Varoluşçular Kahvesi, Kayısı Kokteyli ve Felsefenin Krizi

Felsefi düşüncenin genel olarak kriz zamanlarını sevdiğini, krizlerden beslendiğini, neşesini krizlere borçlu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Felsefenin lehine, içinde yaşadığımız zamanın çok sayıda kriz tarafından işgal edildiğini, farklı türde krizlerin hemen her alanı kuşattığını söylemek de abartılı olmaz. Bu bağlamda bütün dünya medeniyetinin yaşadığı varoluşsal krizlerin filozoflar için geniş, derin ve yoğun bir düşünce alanı açtığı da aşikâr. Lakin günümüzde bu kuralın artık pek geçerli olmadığını görüyoruz. Çünkü bireysel ve kolektif bilincimiz yaşadığımız yoğun krizlerin baskısı altında bunalırken bir şeyi de bize açıkça göstermektedir: İçinde yaşadığımız zaman dilimi, geçici bir kriz süreci yaşamadığımızı, aksine geldiğimiz noktada insan varlığının bütün olarak kalıcı bir krizin kendisine dönüştüğünü anlatan işaretlerle dolu. Bu nedenle düşünce üretiminin de bu krizlerin bir parçası olduğu günümüzde, felsefe, artık krizlerden beslenme konforunu yaşayamamakta diyebiliriz. Doğal olarak bu varoluşsal krizlerin farklı türde birçok yansıması da var. Örneğin kamusal alanların tümüyle ıssızlığa terk edildiği, sessizliğe dönüştüğü son bir yılda, sosyal ağların yaşadığımız krizlere ilişkin her türden enformatik, yorumsal içerikle tıkabasa dolu oluşu, bu yansımalardan biridir, denebilir. Bu düşünce kirliliği arasında filozofların düşünceleri, tespitleri ne kadar duyulur bilinmez ama krizlerin güncel, yakıcı gündemine o hızla dalan filozofun düşünce üretimi de bir başka krize neden olabiliyor. Nitekim Covid-19 virüsüyle ilgili gelişmelerin en başında filozof Giorgio Agamben’in krize ilişkin yorumu, hızla eleştiri konusu edilerek felsefi düşüncenin aceleye getirilmemesi gerektiği konusunda bir uyarıya dönüştü. Özellikle Jean-Luc Nancy, Roberto Esposito ve Slovaj Zizek’in birbiriyle de zıt, Agamben karşıtı görüşleri modern krizler karşısında filozofların da kafa karışıklığına sürüklenebileceğine ilişkin çarpıcı bir örnekti. Felsefenin kendini ilk önce teoriyle özgürleştireceğini, her çeşit düşünsel ayak bağından bu yolla kurtulabileceğini biliyoruz ama geldiğimiz aşamada, filozofların modern mitler, önyargılar ve düşünce dinamiğinin ultra akışkan zeminiyle baş etmekte zorlanan, yaşamın bütününü kavramayan, sadece belli bir akademik disiplin içine hapsolmuş soyut kavramlarla hareket ediyor oluşu da bir başka krize dönüşmüş durumda. Bu ve benzer nedenlerle, son yıllarda, felsefe de bizzat sorunun kendisi haline geldi türünde yorumlara da sıkça rastladığımızı söyleyebiliriz.

