontrolü kaybedip sürüklendiğimiz bir durum var, ki buna aşk diyorum. Taraflardan biri yönetiliyordur aşkta; ya tutkuları ya da aşkı tarafından. Aşkta (Fr. amour), bir taraf ölü (mort) veya ölü gibidir: Aşkın gözü kördür! Bir de nispeten karşılıklı saygının olduğu, kimsenin birbirini yönetmek ve birbiri tarafından yönetilmek istemediği bir durum var. Bu durumdaki ilişki biçimine de sevgi diyorum, ki birbirlerini dost olarak görme halidir bu. Elbette aşk ile sevgiyi keskin bir ayrıma tabi tutamayız. Ama anlamak için şimdilik ayırmak durumundayız. Bu, durum olmaktan ziyade hal olduğu için, halin geçişliliğini de hesaba katmamız gerekiyor. Taraflar, zaman zaman bu geçiş hallerine maruz kalabilir veya kendilerini var etme yolunda görüyorlarsa tercihte de bulunmuş olabilirler. Yazı boyunca buradan sonra dostluk deyince sevgiyi, sevgi deyince de dostluğu kastetmiş olacağım.
Dostluk ve sevgi
Dostluğun eylemsel karşılığı bir sevme işteşliğidir. Kısaca buna birbirini sevmek deriz. Sevmenin ekonomisinde enerjimiz ne herkese yetebilir ve ne de bütün zamanlar boyunca sürebilir. En çok sevdiğimiz dostumuzdur, çünkü enerjimiz tam olarak ancak ona yeter. Ötekilere, komşulara ise yetmeyebilir. Yetmediğinde onlara sunulacak olan ise sevgi taklididir; severmiş gibi yapmak.[1]
Sevgi, eşitliğin tıkandığı noktadır. Sevdiğimizi veya dostumuzu, herkesi sever gibi sevdiğimizde, dostumuzu sevmediğimiz var sayılır. Özel bir fark yoksa severek tercihte bulunuşumuzun ne anlamı olabilir ki! Eğer, herkesi sever gibi dostumuzu seversek, dostluğun anlamı kalmaz. Dostu herkesten ayıramayız. Dost bir ayrım ister. Herkeslikten bir çıkıştır dostluk. Herkeslik maddesinin mânâsı dostlukta ortaya çıkar. Dost, kendisinin diğerleri gibi kabul edilmediği veya herkeslerin eşitliğinden çıkartıldığında dostluğa (sevgiye) kabul edilmiş olur. Tercihtir dost. En küçük dairenin içinde, merkezinde olan, en bölünemez (in-dividual) parçanın iki parçacığından biridir.
Sevgi, birey (individual) olan iki kişinin duygusal işteşliğidir. Aşk için birey olmaya gerek olmasa da sevgi için iki birey şarttır. Birey, toplum içindeki karar anlarının yalnızlığıdır (solitude). Kararı kendi başına alırken birey, toplum karşısında etiğinin geçerliliğinin parıldamasını sağlar. Sevgi, iki bireyin/yalnızın (solitude) hakiki dayanışmasıdır (solidarity). Dayanışmanın en merkezî ve hakiki hali kendini sevgide gösterir. Ancak buradaki sevgi, gösterilen bir sevgi değil, içinde bulunulan, yapılan ve fakat yapılmamış gibi yaşanılan sevgidir. Sevgi, içeriden yapılandırılırken, dışarıdan kendiliğindenmiş gibi görünür.
Hiçbir dayanışmanın sevgi olmadan yürümemesinin nedeni budur. Sevgiye dayanmadan ortaya konan sözde dayanışmalar ise dışarıdan bir yapılandırma olarak görülür. Sevgi ile başlayan dayanışma ağlarının sevgisi ortadan kalktığında ortaya çıkan bir ödevler mabedidir. Burada ahlâk, sevgisini kaybetmiş ritüeller bütünüdür artık. Ahlâkı ayakta tutan, yaşamasını sağlayan, bir zamanlar sevgi ile kurulmuş olan o dayanışma hatıraları ve anlatılarıdır.
