İmtiyaz, İlişkiler ve Kadın Dostluğu
Sezen Ünlüönen'le Söyleşi

Aksu Bora: İmtiyaz’ı okurken, giderek romanın adı bir ironiye dönüştü zihnimde. Herkesin pek iyi bildiğinden emin olduğu “korunaklı orta sınıf aile”nin, böyle bir ailede büyümenin imtiyazını pek güzel görüyoruz. Hem Nergis’in hikâyesinde hem Eylem’in. İkisi de imtiyazlı olduklarına dair algının farkındalar, bununla bir şeyler yapıyorlar -susuyorlar, gülüyorlar, geçiştiriyorlar, anlıyorlar. “Mesuliyetlerle dolu iki kız çocuğu”.

Nedir bu İmtiyaz meselesi? O sinir illeti sunucular gibi sorayım yahut: Neden İmtiyaz?

İmtiyaz’ın benim zihnimdeki karşılığı birden çok katman içeriyor. İlk olarak, İmtiyaz’ın merkezinde özel okullarda okumuş, yurtdışında tahsil görmüş, yabancı diller bilen, dünyayı gezme imkânına sahip bir kadın var. Bu kadının çevresinde de performans sanatçıları, stand-up gösterisi yapanlar, müzisyenler, yönetmenler var. Yani sadece Türkiye için değil, belki dünya ölçeğinde ayrıcalıklı hayatlar süren insanları anlatıyor çoğunlukla İmtiyaz. O açıdan bu ayrıcalığın adını koymayı gerekli gördüm sanırım.

Ama sizin de dediğiniz gibi imtiyazı bir tek sınıfsal düzlemde anlamanın, Nergis’le Eylem’i bir tek “kolejde okumuş zengin kızı” olarak görmenin fazla yalınkat olduğunu da düşünüyorum. O yüzden roman, imtiyazın farklı çeşitlerini de masaya yatırmaya çalışıyor. Ataerkil düzende insanın kadın değil, erkek olması da bir imtiyaz çeşidi nihayetinde, yahut genel geçer ölçülere göre “çirkin” değil de “güzel” olması, hasta değil, sağlıklı olması. Yani hayattan herkesin payına kendi iradesi dışında birtakım eşitsizlikler düşüyor; bir noktada Nergis’in de düşündüğü gibi, insanın mutlu bir çocukluğunun olması, kendisini canı gönülden seven sıcak bir anne-babaya sahip olması da, mutsuz çocuklara kıyasla bir ayrıcalık. Kaldı ki her imtiyazın ama az ama çok bir bedeli oluyor: Nergis’in yurtdışında yaşaması demek, kendi dilinden, kültüründen uzakta; kendisine tepeden bakan Batı Avrupalılar, Amerikalılar arasında yaşaması demek bir yandan da.

Şimdi tüm bunlardan son derece gerici bir, “her hayatın kendine göre zorlukları var”, “fabrikatör olmak da zor, mevsimlik işçi olmak da zor” gibi bir siyasi pozisyon çıkarılabilir elbette ama ben İmtiyaz’ın bu tuzağa düşmediğini ummak istiyorum. İmtiyaz daha ziyade bu terazileri dengelemenin, “aldım verdim ben seni yendim” demenin imkânsızlığıyla ilgili bir roman o açıdan. Ve Nergis’in yetişkinliğe ulaşması, kendine yeni bir sayfa açabilmesi de bu imkânsızlığın kavranmasıyla doğrudan bağlantılı. Yani bir noktada Nergis’in de, hepimizin de üstüne düşen dünyanın adaletsizliğini, eşitsizliğini kanıksamadan, doğallaştırmadan adını koyabilmek; “herkese farklı bir el dağıtıldı, benim payıma da bu düştü, peki ben şimdi bana dağıtılan bu ayrıcalıklar ve yoksunluklardan kendime nasıl bir hayat çizeceğim” diye sorabilmek. Başka bir deyişle, seçmediğimiz şartlardan seçtiğimiz bir hayata doğru (insanın ihtimallerini daraltan şeyleri göz ardı etmeden ve bunlarla mücadele de ederek tabii) evrilmeyi başarmak.