Felsefe tarihinin, üst paragrafta da serimlediğimiz gibi bizzat felsefe için paradoksal biçimde geliştiği bir vakıa. Bu paradoksal işleyiş her dönem için farklı bir karakterde belirebiliyor. Örneğin felsefenin yaşamı bir bütün olarak algılamaya, anlamaya dönük çabasının, zaman içinde anlamayı güçleştiren, salt soyutlamalara dönüştüğü ve yaşamın olağan akışından, canlılığından, bir yaşam biçimi olmaktan uzaklaştığı da görülebiliyor. Filozofların güncel krizler karşısında acil düşünsel tavırları da hayatın somut gelişmelerine karşı takındıkları kayıtsız, soğuk, üsttenci sessizlik de bir soruna dönüşebiliyor. Nitekim Nietzsche, Putların Alacakaranlığı'nda geçmiş filozofları, kavramları, yaşamın canlılığı içine katmamış ve onları dondurulmuş, gerçeğe uzak ve birer ölü haline getirmiş olmaları yönünden eleştirir. Yani bu filozofları, eski Mısırlıların ölülerini sarıp sarmalayıp mumyalamaları gibi kavramların canlılığını söndürerek, onları gündelik hayatın değişime açık doğasından uzaklaştırarak; soyut, pratikle uyumsuz, tarihsel akışa ilgisini yitirmiş birer ölüye çevirerek kullanmakla suçlar: “Filozoflar binlerce yıldan bu yana kavramsal mumyalar kullanmışlardır yalnızca; gerçek anlamda canlı hiçbir şey çıkmadı ellerinden,”[1] diyerek bu konuyla ilgili radikal eleştirisini dile getirir. Oysa ona göre felsefi kavramlar, akademik egzersizler olarak değil, gelişen bir hayata hizmet ettikleri sürece değerlidir. Bu konuda, kimi filozofun, felsefe yapmanın tam da felsefeyi gündelik akışın yanıltıcı görünümlerinden, politik angajmanlardan korumakla mümkün olduğu görüşünde olduğunu da hatırlatmakta yarar var. Bu durumda doğal olarak “Felsefe ne işe yarar?” sorusu da gündeme gelir. Fakat bir kitabı tanıtmaya ayrılmış olan bu metnin, bu soruya cevap aramak için ele alınmadığını ama dolaylı olarak soruyla ilgili cevapların belirebileceğini söylemek gerek.

Felsefenin teorik soyutlamalardan oluşan düşünsel doğası, onu pratik yaşamla arasında hep bir uzaklık, uyuşmazlık, örtüşmezlik varmış algısıyla düşünmemize yol açar. Bu algı çoğu filozofun toplumdan, kalabalıklardan yalıtılmış, onlara uzak ve mesafeli yaşam biçimiyle de güçlenir. Böylece felsefe bir yaşam biçimi olarak düşünülemeyecek salt soyutlamalardan oluşan bir düşünsel pratikmiş gibi algılanır. Oysa tersi örnekler de az değildir. Örneğin Sokrates’in düşüncelerini yazıya geçirmeyerek toplumsalın içinde üretmesi, esasında felsefeyi bir yaşam biçimi olarak pratik hayatın içine yerleştirmesiyle ilgilidir. Kant’ın da felsefi düşüncesinde teori kadar pratiği de öncelediği bilinir. Kant’tan sonra Alman İdealizmi de felsefeyi bir çeşit aşkınsallıkta değil, içkinsellik arayışı içinde geliştirmeye çalışır. Örneğin, Schelling ve Hegel felsefeyi yaşamın ve dünyanın dışında değil, insanlık tarihinin ayrılmaz bir parçası olan bir etkinlik olarak düşünürler. Hegel diyalektiğinden referans alan Marx, felsefeyi teorik soyutlama alanından daha radikal biçimde koparmaya ve pratiğin içine çekmeye çalışır. Felsefenin amacının şeyleri ve faaliyetleri bilmek olmadığını, bizzat onları değiştirmek olduğunu düşünür. Bu yaklaşım, felsefe tarihi boyunca filozofların felsefeyi bir edilgenlik dairesi içinde askıya alışına da bir eleştiri olarak algılanır. Fakat bir yaşam biçimi olarak felsefe asıl radikal değişimini kimi Varoluşçularla birlikte kazandı demek yanlış olmaz sanırım. Kierkegaard’nun varoluşun gerçekleri, anda yaşananlardır, temsiller değildir, diyerek felsefi tasavvuru soğuk, cansız soyutlamalardan günlük pratiğin sıcak, canlı akışına dahil edişi; Nietzsche ve Heidegger’in varoluşu arayan filozofun kendisinin de var olan olduğu ve yaşamın doğasının daima var olanla ilgili olduğu düşüncesi; Sartre ve Beauvoir’nın yaşamıyla felsefelerinin çok az filozofta göreceğimiz gibi iç içe gelişmesi ve Sartre’ın “varoluş, özden önce gelir” düşüncesiyle pratiği/yaşantıyı düşüncenin önüne yerleştirmesi gibi, bütün bu örneklerde Varoluşçuların daha önce hiç olmadığı kadar felsefeyi yaşam biçimleriyle birlikte düşündüklerini görebiliriz.