İslâm peygamberi Hz. Muhammed’in, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim,” diye aktarılan sözü, Hıristiyan peygamberi Hz. İsa’ın, bırakın komşumuzu sevmeyi, düşmanlarımızı bile sevmeyi öğütlemesi, sevgi ile başlayan dayanışma örnekliğinin (“güzel ahlâk”/‘etik’) zamanla sevgisi ortadan kalkıp ritüeller bütününe (ahlâk) dönüşen yapısına karşı, tekrar sevgiye dayanan dayanışmanın kurulması vaadi gibi yankılanır.
Etik
“Güzel ahlâk” derken etiği, muhafazakâr bir “hoşgörü” ahlâkına indirgemek istemiyorum. Muhafazakâr ahlâk, kötülüğü önsel olarak kabul eder. Böyle olunca durumların tekilliğini düşünmeyi ihmal etmiş olur ve karşılaşılan yeni kötülüğü aşmayı beceremez.
Önceden belirlenmiş etik veya ritüeller bütününe dönüştürülmüş ahlâkın somutlaşmış hali olan toplum, kötülükle ancak görünürlükler düzleminde mücadele ederken tikel veya yeni durumların kötülüklerini göremez, gördüğünde de görmezden gelir. Kötülüklere karşı toplum bir çeşit paket program ile karşı çıkar. Fakat gel gör ki hayat pakete sığmaz, çünkü köşeli değildir.
Bu nedenle genel olarak, der Badiou, etik diye bir şey yoktur.[2] Ona göre tek bir özne olmadığı için sadece sanatın, siyasetin, bilimin ve aşkın etiği vardır. Çünkü hakikat sayısı kadar özne, hakikat usulü kadar da öznellik tipi vardır. Bu yüzden bir Etik’ten bahsedilemez.[3] Bir etikten bahsedildiğinde, iktidarların kullanışlı nesnesi olurlar. Bir etikten bahsedildiğinde yetke, önceden tanımlanmış, şekillenmiş ve renklenmiş kötülükler haricinde her türlü kötülüğün işlenmesinin neredeyse biricik unsuru olur.
Özne’nin hiçbir şekilde “önce”de varlığı söz konusu değildir. Badiou’ya göre özne, bir sadakatin taşıyıcısı ya da bir hakikat sürecini taşıyan kişidir. Özne, olaydan önce ortada yoktur; hakikate eşlik ettiği, onu taşıdığı süre içinde vardır. Kısaca, hakikat süreci özneyi yaratır. Hakikat süreci de kurumsallaşmış bilgilerin mevcut durumundan farklıdır.[4] Anlık gelişme halindeki yeni durumun etiği olan hakikat sürecini dostluk peşindeki kişi(ler) kavrar. Hakikat, toplumsal süreçlere rağmen arandığında ortaya çıkabilir. Bu süreçleri dostlar yürütür. Dostluk dayanışması nasıl toplumsala rağmen var olursa hakikat de kanaatlere karşı yürüdüğünde ortaya çıkartılabilir. İşte bu sürece eşlik edene özne diyor Badiou haklı olarak.
Kant’ın, ahlâk alanında öykünme olmayacağına ilişkin görüşü[5] de ahlâkın tıpkı Badiou’nun özne’si gibi öncedenliğe karşı olduğunu gösterir. Ahlâklılığı örneklerle göstermeyi istemek, der Kant, ahlâklılığa yapılacak en büyük kötülüktür.[6] Devrimlerin önceden belirlenmişliğinin neden totaliterizme düştüğü, dinsel ahlâkçılığın nasıl bir dayatmacılığa dönüştüğü hep bu hakikat süreçlerini es geçen, önceden tasarımlanmış özne yapılanmaları ile ilgilidir. Öncedenliğe karşı daha erken bir ses Spinoza’da da yankılanır. Evrensel bir “iyilik” ile evrensel bir “kötülük” yoktur Spinoza’da.[7] O da, kişinin içinde bulunduğu olaylarla karşılaşma anlarında, kişinin arzusunun yargısı olarak arar iyilik ve kötülüğü:
Varlığımızı korumamızda bize yararlı ya da zararlı olan, başka bir deyişle eyleme kudretimizi arttıran veya azaltan, ona yardımcı ya da mâni olan şeylere iyi veya kötü deriz. O halde bir şeyin bize sevinç veya keder vermesine göre ona iyi veya kötü deriz.[8]
Hakikat, bilgileri zorlar ve onlarda delik açar. Bu anlamda zorlama, hakikat ile bilgi arasında olan şeydir.[9] Eğer bir bilgi olarak sunulan şey hiç zorlanmadan yol alıyorsa hakikatinden şüphe edilmelidir. Dostluk burada toplumda üretilip şüpheye düşmüş bilgi konumundadır. Şüphe, bu bilginin hızla yayılmasını durdurur. Dostlar, toplumun hızlanmasını engeller. Önceden örnek alınacak bir dostluk da bu anlamda olamaz. Her ânın biricik hakikatine uygun olmalıdır dostluk da. Önceden belirlenmiş bir ilişkiye uymak uyumculuktan ve taklitten başka bir şey olamaz. Şedit devletler de aynı mantığı işleterek öncedenlik çerçevesinde oluşturur şiddet politikasını. Bu devletlerin nihai amacı daima, insanların tümünün önceden belirlenmiş şekillerde ve üslupta düşünmelerini sağlamak olmuştur.