Emel Uzun: Ödenen bedellerin dışında, çok da kırılgan da bir pozisyon bir taraftan bu imtiyazlı olma hali. Öyle değil mi? Bir anda kaybedilen bir şey olabiliyor; Nergis’in anne ve babasının boşanmasıyla birlikte yaşadığı sınıfsal düşüş gibi.  Lale Ela’nın hem doğal yetenekleri, güzelliği hem de sınıfsal aidiyetleriyle onu sarmış olan bu imtiyaz evreni hep bir beğeniye, ilgiye, bakışa muhtaç kılan bir var olma biçimine de sabitliyor onu. Kıymetli Şeylerin Tanzimi’nde de en çok ilgimi çeken şeylerden biriydi bu orta sınıf gençleri tanımlama biçiminiz. Daha çok imtiyazlı olan, fail olmak konusunda hep daha beceriksizdi, isteksizdi. İmtiyazlara sahip olmamak (kaybedecek bir şeyi olamamak belki), imtiyazlılara oranla failliğin daha mümkün olduğu bir potansiyel mi sunuyor karakterlerinize?

İmtiyazın paradoksal olarak hareket alanını daralttığı yönündeki bu yorumunuz çok hoşuma gitti. Lale Ela’ya ek olarak, Ekin için de benzer bir şey söyleyebiliriz belki: Ekin’in önünde o kadar çok seçenek, o denli çok imkân ve ihtimal var ki, elini uzatıp da birini seçmek, diğerlerinden feragat etmek anlamına geleceğinden, hiçbir yola sapmadan senelerdir dörtyol ağzında dikiliyor. 

Bu dedikleriniz biraz da şunu düşündürdü bana: Bir yazarın kendine biçemsel olarak kimi sınırlar koyması, bence esasında kişinin yaratıcılığını, oyunbazlığını, zihinsel kıvraklığını kamçılayan da bir şey. Yani serbest vezin tamam “serbest” vezin ama, hadi şimdi oturup da bir sone yazayım demek, yazmak istediklerinle o ölçü ve uyak düzenine tabi şablonu örtüştürmeye çalışmak da insana bir deney ve yenilik sahası açıyor. Bu tür bir yenilik ve deney sahası da ancak varsayılan bir biçemle oynamak, beklentilere ters köşe yaptırmakla mümkün; yani önden bir kısıtlama, sınırlandırma olacak, sen de ona başkaldıracaksın ya da belli kurallar içinde ne üretebildiğini göreceksin. 

Bu fikri insana dair daha geniş bir düzleme taşıdığımızda da, acıyı fetişleştirme, arabeskleşme riski pahasına şunu söyleyebiliriz: İnsan maalesef çoğunlukla zorluklarla, mücadele ile pişiyor; kendisine dair, yapabileceklerine dair fikirleri karşılaştığı engeller ve bu engeller karşısında takındığı tutumlarla şekilleniyor. Kişi kim olduğunu, elinden nelerin gelebileceğini bu tür hayat sınavlarına girmeksizin bilemiyor. Çok konforlu hayatları olanlar, konfor alanlarından hiç ayrılmak zorunda kalmamış olanlar bu nedenle “dezavantajlılar”: Şöyle bir meydana çıkıp da güreş tutmamış olanlar (er meydanı dememek için lafa kırk takla attırdım) kendi bileğine güvenemiyor haliyle. Bir noktadan sonra da, o meydana çıkmamak için elinden geleni yaparken buluyorsun kendini; sizin en başta dediğiniz o kırılgan pozisyon içinde yakalanmamak için hep kaçak dövüşüyorsun.

Nergis’le Eylem’i herhalde Lale Ela’yla Ekin’den ayıran biraz da bu: Nergis’in ailesi zaten korunaklı bir koza sunmuyor Nergis’e, bir de üstüne sınıf düşerek “harekete geçmek” zorunda kalıyor Nergis. Eylem’in kozasını yırtan da kardeşinin sorumluluğunu üstlenmek, kendi hayatını başka bir insanın ihtiyaçları etrafında kurmak zorunda olmak. Bence bu deneyimler ne denli yıpratıcı olursa olsun, sonuçta Eylem ve Nergis’e daha büyük bir faillik potansiyeli sunuyor gerçekten de.

Aksu Bora: Failliğin imkânının sınırlar/formlar olduğu güzel bir fikirmiş. Yine de, dışsal (yapısal mı demek lazım yoksa?) zorluklar kadar önemlisi, insanın bunlarla nasıl ilişkilendiği değil midir?