Varoluşçuların birçoğunun yüksek politik bağlılıkla felsefelerini tarihsel ve güncel pratiğin içine yerleştirmelerini İngiliz Varoluşçu akademisyen Sarah Bakewell, oldukça güçlü bir etki yaratan Varoluşçular Kahvesi kitabında bir roman akıcılığında anlatır. Orijinal adı At The Existentialist Café olan kitap, Emre Gözgü’nün çevirisiyle Domingo Yayınevi’nden Varoluşçular Kahvesi: Özgürlük, Varoluş ve Kaysı Kokteylleri adıyla çıkmış.

Sarah Bakewell’in “Varoluşçular Kahvesi, çağdaş varoluşçuluğun hikâyesini insanlar, zihinler ve fikirler arasında kurulan tutkulu bir ilişki olarak anlatıyor. Bakewell, hayat hikâyeleri ile düşünceleri harmanlayarak bizleri yaşama dair olduğu kadar yaşamları değiştiren, neyiz ve nasıl yaşamalıyız gibi önemli soruları ele alan bir felsefenin kalbine götürüyor,” cümleleriyle sunulan çalışmasında, Varoluşçuluğun ve Fenomenolojinin kült yazarları Kierkegaard, Nietzsche, Sartre-Beauvoir çifti, Heidegger; Husserl, Karl Jaspers, Merleau-Ponty, Levinas, Camus, Arendt’i özel yaşamları, hayatlarındaki trajik süreçlerini, felsefelerini, düşüncelerinin evrimini, birbirlerinden farklarını ve benzerliklerini; Nazi rejimi öncesi Almanya’yı ve Nazilerin bütün dünyayı ateşe veren çılgınlığını; II. Dünya Savaşı ve Sovyet komünizminin yayılma, yerleşme süreçlerini; nabzı 1930’lu yılların Paris’inde atan Varoluşçuluğun serüvenini; Husserl ile başlayan fenomenolojinin hızlı yayılımını ve Varoluşçular üzerindeki etkisini hep birlikte ele alıyor. Bakewel, Varoluşçuluk ve Fenomenoloji gibi anlamsal özüne, kodlarına ulaşılması zor iki düşünsel hareketi açıklamalarıyla, bu düşünceleri kurucularının özel yaşamlarıyla uyuşumu yönüyle ve baş döndürücü bir hızla akan tarihsel sürecin olayları, kahramanları açısından, verimli bir entelektüel zenginliğin yaşandığı karmaşık bir atmosfer içinde sunma becerisini gösteriyor. Dört yüz küsur sayfalık uzun bir anlatı olarak çalışılmış olan eser; bibliyografik, biyografik özelliklerinin yanı sıra felsefe, tarih, sosyoloji, kültürel analiz gibi disiplinler ve yazarın espritüel düşünceleriyle de harmanlanmış akıcı bir serüven havası taşıyor.

