Fransız filozof ve entelektüel tarihçi François Noudelmann'la Bambaşka Bir Sartre adlı eserinin Türkçe'ye çevrilmesi vesilesiyle tanışmıştık. Jean-Paul Sarte'ın manevi kızı Arlette Elkaim-Sartre'ın düzenleyip muhafaza ettiği arşivde çalışarak ortaya koyduğu Sartre portresi, gerçekten de bambaşkaydı. Noudelmann, ilk bakışta bir bütünlük olarak algıladığımız filozofların benliklerini deyiş yerindeyse yerinden ediyor. Gelgelelim benliğin tutarsızlığı örneğin Sartre'da da gördüğümüz üzere başka türden bir tutarlılığı da beraberinde getiriyor. Noudelmann'la Bambaşka Bir Sartre adlı kitabı üzerine bir röportaj yaptıktan sonra, 2024 Mart'ında Paris'teki Cafe Sarah Bernhard'da buluşarak Geçmiş Gelecektir adlı projemiz kapsamında bir röportaj daha gerçekleştirmiştik. Bu Şubat'ta ise, piyano çalma pratikleri üzerinden Sartre, Nietzsche ve Barthes'ın izini sürdüğü Filozofların Tuşesi adlı eseri Türkçe'ye çevrildi. Bu vesileyle Noudelmann'la yazılı bir söyleşi daha gerçekleştirdik.
- Sevgili Noudelmann, Bambaşka Bir Sartre (Un tout autre Sartre) adlı kitabınızdan sonra Filozofların Tuşesi de (Le toucher des philosophes: Sartre, Nietzsche et Barthes au piano) Türkiyeli okuyucuyla buluştu. Sizinle hem Bambaşka Bir Sartre üzerine söyleşi gerçekleştirmiş hem de Paris'te Geçmiş Gelecektir (Le Passe est le Futur) kapsamında buluşmuştuk. Aramızda entelektüel bir dostluk oluştuğunu düşünüyorum. Bu bağlamda sizinle yeniden röportaj yapıyor olmak mutluluk verici. Umarım sizin için de öyledir. Davetimizi kabul etme inceliğini gösterdiğiniz için çok teşekkür ederiz. Spesifik ve provokatif bir soruyla başlamak istiyorum. Filozofların Tuşesi'nde şöyle diyorsunuz: "Ben'in birliği, hiç durmaksızın terkip edip, yazıp bestelediğimiz o mahrem disonansları/ ahenksizlikleri ve ritimleri maskeleyen bir yapıdır." Bu tespitiniz bana Sartre'ın Varlık ve Hiçlik'teki "Ben diasporasaldır" metoforunu ve Ernst Mach'ın "Ben, kurtarılamazdır" ifadesini anımsattı. Peki siz gerçekten de Ben denilen şeyin ontolojik bir yanılsama olduğunu mu düşünüyorsunuz? Ben'in psikolojik tutarlılığı sentetik bir uydurma mıdır?