Seviyormuş gibi
André Comte-Sponville, Cinsellik, Aşk ve Ölüm’de ahlâkı bir sevgi taklidi olarak değerlendirir. Sevgi elbette her zaman için daha iyidir. Sevmek ve sevilmek kadar güzel bir şey yoktur doğrusu. Peki ya sevgi yoksa diye sorar ve o zaman bize, seviyormuş gibi davranmak düşer, diye cevaplar. İşte bu noktada devreye girecek olan ahlâktır. Sevmek bir erdem değilken, cömertlik bir erdemdir. Birbirini seven insanların (dostlar) birbirine yaptıkları bağışları veya armağanları cömertlik olarak değerlendiremeyiz. Buna sevgi deriz, cömertlik değil.
Çocuklarımızı hediyelere boğduğumuzda, hiçbirimiz ‘Ne kadar da cömertim!’ demeyiz. ‘Onları ne çok seviyorum!’ deriz, muhtemelen ‘Ne kadar aptalım!’ deriz ama kesinlikle ‘Ne kadar cömertim!’ demeyiz. İnsan sevdiğinde verir; ama sevgiyle verdiğinde, bu cömertlik değil, sevgidir. Bu, cömertliğin çok aydınlatıcı ve çok şey isteyen bir tanımına varır: Cömertlik, insanın sevmediklerine vermesinden ibaret olan eylemdir… sevgi olduğunda ahlâkı artık dert etmek gerekmez.[10]
Sevgiye harcayacak maddi imkânımız, gücümüz, enerjimiz kalmadığında ahlâka ihtiyaç duyarız. Bizi ahlâka mahkûm eden sevginin yetmemesidir. “Sevginin olmadığı her durumda bizi seviyormuş gibi davranmaya itmesi için ahlâkı bulduk.”[11] Ahlâkla sevdiklerimizin de ötesine uzanabiliriz. Öteki, sevgimizin yetmediği yerde durur. Ona ahlâkla kurduğumuz köprüden geçeriz. Komşumuzla, mahallemizle, tanıdıklarımızla kurduğumuz ilişki bir seviyormuş gibi ilişkisidir. Ancak bir de hiç tanımadığımız, çarşı-pazardaki insanlar var. Öyle ya, milyarlarca insan var. Onlarla ilişkimiz nasıldır ve nasıl olmalıdır? Comte-Sponville buna da Spinoza’nın geometrik yöntemine benzer bir tutarlılıkta tatmin edici bir açıklama getirmiştir. Onlara da ahlâklıymış gibi davranarak ya da ahlâk taklidi yaparak ilişki kurmak… Aslında bu, yasaya saygı ve nazik olmak denen şeyden başkası değildir.[12] Özetlersek; dostlarla ilişkimiz sevmek-sevilmek, sevginin yetmediği tanıdıklarımıza karşı da seviyormuş gibi yapmak (ahlâk) ve tüm yabancılara karşı ilişkimizde ise ahlâklı taklidi yapmak… Bu da yasalara saygı ve nazik olmaktan başka bir şey değil: ahlâklıymış gibi olmak.