Varoluşçuluğun ve Fenomenolojinin öznel serüvenine odaklanmış olan Varoluşçular Kahvesi, bu adı alışını simgeleyen şu pasajla başlar: “Bu bölümde üç kişi kaysı kokteyllerini yudumluyor, daha fazlası geç saatlere kadar oturup özgürlükten bahsediyor ve daha da fazlası hayatlarını değiştirmekle meşgul. Biz de merak ediyoruz, neymiş şu varoluşçuluk.”[2] Bu cümleler, Sartre ve Beauvoir varoluşçuluğunun başlangıcını muştulayan bir enformasyonun başlangıç cümleleridir. Ardından asıl ateşleyici sahne ve durum tasvir edilir: Yıl 1933, üç genç filozof, Paris’te, rue du Montparnasse’taki Bec-de- Gaz barında, mekâna özgü kayısı kokteyllerini içip dedikodu yaptıkları esnada varoluşçuluğun doğuşunu başlatan bir olay yaşanır: Aron, Sartre’a dönerek eğer bir fenomenologsan bu kokteyl hakkında konuşup üzerinden felsefe yapabilirsin!, der ve o an şöyle tasvir edilir: ”Beauvoir, Sartre’ın bunu duyunca bembeyaz kesildiğini yazar. Daha önce fenomenolojiyi hiç duymadıklarını ima ederek durumu iyice dramatik hale getirir” (s. 3). Bec-de-Gaz Cafe’nin barında Berlin’de felsefi çalışmalarını sürdüren Aron’un Sartre ve Beauvoir çiftine fısıldadığı fenomenoloji sözcüğü büyülü bir tınıyla ikilinin zihninde yankılanır. Aron’un gelenekçi filozofların çoğunlukla soyut önermeler ve teorilerden yola çıkarak oluşturdukları felsefe yerine Alman fenomenologların doğrudan ânı ânına deneyimledikleri yaşantıya yöneldiklerini söylemesi, Sartre’ı âdeta çarpmıştır. Yıllardır aradığı sözcüğü hiç beklemediği bir anda “kaysı kokteyli” tamlamasının içinde buluvermiş gibidir. Aron, başa fenomenolog Edmund Husserl ve Heidegger’i koyarak fenomenolojiden ve uğraşından bahseder. Husserl’in şeylere yüklenen anlamlarla uğraşmayın, onların gerçek olup olmadıklarıyla da zaman kaybetmeyin, tek yapmanız gereken şeylerin size göründükleri şeklini, göründükleri gibi betimlemek, yönündeki çabasını ve Heidegger’in var olmak ne demek sorusuyla iştigalini ileten Aron, o an, varoluşçuluğun fitilini de ateşlediğini bilmiyordu. Nitekim Bakewell de varoluşçuluğun heyecan ve gerilim dolu hikâyesini bu anımsatmayla başlatır. Anlatısının merkezine Sartre-Beauvoir çiftini koyar, ancak bu tarihsel süreçte çoğu da bir şekilde bu çiftin hayatının içinden geçmiş, arkadaşları dostları olan başkaca birçok varoluşçu ve fenomenolog filozoftan bahseder.

İlhamını Sartre-Beauvoir çiftinden alan Varoluşçular Kahvesi, dönemin Caf é de Flore gibi Paris kafelerinde, caz kulüplerinde buluşan entelektüel çevrelerinden, Boris Vian'ın Juliette Gréco tarafından söylenen “uykusuz gecelerine” kadar, sonra varoluşçuluğun, Paris'i heyecan ve coşkudan titreten, hızla her yere yayılan, büyük dinleyici gruplarınca konferanslarda dinlenen, merak edilen serüvenini ve varoluşçu filozofların roman kahramanı tadındaki özel hayatlarını/sıradışı aşklarını, Nazizm’in yayılışını, Paris direnişini, kişisel dostluklardaki ve ilişkilerdeki iniş çıkışları, Nazizm sonrası entelektüel ve ruhsal bunalımları ve varoluşçuluğun 1968 öğrenci hareketlerine değin süren yükselişini içerirken bizi de Bakewell’in bilgelik dolu, mizahi, akıcı dilliyle o canlı, renkli, coşkulu atmosfere sürükler. Kendisi de bir varoluşçu olan Bakewell'in bu kitabı yazmadaki amacı, kendi ifadesiyle, gerçekliği dönüştürebilecek bir düşünme biçimi olarak varoluşçuluğu diriltmek ve yeniden incelemektir. Bunu nostaljik bir arayış olarak yapmadığını, dünyanın geldiği bu noktada yeniden varoluşçu bir ruha ve sorgulamaya ihtiyaç duyulduğunu ileri sürer. Bakewell, Varoluşçuluğun  “Nasıl yaşamalı? Nasıl özgür olunur? Nasıl ‘otantik’ bir insan olunur?“ türündeki sorularının, onu daha soyut felsefelerden ayıran bir yaşam biçimi/ruh hali oluşuna yönelik niteliklerinin, bugünün kaotik, yönsüz ve amaçsız ortamında yeni bir enerji yaratabileceğine inanıyor. 