Nergis için esas mesele ilişkiler gibi anladım ben. Yoksullaşmışken ve başka bir ülkede dışarlıklıyken de kuru bir yaprak gibi sürükleniyordu, değil mi? Şarkıda dendiği gibi: “Sen kimseyi sevemezsin, sevmeyeceksin/Rüzgârların önünde kuru bir yaprak gibi sürükleneceksin”!

İki kritik an var, Nergis’in kendisini başkalarının aynasında gerçekten gördüğü iki sahne. İlki, Eylem ve Dilrüba’ya resimlerini gösterdiği yer. Burada ayna, üstüne düşen imgeyi yansıtmıyor da “kırıyor”. Haraway’in kırınım kavramından bahsediyorum, “yansıtma değil, geçiş kaydı”. 

“Aynadaki yansımalardan farklı olarak, kırınım aynı şeyi başka yerde konumlandırmaz. Kendini fark yaratmaya, Aynının Kutsal İmgesi’ni yinelememeye adamış bu acı dolu Hıristiyan binyılının sonunda, kırınım, başka tür bir eleştirel bilinç türünün metaforudur. Kırınım örüntülerinin etkileşimin, müdahalenin, güçlendirmenin ve farkın tarihini nasıl kaydettiğine bakıyorum.” Bu metaforla ilk karşılaştığımda büyülenmiştim. Bakmanın ilişkiselliğine, dolayısıyla, edimsel doğasına dair bir metafor. Nergis’in baktığı ayna, Eylem, bir yansıtıcı değil yalnızca. Böyle olmadığı için de Nergis’in kendisi hakkındaki fikrini ona yansıtmaktan fazlasını yapıyor. O kadar ki, onunla birlikte biz de aynanın içine giriyor, Eylem’in resimler karşısındaki hislerine, düşüncelerine vâkıf oluyoruz. Hatırlayabildiğim kadarıyla, Nergis’ten başka birinin “içine girdiğimiz” tek yer de burası: “Sokak ve bina resimlerinin özenli, temiz, keskin ve berrak, duru çizgilerinde, sakin mavi, yeşil ve grilerinde Ruskin’in Venedik çizimlerini andıran bir dikkat, bir bilip tanıyarak sevmek terbiyesi seziliyordu.” (Kendimi tutuyor, bu nefis bölümü olduğu gibi alıntılamaktan kaçınıyorum). Nergis ve Eylem, birbirlerini seviyorlar. Bu sevginin, karşısındaki neyse, o olarak sevmek anlamına geldiğini, romanı bitirdikten sonra fark edebildim ben. Aşktan, beğenmeden, hayranlıktan farklı, tanıma ve bilmeyle, kabul etmeyle biçimlenmiş bir duygu olarak sevgi. O sebeple Eylem’in baktığı şey sadece resimler değil, Nergis’i de resimlerin ışığında görüyor: “Nergis çözülmesi gereken bir sorun ya da affedilmesi gereken bir kabahat değildi artık, işte insanın cevabı bulunmak üzere olan bir bulmaca gibi dişlerini kamaştıran bu resimlerin ressamıydı.” Eylem’in bu değişiminin Nergis’te karşılığının olmaması mümkün mü? “Arkadaşları resimler güzel demeyip de ne yapacaktı” desin istediği kadar! Birisi size sevgiyle, tanıyarak baktığında, olduğunuzdan fazlası, olabileceğiniz şeyle ilgili bir hareket başlar. Başlamaz mı?

İkinci sahne, Ekin’le mazisini anlattığı yer. Dilrüba’nın (haklı olarak!) Ekin’e “dallama” dediği (o kıza bayılıyorum). Olup biteni bir de arkadaşının ağzından dinlediğinde Nergis’in yaşadığı aydınlanma. Ki bana öyle geldi ki, ilk sahne, ikincisinin tohumunu atmıştı. Başlayan hareket, Nergis’in annesiyle, babası ve Jen’le ilişkisine de sirayet etti, onları da dönüştürdü.