François Noudelmann: İletişimimizin sürmesinden ve sizin aracılığınızla Türkçe konuşan okurla buluşmaktan mutluluk duyuyorum. Kitabım filozofların müzikle deneyimlerini ve daha spesifik olarak müzikle tutkulu ilişkisi olan üç düşünürün (Sartre, Nietzsche ve Barthes) piyano pratiklerine odaklanıyor. Bu pratik sadece bir eğlence değil, başka bir dile, farklı duyusal fenomenlere, düşünme biçimlerini ve varoluşun düzenlenmesini dolaylı olarak etkileyen sesli ve hayali deneyimlere açılan bir kapıdır. Geleneksel olarak, ses konusu felsefede yeterince değer görmemiştir. Metafizik gelenek görsel olanı önceler. Nietzsche'nin önerdiği üzere, düşünceyi “dinlemek” bir güç gösterisidir: Kulaklarımızdaki tıkaçları çıkarmalıyız. Metafizikçiler gönüllü olarak sağırdır ve bunu yetersiz bir dile indirgerler. Nietzsche’nin felsefi sistemleri bir çekiçle sınamayı önermesi meşhurdur; Ancak burada söz konusu çekiç, bir akort çatalı gibi çalışır. Amaç, yıkmaktan çok rezonansı işitmek, düşüncenin yankılarına kulak vererek onun sahiciliğini değerlendirmektir. 2025 yılında yayımlanan Thinking with Our Ears (Enceladus) adlı çalışmamda bu bakış açısını benimsedim. Felsefeyi, anlamın tekliğine dayanmadan, bir psikanalistin anlamsız görünen fenomenlere de kulak kabartması gibi, "üçüncü bir kulakla" dinlemeyi öneriyorum. Psikolojik benliğin illüzyonu hakkındaki sorunuzu yanıtlamak gerekirse, öznellik hem dilsel bir ifade hem de deneyim ve anıların birikimidir. Bir yandan, “ben” diyebilmemizi mümkün kılan edimsel söylem, bir öznenin kendini temsil etmesini ve başkalarına hitap etmesini sağlayan dilbilgisel işlemlere dayanır. Öte yandan, deneyim katmanları gerçeklikle kurulan ilişkinin sürekli olarak kurulmasına, çözülmesine ve yeniden örülmesine sahne olur. Duyusal yaşam, imgesel yaşam ve özellikle işitsel deneyim, benliğin kurucu unsurlarını oluşturur. Bu yapılar içinde bilinçdışı olanı tekil bir alt katmana indirgemek mümkün değildir; aksine, özne çok katmanlı ve kesişen düzlemlerin etkileşimi içinde şekillenir.
Bu bakışla, bir enstrümanla uğraşmak özellikle öğreticidir; çünkü bu uğraş fiziksel, psikolojik ve zihinsel pek çok fenomeni bir araya getirir. Müzikal pratik müzik hakkında konuşmaktan fazlasını kapsar. Söylem müzikolojiye, bilgiye ve nesnelleştirmeye aittir. Pratik, ses nesnesi üzerinde denetim kurmaktan çok, müzikal dünyayla kurulan bir bağlılık deneyimidir. Bu deneyim edilgenlik ve etkinliği, ritimleri ve bestesel oyunları, cinsel kargaşaları ve adını koymadığımız yakınlıkları içerir. Seçtiğim üç düşünürde beni en çok etkileyen, tam da bu noktada—yani kuramsal söylemleri ile müzikal pratikleri arasındaki çelişkide—ortaya çıkan gerilimdi.
Sartre'ın Maoist militanları hararetle desteklerken, her gün piyano çalmaya ve burjuva repertuarını icra etmeye devam ettiğini kim tahmin edebilirdi? Nietzsche’nin, felsefi metinlerinden çok besteleriyle hatırlanacağını düşündüğünü kim hayal edebilirdi? Barthes’ın pek çok düşüncesini piyano sayesinde—ona içsel bir mesafe ve mahrem bir deneyim alanı sunan bu müzikal uğraş aracılığıyla— ürettiğini kim öngörebilirdi? Bu düşünürlerin piyano icrasında, öznel ve öznel olmayan katmanlar kendini açığa vurur. Bu özgün araştırmayı yürütebilmek için felsefi sahnenin ve benliğin arkasına bakmak gerekiyordu.
- Hem Sartre, hem Nietzsche hem de Barthes'ın piyanoyla kendilerini ihlâl ettiklerini söyleyebilir miyiz? Onlar "çalarken" başka kişilere mi dönüşüyorlardı?