Almanya'da Martin Heidegger tarafından öne sürülen varoluşçuluğun fenomenolojik önermeleri, Jean-Paul Sartre liderliğindeki 1930’lu yılların Paris kuşağını derinden etkiler. Bu kuşak, söz konusu fikirlerle ilk kez 1930'ların Berlin'inde veya Rus göçmeni Alexandre Kojève'nin Paris'te Hegel’in efendi-köle diyalektiği üzerine verdiği dersler sırasında karşılaştı. Varoluşçuluk düşüncesinin izleri eski Yunan felsefesinde, Ortaçağ felsefesinde, daha sonra Kierkegaard ve Nietzsche düşüncesinde belirse de hiçbir zaman Fransız varoluşçuluğu kadar heyecan ve etki yaratmadı. Bu anlamda Fransız varoluşçuluğunu bu kadar yeni ve benzersiz kılanın, varoluşçuluğun bu yeni versiyonunun, temelde bir nihilizm biçimi olan Fransız etik düşünce geleneğiyle flörtöz birleşme çabası olduğu söylenebilir. Ayrıca varoluşçuluğun Paris versiyonunun; tarihsel sürecin ruhuyla uyuşumu, büyük isimlerle temsil edilmesi ve Sartre, Albert Camus, Simone de Beauvoir gibi usta kalemlerle edebiyat, gazetecilik, dergicilik, politika ve tiyatro gibi alanlara sirayet edişi, onu bunca yaygın ve etkili bir felsefi harekete dönüştürdü denebilir. Şunu da belirtmek gerekir ki varoluşçuluğun kökleri eski Yunan’a kadar uzasa da bir disiplin olarak ilk kez ortaya çıkışı fenomenoloji sayesinde olmuştur. Heidegger, “dasein” kavramı merkezinde var olmanın/varlığın anlamını irdelerken hocası Husserl’in fenomenolojisinden yararlandı. Ancak ilginçtir ki varoluşçuluk okumaları, Heidegger’e rağmen onu en baştaki varoluşçu olarak konumlandırır. Oysa o kendini varoluşçu görmediği gibi Husserl ve fenomenolojisinden etkilenmediğini de söyler. Heidegger’in tuhaf ve anlamsız bulunan bu tepkisine karşın Sartre hem varoluşçu olduğunu hem de Husserl ve Heidegger’den etkilendiğini açıkça kabul eder.

Bakewell, varoluşçuluğun ne olduğunu ve serüvenini Kierkegaard ve Nietzsche felsefesindeki izdüşümleri üzerinde serimledikten sonra konuyu özellikle Husserl üzerinden fenomenolojinin ne olduğuna ve bu düşüncenin Sartre, Beauvoir, Camus, Levinas, Jasper,  Cabriel Marcel ve Heidegger üzerinden varoluşçulukla ilişkisine çevirir. Varoluşçuluk ile fenomenoloji ilişkisinde Sartre ve Heidegger ikilisinin, özünde, çok daha önceleri Parmenides’in “düşünme ve varlık aynıdır” sözünde beliren “fenomenlerin kendini düşüncede ifşa ettiği” yargısını merkeze alan felsefelerine odaklanır. Bakewell, anlatının başına Sartre’ı alır. Sartre’ın Husserl okumalarından elde ettiği bilgilerle kendi varoluşçu düşüncesini temellendirişini ve kült eseri Varlık ve Hiçlik’i yapılandırışını ele alır:

1933 yılında Berlin’de Husserl’in kitaplarını okuyan Sartre, Husserl felsefesinin kendine özgü cesur bir yorumunu geliştirerek yönelimselliğe ve yönelimselliğin zihni dış dünyaya ve o dünyadaki nesnelere doğru savurmasına özel bir vurgu yaptı. Sartre’a göre, bu yönelim zihne büyük bir özgürlük sağlıyordu. Biz üzerine düşündüğümüz şeylerden başka bir şey değilsek bizi zapt edebilecek, önceden tanımlanmış bir “öz” söz konusu değildir (s. 46).

Sartre buradan sürekli şekilden şekle girebileceğimizi, önceden belirli bir öze sahip olamayacağımızı düşünerek felsefesinin mottosu olan “varlık özden önce gelir” aforizmasıyla temsil edilen düşüncesini geliştirir. Bakewell, Sartre düşüncesinin evrimini canlı bir anlatımla sunarken bir taraftan da aynen Heidegger gibi kısa boylu, çirkin, ilk bakışta alelade görünen ama onunla karşılaşan herkesin zekâsının, bilgisinin, anlatım gücünün etkisinden kurtulamadığı Sartre’ı bir ömür boyu süren eşsiz düşünsel, politik, sanatsal portresiyle ve aşklarını, dostluklarını, kavgalarını da içine alan biyografik yönleriyle ele alır. Bu biyografide en çarpıcı olan, şüphesiz onun S. Beauvoir ile bir ömür sürecek olan benzersiz ilişkisidir: Özgür bir cinsel arkadaşlığı da içeren bu ilişki, derin bir dostluk, vefa, özveri, bağlılık ve düşünsel birliktelikle harmanlanır. Her ikisi de kendi meşreplerince varoluşçuluğu bizzat her eylemlerinde ve tüm hayatlarında deneyimlemiş gibidir.