Bugünün hakikati
Dünün hakikati keşfedilmeyi bekliyordu. Ancak bugünün hakikati üretilmeyi bekliyor. Bizi hakikat üretimine çağıranları dost kabul ediyoruz. Empedokles’in Dostları’nın bile dost olarak görülmesidir belki de. Bugünün hakikat üretimi, önceden verili olanları paranteze almakla başlıyor. Hakikat, bugün ânın çocuğu olarak karşımıza çıkabilir, daha doğrusu çıkartılmalı. Bunun dostluk kurmadan çıkartılabileceği düşünülemez.
Tasavvuftaki ibnü’l-vakt (vaktin çocuğu) kavramı bu bağlamda tekrar düşünülebilir. Zamanın çocuğu olmayı, tasavvuf geleneği, hakikatin her an yaratılması şeklinde yorumlamıştı. Bu yorumdaki edilgenlik hemen göze çarpıyor. Kişiyi hakikat üretiminde işe koşmaktan beri/berî tutuyor gibi. Bir başka ifade ile kişiyi hakikat üretiminden geri tutuyor da denebilir. Badiou ise hakikat üretimine bizzat katılmayı önerir.[13] Bunun yolu da “partisiz siyaset”ten ve fakat “örgütlü siyaset”ten geçer.[14]
Kişi, hakikat üretimine eşlik edenlerden seçecektir dostunu. Böyle bir dostluğun üreteceği hakikatin en yakın amacı, hayatı bazıları için değil, herkes için yaşanabilir kılmak olacaktır. Bazılarının değil, herkesin yaşamaya değer olduğuna yönelik inanç, dostlukların kurulmasını salık verecektir.
İnsanlığın genel amacı olan mutluluk, iyi yaşam ve bilgelik sorunudur.[15] Daha iyi yaşamak da daha iyi düşünmekten geçer. Hakikat daha iyi düşünerek, daha iyi üreterek ortaya çıkartılır. Daha iyi yaşam sevilmeden bunlar mümkün olmayacaktır. Dostlar, birbirine en değerli şeyi, yani daha iyi yaşamı vaat ederler. Daha iyi üretim, sanıldığı gibi daha çok üretim değil, mutluluk getiren, iyi yaşama erişmektir. Mutluluk veren iyi yaşam ise sanıldığı gibi dışarıda olan, sayıya ve ölçüme gelen bir şey değildir. Küçümsenen mutluluk genellikle sayı ve ölçümle hesaplanan mutluluktur. Ancak mutluluktan ne zaman söz açılsa ister istemez sahneyi hayaletimsi cinsten de olsa ütopyanın kapladığı fark edilir. Ütopya ağırlığını masaya tamamen koyduğunda da dostlar topluluğu kendiliğinden oluşmaya başlayabilir. Hannah Arendt’in “kamusal mutluluk”unun sahne alması ise an meselesidir. Bütün bunlar aslında kamusal hayata dahil olabilmenin kolektif mazeretleridir. Dostlukların bu mazereti kullanırken ansızın oluştuğu da bir vakıadır.
Mutluluk, sarhoşluktan farklı olarak, der Ernst Bloch Umut İlkesi adlı eserinde, bir insanın kendinin dışına çıkmış olduğunun değil, kendine döndüğünün ve kendine ait olana, şimdimize ve bugünümüze yöneldiğinin işareti olarak okunur.[16] Dostlar bu nedenle mutluluğu, dostluklarının dışında (toplumda) değil, dostluğun içinde, dostlar arasında olmakta bulurlar. Toplumun kanaatlerine karşı durduklarında, bazılarının değil ama herkesin yaşamaya değer bir hayata sahip olmaları gerektiğine yönelik itirazlarını örgütlerken dostlar bir hakikat gibi parıldar. Toplum, dostların bu örgütlenişine karşı onları ötekileştirme kolaycılığını tercih eder. Tarih, bu tercihle şekillenmiştir. Sadece dostların teşkilatlanışında yavaşlar tarih. Mutluluk, bir hakikat üretimi olarak bu yavaşlık anlarının çocuğudur, yani zamanın çocuğu (ibn-i vakt)…
Yeni etik
Dünün ahlâkı, insanı bütün yaratılmışların en şereflisi kılarak diğer yaratılmışları, yani insan dışındaki doğayı insanın kullanımına amade kılıyordu. Bugün geldiğimiz noktada bu ahlâk, insan da dahil tüm doğanın yok edilmesi aşamasına gelmesine neden olmuştur. İnsanın, diğer tüm insanlara değil, sadece onayladığı bazı insanlara dost olmayı salık veren bu ahlâk, elbette tek sesli değildi ama baskın olarak insanı en tepeye koymuştu. Bugünün egemen insanı, yerel bazı kültürlerin doğaya dost olma anlayışını bastırarak kendi türsel ölümüne yaklaşmakta mahir çıktı.