François Noudelmann: Kullandığınız terimler biraz sert; ancak bu düşünürlerin müzikal pratiklerinde gerçekten de başka bir benlik açığa çıkar. Siz “çalmak” fiilini öneriyorsunuz—ve bu tam da onların bir müzik eserini icra ederken, çoğu zaman neredeyse teatral biçimde üstlendikleri rollerin ifadesi. Bedenlerinin tamamıyla çalarlar; duygularla, cinselliklerle ve gündüz düşleriyle deneyler yaparak. Barthes, cinsiyetle ilgili bazı kavramları —örneğin “kız kardeşsel eros”u (Sororal eros)— Schumann’ın müziğinden yola çıkarak kavramsallaştırır. Aynı zamanda dokunma duyusunun fenomenolojik önemini de derinlikli bir biçimde kavrar; bu konudaki çözümlemeleri Merleau-Ponty’ye yaklaşan incelikte bir düşünsel hatta ilerler. Dinleme yoluyla kendilikle kurulan temas —ya da öz-duyumsama— Barthes’ın müzikal pratiğinden doğan önemli kuramsal katkılardan biridir. Zaman, ritim ve süre üzerine düşünceleri de yine bu deneyimsel zeminde şekillenmiştir. Ancak daha da önemlisi, müzik Barthes’ı —göstergebilimin ustasını— gösteren ve söylemin alanından uzaklaştırarak, başka bir dünyayı araştırmaya yöneltmiştir: Anlam üretmeyen seslerin dünyasını, bilgi arzusundan uzaklaştıran bir iktidarsızlık alanını.
“Kendilerini ihlal ettiler” şeklindeki ifadeniz, hiç kuşkusuz filozofların söylemleriyle yaşamları arasındaki çelişkinin altını çizmeye yöneliktir.
Benim incelediğim düşünürler açısından bu durum, özellikle müzikle ilişkilerinde çok açık biçimde görülür. Daha genel düzeyde ise bu, kişinin kendine söylediği bir yalana benzeyen psikolojik bir bükülmeye işaret eder. Aslında söz konusu olan, filozofların kişisel deneyimleriyle çelişen şekilde, bu deneyimleri evrensel ilkelere dönüştürmeleriyle ortaya çıkan şaşırtıcı bir durumdur. The Genius of Lies (Max Milo, 2024) adlı çalışmamda Rousseau, Beauvoir, Deleuze, Foucault ve daha birçok ismi inceledim; bu düşünürlerin pek çoğu, bizzat yaşadıklarının tam tersi yönünde felsefi fikirler geliştirmiştir. Müzik de bu tür çelişkilerin bir parçası olabilir: Örneğin, Sartre kitaplarında romantizmi şiddetle mahkûm ederken, her zaman Chopin çalmış ve onun müziğinden büyük keyif almıştır. Dönüşümden söz ederken, bu kavramın en yoğun ifadesi kuşkusuz Nietzsche’de karşımıza çıkar. O yalnızca usta bir piyanist değil, aynı zamanda bir emprovizatör ve—hepsinden önemlisi—bir besteciydi. Pek bilinmez ama piyano, vokal ve orkestra için yaklaşık elli eser bestelemiştir. Onun düşünsel sıçramaları, özellikle de dönüşüm anları, her zaman müzikle iç içeydi; kimi zaman bu dönüşümlerin bizzat müzikten ilham aldığını bile söylemek mümkündür. Wagner’e duyduğu tutku ve ardından gelişen karşıtlık, felsefi gelişiminde belirleyici bir rol oynamıştır. Nietzsche, Wagnerciliğin düşünceye zehir gibi nüfuz ettiğini fark etmiş ve bu zehre karşı bir panzehir üretmiştir — özellikle de Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü yazarak. Bu metni senfonik bir şiir olarak tanımlar. Kendisini, bu başyapıtı doğurmadan önce on sekiz ay boyunca hamile kalan bir dişi file benzetmiştir. Hedefi, özellikle de dinleme sanatını yeniden icat etmekti. Yaşamında sesle kurduğu ilişkiden hareketle, metafiziğin görme merkezli (okülarosentrik) yapısına karşı mücadele etmiştir. Dikkate değerdir: Hayatının son on yılında —Torino’daki tükenişinden sonra— bir daha hiç yazmamıştır. Ancak piyano çalmaya ve -sözel dilin ötesinde de olsa- düşünmeye, devam etmiştir.