Varoluşçu felsefe, 20. yüzyılın ortalarında Fransa'da yaşanan son ve gerçek savaş ve işgal krizlerinden ilham alarak yükselir. Bakewell, dünyanın şimdi olduğu gibi o zaman da birçok yönden gelişen irrasyonalitenin etkisi altında kaldığını anlatırken bizi Nazilerin siyasal arenada yükselişi atmosferiyle de tanıştırır. Bu atmosfer bugünkü gerçekliğimizle de ironik çağrışımlar yaratır. Otokratik, faşizan düşüncelerin kitlelerin yoksulluğundan, çaresizliğinden, çıkışsızlığından ve aydınların aymazlığından nasıl yararlandığını 1930’lu yıllar Almanya’sından örneklerle verirken bugün için trajik sayılabilecek bir benzerlikle yaşadığımız bir başka gaflet deneyimini de kadraja alır: “Bu yıllarda ülkeyi ziyaret edenler, yoksulluğun boyutunu ve ne kadar çok insanın bu yoksulluk karşısında çareyi aşırı sağ ve aşırı sol partilerde aradığını görünce afallıyordu” (s. 74). Ancak sonuçta halk bu iki uç arasında aşırı sağı tercih eder ya da oraya doğru sürüklenir. Nazilerin sistematik olarak iktidarı ve daha sonra da peyderpey yaşamın tüm alanlarını işgal edişi ve komünistleri, Yahudileri, Çingeneleri, diğer muhalifleri işsiz güçsüz, yersiz yurtsuz bırakışı, sonra da katledişi, bugün için oldukça ironik göndermelerle doludur. Bakewell’in o dönem için yarattığı trajik betimlemelerin güncel hafızamızda ne denli güçlü bir benzerliklerle somutlandığını görmek de ibret vericidir: “Her şey bir nevi anestezi altında gerçekleşiyor. Korkunçluğu tartışılmaz olaylar cılız bir duygusal tepki yaratmakla kalıyor. Oyun oynar gibi insanlar katlediliyor. Aşağılanma ve ahlaki aşınma önemsiz vakalar olarak kabul ediliyor” (s. 76). Bakewell, halkın çaresizliğinden yararlanan Nazilerin iktidara yürüyüşünde dönem aydınlarının da büyük bir gaflet uykusunda olduklarını; aydınların, Nazileri fazlasıyla ipe sapa gelmez buldukları için iktidara gelemeyeceklerini, gelseler de kısa sürede alaşağı olacaklarını, uzun süreli tehdit olamayacaklarını düşündüklerini söyler: “Beauvoir daha sonradan, kendisi ve Sartre’ın 1930’ların başlarında Nazizm’in Almanya’da yükselişini fazla ciddiye almamış olmalarına hayretle yaklaşacaktı” (s. 77). Dönem aydınlarının tek yanılgısı bu da değildi elbet, Heidegger’i tanıyan, bir şekilde onunla ilişkili olan herkesin tahmin edemediği bir başka şey de Heidegger gibi büyük bir filozofun Nazilerle kurduğu organik ilişki ve onlara sonuna kadar verdiği destek olmuştur. Bu büyük hayal kırıklığına, Heidegger’in Nazilere verdiği destekten hiç pişman olmayışı veya ömür boyu inatla buna dair sürdürdüğü suskunluk da eklenir.