Yeni etiği bu çerçevede düşündüğümüzde çok karmaşık bir sonuca varacak değiliz elbette. Sunulması gereken etik daha sade olacak/olmalı. Bu da her şeye dostluk temasının altını çizmekten başka bir şey olamaz. Doğaya yeniden dost olmayı başardığımızda, bu sadece doğaya dostluk olarak da kalmayacak. Bugünlerde daha da görünür olmaya başlayan kedi ve köpek dostlukları, bu yeni yönelimin başında olunduğunun bir göstergesi olarak anlaşılabilir.
Dostluğu bir egemenlik kurmama, biriktirmeme, merkezileşmeme ve yönetilmeme çerçevesinde yeniden düşündüğümüzde alt pek çok politika kendini yeniden güncellemiş olur. Bunun yolu merkezileşmeye varmayacak örgütlü siyasallık ile mümkün görünüyor. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Anayasa teklifinde (3. Madde) dediği gibi: “Hâkimiyet şartsız kayıtsız ÖRGÜTLENEN milletindir.”[17] Bugün hakimiyeti de dostluk çerçevesinde yeniden düşündüğümüzde dostluk sevgisine dayanmayan bir dayanışmanın kurulamayacağı aşikârdır. Çünkü sevgi, ahlâkı geçersiz ve gereksiz kılar. Ahlâkın amacı zaten seviyormuş gibi davranmaktır, yani sevgiyi esas kılmak...
Sevgi var olduğunda geriye ne etik ve ne de yasaya ihtiyaç kalır. Sevgi ve dostluğu hedeflemeyen her türlü eğitim ve politikanın geçersiz kılınması dostluk etiğinin ve politikasının en ayrımcı yanıdır.
Yeni topluluk
Dostluk toplum değil, topluluk kurar. Politikasının amacı, çoğunluktan çokluğa geçiştir. Özgürlüğün gerçekleşmesi gibi tamamlanmadan kısmi olarak kalacaktır.[18] Dünün toplumu, içine doğulan bir olgu, bir yapıyken, dostluk temelli yeni topluluk ise kurulan, yapılan, inşa edilecek olan bir olaydır. Diego Tatian, Yabanın İhtiyatı’nda Spinoza üzerinden bu duruma değinir:
Topluluk (communitas) Spinoza’da dahil olunan değil, inşa edilen bir şeydir; bir olgu değil, bir sonuçtur; bir esas, bir ihtimal ve zorlama değil, özgürlüktür. Dolayısıyla topluluk kendisini oluşturan üyelerine rağmen var olan bir şey değildir; bir yapım, bir üretim ve arzu, bir iştahtır (appetitus). Biriyle ya da bir şeyle topluluk olmak, kendi aralarında birbirine geçen tekillikleri en belirleyici biçimde etkileyen, onlarla birlikte gerçekleşen içkin bir bileşimdir.[19]
Aslında başından beri iyi yaşam peşinde olan politika, Antik Yunan’da dostluk geliştirme veya dostlar topluluğu peşinde olmuştur: “Politikanın asıl işi dostluğu sağlamak”tır.[20] Spinoza da Antik Yunan’daki iyi yaşam peşinde olan politikanın daima takipçisi olmuş ve politikayı insanlar arasında topluluğun inşa edilmesi, yeniden kurulması olarak değerlendirmiştir.[21] Bu durumda dostluk, topluluğun en dar anlamından başka bir şey değildir. Özgürce kurulmuş ve gerekirse özgürce terk edilecektir. Topluluğu yaşatacak olan, onu kuran dostlardır: “Özgür bir insan, diğer insanlara dostlukla bağlanmaya çabalar… Yalnızca özgür insanlar birbirleri için çok faydalıdır ve yalnızca onlar, kendi aralarında en sıkı dostlukla bağlanmışlardır.”[22] Bu anlamda dostluk etiği, ötekini en az kendisi kadar ve en az kendisi gibi özgür olarak görür.