- Peki Noudelmann "çalarken" neye dönüşüyor? "Çalmak" sizin için de bir ihlal mi?
François Noudelmann: Benim pratiğimi daha çok bir “yan adımlar” serisi olarak tanımlardım, ihlal ya da sınır aşımı olarak değil. Bu etkinlik, kelimelerin dilinden kaçmamı sağlar; bir bestecinin izini sürmek, sesin dünyasına davet edilmektir. Ancak bu macera disiplin ister. Ritimleri ve boşlukları yönetmeyi, kendini bırakma ile kendini kontrol etme arasında bir denge kurmayı zorunlu kılar. Dolayısıyla hem zihinsel hem de bedensel bir egzersizdir. Pratik yapmak, aynı zamanda alışkanlık geliştirdiğiniz bir enstrümanla özel bir ilişki kurmaktır. Her piyano kendi kişiliğine sahiptir; onu anlamak, ona saygı göstermek ve ona dokunmanın doğru yolunu bulmak gerekir. New York’taki piyanom 1927 tarihli; savaş görmüş, birçok çalının ruhunu tuşlarında, çekiçlerinde ve tellerinde taşıyan, uzun bir hafızaya sahipmiş gibi hissediyorum. Piyano tekniği günlerini geride bırakmış olsam da, çalmak hala yalnız bir kaçış ve bedenin, duyguların ve zihnin alternatif bir katılımı olmaya devam ediyor. Müzik ötesinde, bu "ses deneyimleri" dünyayı duyma şeklimizi değiştiriyor. Müziğe kaçtıktan sonra, daha hassas kulaklarla geri dönüyoruz. Nietzsche, Carmen’i dinleyerek daha iyi bir filozof olduğunu söylemiştir. Bu, Carmen’in felsefi bir ders verdiği anlamına gelmez; ancak ona kulak vermek, düşüncede yeni çığırlara olanak sağlamakta ve metafiziğin hastalığına çareler sunmaktadır. Müzikal pratikle birlikte, anlam arayışındaki zorlayıcı ve zorba güdü, yerini müzikal madde ve formlar içinde benliğin "seslendirilerek" yeniden şekillenmesine bırakır. Bach ya da Messiaen çalmak, ya da Granados ya da Gershwin ile “birlikte çalmak,” tüm insan yeteneklerini devreye sokan, adeta bir tiyatro sahnesini andıran deneyim protokolleridir.
- Ben yine spesifik bir soru sormak istiyorum. Sartre için şöyle diyorsunuz: "Bu doymak bilmez merak, disiplinlere ayrılan uzmanlıkların ötesinde, her şey hakkında söz alma yetkisine sahip "eksiksiz entelektüel" anlayışına yaslanır. Sanat hakkında görüş bildirmek için sanatçı ya da tarihçi olmak gerekmez, zira entelektüel zaten doğası gereği kendisini alakadar etmeyen şeylere karışır." Burada söz ettiğiniz Aydınlanma çizgisine bağlı bir polimatlık mı yoksa postmodernizm'e açılan bir multi-disiplinerlik mi?
François Noudelmann: Müzik, Sartre gibi bir polimat için sadece bir etkinlik değildi, Nietzsche ve Barthes için de. Müzik, diğer bilgi biçimlerinden ayrı, önemli bir kaynaktı. Sartre, felsefe, edebiyat, tiyatro, sanat eleştirisi ve siyaset kuramı gibi alanların tümüne derinlemesine nüfuz edebilme becerisiyle etkileyici bir yazardır. Ancak müzik, onun yaşamında çocukluk döneminden itibaren, özellikle annesiyle kurduğu özel ilişki bağlamında var olmuştur. Müzikolojiye ilgisi ise hayli geç yaşta ortaya çıkmış; böylece yorumladığı sanat dallarına müziği de ekleyebilmiştir. Schönberg ve daha çağdaş besteciler Stockhausen ile Berio hakkında bilgili izlenimi vermiştir. Bu durum, bilgiyi bilimsel ve sanatsal tüm alanlara yaymak isteyen bir Aydınlanma düşünürü imajı yaratabilir. Ancak, Sartre’ın radyo dinleme alışkanlıkları ve piyano çalma pratiğine ilişkin anlatımlar, onun klasik repertuara sadık kaldığını göstermektedir.