Varoluşçular Kahvesi’nde, Bakewell her şeyi bilen ekâbir bir yazar olarak karşımıza çıkmıyor, tam tersi bir zamanlar üzerinde çalıştığı varoluşçuluktan epeyce uzaklaştığını ama şimdi yeni okumalarla ve yeni bir perspektifle bir kez daha varoluşçuluğa odaklandığını söylüyor. Bu taze, canlandırıcı bakışın kendisine bir şeyler kazandırdığı gibi, okurlara da bir şeyler kazandırabileceğine inanıyor. Bunun için cazip, alışılmadık ve heyecanlı bir anlatım geliştiriyor. Geçmişte varoluşçu filozofları okurken onların yaşamlarını boş verdiğini, önemli olanın zihinleri/düşünceleri olduğunu düşündüğünü ama bu yeni okumasında tam tersini yaptığını söylüyor: Fikirler ilginç ama insanlar çok daha ilginç. Bunun için varoluşçuluğun en çizgi dışı, cesur isimlerine odaklandığını ve onları, düşüncelerini/entelektüel tarihlerini bir arka fon olarak kullandığı, asıl olarak kişisel biyografilerini öne çıkardığı bir çalışma içinde tasarlıyor. Bunların arasında Sartre, Simone de Beauvoir, Albert Camus, Richard Wright, Heidegger, Maurice Merleau-Ponty, Edmund Husserl , Jean Genet, Arendt ve başkaları da var. Bakewell, Varoluşçular Kahvesi’nde, 1933'te Sartre ve de Beauvoir'nın Heidegger'in "Metafizik Nedir?" dersiyle karşılaştığı ânı varoluşçuluğun miladı olarak işaret eder. Bu tarihi varoluşçuluğun doğduğu an olarak görmemizi ister. Ardından varoluşçuluğa giden türlü fikirlerin birbirine teğet geçen, ince ayarlarla, zıtlıklarla dolu tarihini ince ince işlemeye başlar: Heidegger’in kendi başeseri Varlık ve Zaman ile yakın bir isimle yazılmış olan Sartre’ın Varlık ve Hiçlik’ini neden küçümsediğini, Varlık ve Zaman’ın neden birçoklarınca anlaşılmaz ilan edildiğini, Heidegger’e kimin tüm sevgisine rağmen “aklının ermeyeceği olaylara bulaşmış, hayaller âlemine dalmış bir çocuk” (s. 91) dediğini; Camus ile Sartre ve Beauvoir’nın devrimci şiddet ile ilgili derin ayrılıklarının nereden kaynaklandığını, Sartre ve birlikte uzun yıllar Les Temps Modernes dergisini çıkardıkları yakın arkadaşı Maurice Merleau-Ponty arasında başlayan ideolojik ayrışmanın ne olduğunu, Beauvoir ve Sartre’ın Sovyet komünizmi ve onun yayılmacı tavrı, Stalin döneminin rejim muhaliflerine karşı uyguladığı orantısız şiddet yaklaşımını nasıl karşıladığını; Varoluşçuluğun İngiltere’ye, ABD’ye naklinin nasıl gerçekleştiğini ve birçok varoluşçu filozofun ABD’ye taşınmasının asıl nedenini ve bunun düşünceleri üzerindeki etkilerini ustaca bir kurguyla irdeler. Bütün bunların yanı sıra Bakewell, çok derinden açımlamalarını yapmasa da okurunu, varoluşçu düşüncenin temel kavramları olan “kaygı, bulantı, özgünlük, özgürlük, yerlilik, varoluş, hiçlik, mantıksızlık ve saçma, dasein, Heidegger’de savaş sonrasında ortaya çıkan ‘ölüme-doğru-olma’ ve Husserl'in epoché” terimiyle de karşılaştırır.

Son olarak Bakewell’in okurunu, yeniden varoluşçuluğa ve varoluşçuluğun hayati soruları olan “varoluş nedir, nasıl özgür olunur, nasıl otantik olunur?” meseleleri üzerinde düşünmeye; felsefeyi ve filozofu da varoluşçu filozofların yaptığı gibi yaşamın pratik, somut, canlı akışına katılmaya ve orada doğan sorular üzerinde düşünmeye davet ettiğini hatırlatalım ve ayrıca Bakewell’in bu çağrıyı yaparken okuruna, özellikle 1980’lerden sonra düşünce dünyasının post-yapısalcı, post-modernist düşünürlerce ele geçirildiğini de bildiğini, bu gerçeği de gözden kaçırmadığını, bu yüzden bu çağrısının hem zorluğunun hem de hayatiyetinin farkında olduğunu söylediğini de ekleyelim.


[1] Friedrich Nietzsche, Putların Alacakaranlığında, çev. Regaip Minareci, Can, İstanbull, 2020, s. 26.

[2] Sarah Bakewell, Varoluşçular Kahvesi, çev. Emre Gözgü, Domingo Yayınevi, İstanbul, 2017, s. 1.