[1] André Comte-Sponville, Cinsellik, Aşk ve Ölüm, çev. Canan Özatalay, İletişim, İstanbul, 2019, s. 20-21.
[2] Alain Badiou, Etik, çev. Tuncay Birkan, Metis, İstanbul, 2019, s. 32.
[3] Badiou, Etik, s. 41
[4] Badiou, Etik, s. 52.
[5] Immanuel Kant, Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi, çev. İoanna Kuçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 2018, s. 25.
[6] Kant, Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi, s. 24.
[7] Frédéric Lenoir, Spinoza Mucizesi, çev. Aslı Sümer, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2020, s. 106.
[8] Spinoza, Etika, IV, 8; akt. Lenoir, Spinoza Mucizesi, s. 106.
[9] Badiou, Etik, s. 74.
[10] Comte-Sponville, Cinsellik, Aşk ve Ölüm, s. 21.
[11] Comte-Sponville, Cinsellik, Aşk ve Ölüm, s. 23.
[12] Cinsellik, Aşk ve Ölüm, s. 25.
[13] Badiou, Etik, s. 114-115.
[14] Badiou, Etik, s. 95.
[15] André Comte-Sponville, Hayat Yaşamaya Değer, çev. Ercüment Tezcan, İletişim, İstanbul, 2020, s. 147.
[16] Ernst Bloch, Umut İlkesi, cilt 2, çev. Tanıl Bora, İletişim, İstanbul 2020, s. 294.
[17] Hikmet Kıvılcımlı, Anayasa (Teklifi), haz. Suat Şükrü, Köxüz Yayınları, yayın yeri ve tarihi belirtilmemiş, s. 7, https://www.marxists.org/turkce/kivilcimli/kitaplar/anayasa.pdf
[18] Diego Tatian, Yabanın İhtiyatı, çev. Ali Dokuzlu ve İsmet Şebin, Zoe, İstanbul 2020, s. 22.
[19] Tatian, Yabanın İhtiyatı, s. 21.
[20] Aristoteles, Eudemos’a Etik, çev. Saffet Babür, Bilgesu, Ankara 2017, 1234b/20, s. 66. Alıntıdaki “siyaset” ifadesi, metindeki bütünlüğü bozmaması için “politika” olarak değiştirilmiştir.
[21] Tatian, Yabanın İhtiyatı, s. 31.
[22] Spinoza, Etika, IV, 70 ve 71, akt. Tatian, Yabanın İhtiyatı, s. 64.
Kaynakça
Alain Badiou, Etik, çev. Tuncay Birkan, Metis, İstanbul, 2019.
André Comte-Sponville, Cinsellik, Aşk ve Ölüm, çev. Canan Özatalay, İletişim, İstanbul, 2019.
André Comte-Sponville, Hayat Yaşamaya Değer, çev. Ercüment Tezcan, İletişim, İstanbul, 2020, s. 147.
Aristoteles, Eudemos’a Etik, çev. Saffet Babür, Bilgesu, Ankara, 2017.
Diego Tatian, Yabanın İhtiyatı, çev. Ali Dokuzlu ve İsmet Şebin, Zoe, İstanbul, 2020.
Ernst Bloch, Umut İlkesi, cilt 2, çev. Tanıl Bora, İletişim, İstanbul, 2020.
Frédéric Lenoir, Spinoza Mucizesi, çev. Aslı Sümer, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2020, s. 106.
Hikmet Kıvılcımlı, Anayasa (Teklifi), haz. Suat Şükrü, Köxüz Yayınları, yayın yeri ve tarihi belirtilmemiş, s. 7, https://www.marxists.org/turkce/kivilcimli/kitaplar/anayasa.pdf
Immanuel Kant, Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi, çev. İoanna Kuçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu: Ankara 2018.
Spinoza, Etika / Törebilim, çev. Aziz Yardımlı, İdea: İstanbul 1996.