Fazla uzattım ama bu faillik meselesi kafamı çok kurcaladı. Resimleri yaparken, sergilediğinde, dünyaca ünlü bir yönetmenin filminde yer bulduğunda, yetmiş bin dolara sattığında Nergis’i bir fail olarak düşünemiyoruz, kendisi de düşünmüyor, sürüklenmeye devam ediyor hâlâ. Ne zaman ki arkadaşlarına “açılıyor”, ne zaman ki resimlere onlarla birlikte bakıyor, “elinden kayıp giden hayatından istemediği zaferleri sökmeye çalışmak yerine içinde olduğu, yaşadığı, yaptıkları ve yapmadıklarıyla gün gün, ilmek ilmek kurduğu hayatıyla ve bu hayatın içinde olduğu insanla barışma vakti” geliyor. Bu aydınlanmada Çalıkuşu’nun Feride’sinin rolünü de unutmayalım! (o da bir ilişki, değil mi?)

Diyeceğim, İmtiyaz’ı Nergis’in aydınlanma, harekete geçme, hayatının iplerini eline alma hikâyesi olarak okuyacaksak, zorluklar ve imtiyazlar kadar, ilişkilere de bakmamız gerekmez mi? Ekin’in ve Lale Ela’nın kendileri başta olmak üzere herkesle, bütün dünyayla ilişkisizlikleri de meselenin başka bir boyutu tabii…

Konuyu çok güzel bir yerinden yakaladınız, soruyu okurken bile heyecanlandım. Bu ayna, yansıtma, kendini başkasında görüp tanıma fikirlerini roman izleksel olarak ısrarla takip ediyor cidden. En başından Nergis’le Ekin’e adını veren Narkissos ve Ekho miti var, yani geri planda sesi sadece bir yankı olan bir kadınla, kendi yansımasına âşık bir adamdan oluşan bir çift var. Kitabı açan iki dizenin (“Rü’yâ gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle, / Her ânını, her rengini, her şi’rini hazdan) kaynağı olan “Geçmiş Yaz” şiirini delicesine seviyorum ama bu dizeler, sadece o şiiri sevdiğim için değil, daha en başında bize şiirde seslenilen kişinin, o muhteşem yazın tüm şiirini kendi hevesiyle yarattığını söylediği için de kitabı açıyor. Yani sizin de dediğiniz gibi gerçek bir ilişki kurma biçimi değil Ekin’le Nergis’in arasındaki, Ekin’in bir vesile olduğu ama esasında Nergis’ten yansıyan şeyler. Nergis kendini açmadan, karşı taraftan iki adım geride durarak kurulacak, emeksiz, risksiz, kendiliğinden tesis oluvermiş, hayali bir yakınlığı kovalıyor Ekin’de.

Buna karşın, Eylem ve Dilrüba’yla olan ilişki, simetrik, karşılıklılık esasına dayalı ve tam da dediğiniz gibi bilip tanıma üzerine bina edilmiş. O nedenle “Birisi size sevgiyle, tanıyarak baktığında, olduğunuzdan fazlası, olabileceğiniz şeyle ilgili bir hareket başlar. Başlamaz mı?” demeniz o kadar hoşuma gitti ki. Siz zaten o iki kırınım ânını (ki Haraway’i tanımadan yazmıştım ben bunları) ve kitabın kasti olarak Nergis’in zihninden uzaklaşıp Nergis’i “dışarıdan” görmemize olanak tanıdığı tek seferin Eylem’in Nergis’e ve resimlerine baktığı zaman olduğunu her yazarın hayalini kuracağı türden bir dikkatle fark etmişsiniz. Buna ilave bir üçüncü sahne de Eylem’le Dilrüba’nın nakışla Nergis’in bir portresini yaptığı, Nergis’in yine arkadaşları sayesinde “bir sanatçı olarak” kendisini “tanıdığı” (ve dönüştüğü) sahne.

Bu nedenle “Resimleri yaparken, sergilediğinde, dünyaca ünlü bir yönetmenin filminde yer bulduğunda, yetmiş bin dolara sattığında Nergis’i bir fail olarak düşünemiyoruz, kendisi de düşünmüyor, sürüklenmeye devam ediyor hâlâ” fikrine de son derece hak veriyorum. Nergis’in kendisi hakkında, kendi değersizliği ve ehemmiyetsizliği hakkında kemikleşmiş kimi fikirleri var. Ve hep bir kol boyu uzaklıkta tuttuğu ilişkiler, dışarıdan ne kadar cafcaflı görünürse görünsün, bu fikirleri dönüştürmekte yetersiz kalıyor. 