Postmodern mi? Sartre bu yolu seçmedi. Daima, mozaiklere göre sentezi tercih etti. Tüm bilgi, düşünce ve sanatlar tarihin büyük sarmalına katılır. Sartre bir Hegelci olarak kaldı. Ancak Hegel, sanat ansiklopedisinin bir parçası olmasına rağmen müzik hakkında pek bir şey anlamıyordu. Onu içeriksiz bir formdan ibaret görüyordu. Aksine, Sartre müziği hayatının günlük bir deneyimi, duyguların ve fantezilerin kaynağı haline getirdi. Ancak müziği felsefi sistemine entegre etmeye çalışmadı. Müzik, bir uygulama olarak evrensel tarihten ayrıdır.
- Sevgili Noudelmann, son olarak size entelektüel tarihçilik olarak tanımlanabilecek çalışmalarının temel ölçütlerini sormak istiyorum. Çalışmalarının arka planında nasıl bir tarih anlayışı var? Bu vesileyle hem Un tout autre Sartre'ın hem Le toucher des philosophes: Sartre, Nietzsche et Barthes au piano'nun nasıl ortaya çıktığını kısaca anlatabilir misiniz?
François Noudelmann: Felsefeye her zaman düşüncenin gücü açısından ilgi duydum; ancak aynı zamanda söylem biçimleri de ilgimi çekti. Doktora tezimi kavramlar ile metaforlar arasındaki ilişkiye odakladım. Görseller genellikle sadece açıklayıcı unsurlar olarak kabul edilir; oysa çoğu zaman kavramsal yaratımların temelini oluştururlar. O zamandan beri, soyut söylemleri dil biçimleri olarak okudum ve bunların özel gramerini, ritmini, imgelerini, anlatılarını ve ses efektlerini analiz ettim.
Bu, yazarların amaçladıkları anlamların ötesinde başka anlamları da vurgulamamı sağladı. Tüm bu anlam katmanlarına erişmek için, metinleri anlamanın yeni yollarını bulmak gerekir, bu da yazarların kişilikleriyle bağlantılı olarak yapılmalıdır. Düşünce, bilinçli olsun ya da olmasın, duyusal deneyimlerden oluşur. Görüntüler, sesler, anılar ve duygular, fikirleri şekillendiren alt tabakanın parçalarıdır. Beden, zaman, aktarım ve bilginin temsilleri, hem kişisel hem de kolektif olan bu tortularla yakından ilişkilidir. Bu palimpsest (üstü yazılıp silinmiş metinler gibi katmanlaşmış yapı) kişisel yaşam deneyimlerinde tekilleşmelerini anlamadan önce analiz etmemiz gereken kültürel paradigmalara bağlıdır.
Örneğin, Pour en finir avec la généalogie (Leo Scheer, 2004) adlı eserimde, farklı temsil biçimleri, imgeler ve akrabalıkla ilgili sıradan anlatıların, ağaçsı diyagramlar aracılığıyla Batı bilgisini nasıl belirlediğini analiz ettim.
