Köprü Başında Zamanı Beklerken ya da Mostari’de Babanın Evinde Gibi Yaşamak

Yıl 2000… Ankara’da lisans öğrenimimin sonlarına gelirken yok paramla almıştım Gündüz Vassaf’ın Annem Belkıs’ını. Cehenneme Övgü’yü önceden duysam da elime geçen ve okuduğum ilk kitabı da bu olmuştu. Şimdi yazacaklarımı bir gün kendisine söylemeyi çok istiyordum, belki vesile olur bu yazı. Kitabın girişinde Ustrumcu’dan (Strumitsa) bahsederken komşu kapılarından ya da kapıcıklardan bahsediyordu Vassaf. Önceleri mahalledeki kadınların sokağa çıkmadan bu kapılar sayesinde selamlıktan selamlıklara geçişini anlatırken sonraları bu kapıların nasıl bir kaçış yolu olduğunu öğrenmiştim. Sonra aslen Makedonya, Kırçovalı (Kicevo) olan ben de Türkiye’ye göçen anne ve babamın aynı kapıdan bizim bahçemize açtığını görünce/fark edince yazdığım ilk öykü “Komşu Kapısı” olmuştu ve sonra ilk öykü kitabım da bu isimle yayımlanmıştu elbette. Uzun lafın kısası Mostari’yi bu kadar merakla beklememin, merak etmemin en mühim sebebi, galiba Vassaf ile birleşen Rumelilik ruhu ve Rumeli hissi oldu.

Mostari: Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü kitabın ismi gibi dursa da bir durum ya da tanımı başlı başına karşılıyor aslında. Bu manada hiçbir kinaye ya da mecaza başvurmadan kitap, Vassaf’ın Mostar Köprüsü başında bıkmadan usanmadan ve dahi büyük bir aşkla bekleyişini anlatıyor. Ama bu öyle boş boş bir bekleyiş değil; köprüden, bir zamanı, çağı izlemek, anlamak, dahası aktarmak hali ile.

Bir günlük, özünde mahremi olmalı insanın. Herkes bilir ki, bir günce kişinin özelidir, okumak bir mahremi ihlal gibidir. Bu manada hem Rumelili hem de birkaç kez Vassaf’ın beklediği mekânları gezen, duran, dokunan bir Mostar âşığı olarak kitap benim için pandemi şartlarında Mostar’ı gezme fırsatı sayıldı. Vassaf ile birlikte tabii.

Son yıllarda bizde hâkim bir dil olarak neo-Osmanlıcı söylem ile siyasal İslâmcı dilin cıvık cıvık bir romantizme esir ettiği Bosna’nın bu mistik noktasının Vassaf gözü ile anlatılmaya ihtiyacı varmış ve iyi ki anlatmış. Her satırı ve tespitleri ile damla damla aktardıkları, onun gözünün gördüğü bir ânın karşılığı gibi görülse de “işte Bosna, işte Mostar bu dediğim” o kadar çok not var ki… Mesela Fransa’dan Mehmet ile diyaloğu: “İçki içilecek yer var mı?” “Çok” “Başörtülü kız?” “Görmedim.” Lisansüstü iki tez yazarak rahatlıkla bir Balkan tarihçisi olduğunu söyleyebileceğim ben, sadece bu diyaloğun bile yukarıda bahsedilen romantik simülasyonun aksine tek başına bugünün Bosna’sına dair mühim bir tespit olduğunu ifade edebilirim. Vassaf, bir günce tutarken işte tam da bu gerçekliği bazen ezber bozacak şekilde aktarmış. Kızan olacaktır, kabul etmek istemeyecekler de ama Bosna gerçeklerinden biri de tam bu diyalog. Saray Bosna’nın tam ortasından geçen sınır çizgisinin aşağısı ile yukarısı arasındaki kültür/biçim/mimari farkının da bu gerçeği, her şeyi aktardığını düşünürüm her daim. Bosna Başçarşı’dan (Bascarsija) ibaret değil dostlar.

Kitabı okuyan ve Bosna’yı seven, özleyen herkeste evvela oluşacak his, İsmeta Pihe Krese 11’e duyulan kıskançlık olacak, buna eminim. En azından bende oluştu. Penceresinden Mostar’ın gözüktüğü ve Vassaf’ın ikamet ettiği adres. Bekçinin mekânı. Her şey elinin altında. Bosna’nın kahvesi, Neretva’nın gür akan suları, bitmek bilmeyen turist kafileleri, fesli Türkler, fessiz Türkler, fotoğraf çeken Japonlar ve bunun etrafında akan Mostar hayatı.