Les Airs de Famille, Une Philosophie des Affinités (Gallimard, 2012) adlı çalışmamda ise Aristoteles’ten Darwin ve Wittgenstein’a kadar aile benzerliklerinin inşasını araştırdım. Her iki durumda da, baskın epistemik modelleri ve alternatif düşünce girişimlerini ortaya koydum. Temelden rasyonel bir sistem olmaktan uzak olan her bir temsil, hayal gücü, fobiler ve düşünce dilinin bir parçası olan anlatılardan oluşur; bu dil aracılığıyla birkaç düşünür özgün entelektüel yapılar inşa eder. Filozoflar soyut, tutarlı ve özgün düşünceler kurmaya çalışır; ancak dilleri çoğunlukla gizli imgeler ve anlatılarla doludur; bunlar da onların arzu, fobi ve fantezilerini dışa vurdukları araçlardır. Müzik pratiği, görüntülerden çok seslerle ilgilidir ve bu psişik deneyime erişim daha zordur. Bunu anlayabilmek için düşünürlerin yaşamlarına, varoluşsal deneyimlerine ve sosyo-tarihsel ortamlarına bakmalıyız. Nietzsche, “Bütün büyük felsefe, yazarının itirafıdır” demiştir.
Biyografi ya da sözde “kişisel” ve özel kabul edilen öğelere tahammül edemeyen 1970’lerin dönemi kapanmıştır. Artık sadece metin odaklı yaklaşımın zamanı geçti. Ancak bu, eserde ifadesini bulan egonun eski temsiline dönüş anlamına gelmez. Psikanaliz bu süreci yaşadı ve zihinsel figürlerin karmaşıklığının farkındayız; bu nedenle artık düşüncelerin kaynağı olarak tek, tutarlı bir benliğe inanmıyoruz. Nietzsche’nin Ecce Homo’sunu okurken, gerçek bir tanıklılıktan çok bir performans olarak yazdıklarını dinleriz. Benzer şekilde, Sartre otobiyografisi Les Mots’u yazarken, ateizm ve anarşizm gibi teorik pozisyonlarını gerekçelendirmek için çocukluk anılarını uydurmuştur. Barthes ise, bu kurgulanmış benlik analizlerinin farkında olarak, Roland Barthes par Roland Barthes’ı yazmış; burada kendisini alfabe sırasına dizilmiş birden çok “biyogram”a bölerek parçalanmış bir benlik sunar. Felsefe, evrensel sistemler inşasından çok daha fazlasıdır; çok yönlü bir benliği ve söylemsel pratiklerle iç içe geçmiş varoluşsal bir etkinliktir.
Özetle, Avrupa’da “felsefe tarihi” başlığı altında anlatılan ve soyut sistemlerin ardışıklığı gibi sunulan şey, esasen yalnızca iki yüzyıllık Alman kökenli bir inşadır. Oysa felsefe, Antik Yunan ve Roma’da yaşam biçimleriyle, söylem icatlarıyla bağlantılı bambaşka bir pratikti. Orta Çağ’da yazan Arap ve Yahudi filozofları, 17. yüzyıl İspanyol ya da 18. yüzyıl Fransız düşünürleri okunduğunda, felsefeyi ne denli dar bir çerçevede kavradığımız açığa çıkar. Bu nedenle felsefi metinleri okuma ve yazma yöntemlerinin, klasik yorum ve metin çözümleme biçimlerinin ötesine geçmesi gerekir. Soyut söylemler kendi başlarına ele alınmalı; tarih, psikanaliz, ekonomi ve sosyoloji gibi alanlar felsefe çalışmalarına dâhil edilmelidir. Ben kendi çalışmalarımda daha çok Freudcu bir yönelim benimseyerek; felsefi üslupları çözümlemek için edebiyat kuramından yararlanıyorum. Böylece tıpkı bir psikanalistin seanslarda konuşulanların ardındaki söylemsel yapıyı işitmesi gibi, ben de felsefi metinlerdeki saklı sesleri duymaya çalışıyorum. Yorum yapmaktan ziyade soyutluğun maskesini kaldırıyor, duyulmamış olanı dinliyor, düşüncenin çok katmanlı kaynaklarını görünür kılmaya çabalıyorum.
İngilizceden Çeviren: Melisa Yıldırım