Vassaf’ın verdiği ayrıntıları bir güzergâha dönüştürürseniz -ki ben gibi buralara birkaç kez gitme şansınız oldu ise bu oldukça kolay olacaktı-, kitap ile buralara gitmek için harika bir sebebiniz olacak. En azından köprünün altından, köprüyü kadraja sığdırmak çabasından çok daha ciddi bir gerekçe olacağı açık.  

Vassaf’ın notlarını okurken içinde bulunduğumuz zamanda etrafımızda akan zamanın ve mekânın tadını çıkarmak yerine içine düştüğümüz kayıt hastalığına bir kez daha kahrettim. Mostar’a gittim, hem de birkaç kez ve ben o köprübaşına dirseklerimi koyarak onu izlemedim saatlerce. Hediyelik eşyacılarda, pazarlıklarla geçen çok fazla ziyaret yaptık mesela.

Vassaf, sadece bir ânı kaydetmemiş elbette. Çoğu zaman lirik bir dille sunmuş gözlemlerini. Sadece toprak üstünü değil, toprak altını da görüp aktarmış bizlere. Sonra geçmişe dönmüş zaman zaman. Gelmeden buraya dair okudukları, tespitleri, izledikleri, dinledikleri… ne varsa usul usul anlatmış. Yani bir merakı gidermenin ötesinde okuyana öğrendiği hissini de vermiş, veriyor, verecek Mostari ile.

Vassaf, köprüyü beklerken içini de dökmüş bize dair. Dertleşmiş sanki. Yakın tarih, uzak tarih, şimdiki biz. Kahırlı cümleler, sitemler, tavsiyeler. Ama öyle didaktik değil. Köprübaşında bosanska kafa içerken sohbet eder gibi. Bu arada en büyük sitem köprüyü Mimar Sinan yaptı diyen Evliya Çelebi’ye.

Vassaf, sanki yanında getirdiklerini, heybesindekileri Mostar’ın başından Neretva’ya dökmeden geçmiyor bir türlü köprüden. Okurken bir iki yerde “yahu geç artık şu köprüden” diye düşünmedim değil. O bekledikçe ben gibi köprüden gidip gelenlerin buranın kıymetinin bilmediğini düşünüp kızdım kendime.

Siz kitabı okurken, acaba Mostar’a dair ne anlatacak diye beklerken, Gündüz Vassaf okuyucuya çok daha derin bir anlatı sunuyor. Bazen maillerini paylaşıyor sizinle, bazen gördüğü bir tabelayı. Manasız geliyor belki ilk anda ama sonrasında bu parçalar, onun anlattıkları ile bir bütüne eviriliyor. Yani Vassaf’ın zihni önce Mostar’a hazırlanmış gibi, köprü daha önce Andriç’in Drina için yaptığından çok daha canlı bir hale bürünüyor. Mostar’ın yükünün düşünüldüğünden çok daha ağır olduğunu anlamak da kaçınılmaz oluyor elbette. İnsan taşımıyor sadece. Her bir basamak bu çağa atılmış bir çentik gibi oluyor. İşte insan o zaman, şimdi gitsem galiba ben de geçerken tereddüt edeceğim diyor.

Mostari özel bir kitap… Vassaf’ın kitaba motto olacak sözlerine de çok yakışıyor: Mostar’da ne yaşamaya acelem var, ne de ölmeye… Herkesin aceleye getirip birkaç saatte gezip fotoğrafladığı bir köprübaşında, Vassaf, yazdıkları ile Mostar’a ait bir unsur bence artık.  2013’te yayımlanan ilk hali sonrasında aradan geçen zaman düşünüldüğünde, yeni baskısını bugünün zorunlu olarak yavaşlayan evresinde harika bir sükûnet şansı olarak görmek hiç de yersiz değil. Hele ki Vassaf’ın Nâzım’dan aktardığı şu cümleyi okuyunca: Dünya babanın eviymiş gibi yaşa. Ve tabii ki Vassaf’ın eklemesi ile:

Dünyanın babanın evi olmadığını da bil!