Bunun tam tersi de geçerli elbette: Nergis kendisini değersiz ve ehemmiyetsiz bulduğu için kendisini dönüştürme potansiyeli olan, yakın ilişkiler kurmaktan kaçınıyor (ya da bunu beceremiyor). Yani Nergis’in “büyük aşk”ının, geçici olarak bulunduğu İtalya’da tanıştığı, soyadını bile bilmediği, kendisine Floransa’da ne için bulunduğunu söylemekten geri duran ve tabii ki başka bir kadınla beraber olduğunu gizleyen bir adama yönelmesi kaderin bir cilvesi değil, mizacının bir sonucu. (Ki Louis Martin’le de böyle bir değersizlik hissiyle yoğrulmuş ve “ben kendimi hiç ortaya koymadan her şey kucağıma bırakılsın” arzusuyla beslenmiş bir ilişki kuruyor esasında.)

Nergis kendi haline bırakılsa, “ben kim olduğumu düşüneceğim” diye yine gerçek “temaslar” barındırmayan ilişkisizliklerle günlerini geçirmeye devam ederdi de, Allahtan o eylemsizlik, fail olamama durumu onu Eylem ve Dilrüba’yla ev arkadaşlığına, kendisi istemese de gördüğü ve görüldüğü gerçek bir ilişkinin içine itiyor. Yani, “Aşktan, beğenmeden, hayranlıktan farklı, tanıma ve bilmeyle, kabul etmeyle biçimlenmiş bir duygu olarak sevgi”yle tanışmış olmasının, o sevgi zeminine yaslanabilmenin Nergis’e yeni bir faillik gücü verdiği, kendini ve hayatını dönüştürmesine yardımcı olduğu aşikâr.

Emel Uzun: Merak ediyorum; failliği harekete geçiren ve sizin yukarıda işaret ettiğiniz dönüştürücü ilişkisellik anlarının bu kadar çarpıcı bir şey haline gelmesini sağlayan şey, aslında romanın bir tür “ilişkilenememek” hammaddesi üzerinde yükselmesi olabilir mi? ABD ve İtalya’da geçen bölümlerin temel hissi, görünmemek, anlaşılmamak, basmakalıp yargıları çelecek bir diyaloğa girememek, ilişki ağının içine girmeye direnmek gibi hallerle örülü. Türkiye bölümlerinde aileyle ilgili anlatılan şeyler elbette şaşırtıcı olmayan şekilde, hiç dile dökülememiş kırgınlıklarla ve hayal kırıklıklarıyla dolu. Bu konforlu orta sınıf aileler konuşmanın, birbirini gözetmenin ve daha önemlisi görmenin çok önce bırakıldığı yerler olarak da tasvir ediliyor. 

Demem o ki; romandaki hiçbir ilişki işteş bir fiil çatısının altında gerçekleşmiyor. Bazen istense de olmuyor, bazen zaten hiç yeltenilmiyor. İlişkilerde karşıdaki kişiye ilişkin bilgi, birlikte yaşamışlıkla ilgili duygular birikmiyor. O yüzden mi acaba en küçük temas iz bırakır bir şey haline geliyor? Kadın arkadaşlığı bu felç olmuş ilişkilenememe halinin panzehiri mi mesela?

Sondan başlayıp geriye doğru düşünerek cevaplayayım. “Kadın arkadaşlığı bu felç olmuş ilişkilenememe halinin panzehiri mi?” sorusuna cevabım hem evet hem hayır. Yani ben romanı yazarken adını böyle koymamıştım ama Nergis’in “ilişki kurmakla” ilgili sizin de dikkatimizi çektiğiniz bir sorunu olduğu çok açık. İtalya’dan, Amerika’dan ona yadigâr kalan gerçek bir arkadaşlığı olmadığı gibi araya bir de kültür farkı, dil engeli girdiği için ilişki ve iletişim kurmak daha da zorlaşıyor. Ama o noktada da, Jen’in de sorduğu gibi, belki Nergis’in neden ısrarla uzağa, durmadan yabancı yerlere gittiğini, İngilizce yeterli bir bariyer teşkil etmeyi bıraktığı anda daha da yabancısı olduğu İtalya’ya ve İtalyancaya yöneldiğini sormak lazım. Yani Nergis, bilinçli olarak olmasa da, o ilişkisizliğin süregitmesini muhtemel kılacak seçimlere yöneliyor. 

Nergis, içinde kimsenin kimseye sıcaklıkla yaklaşmadığı; annesinin mutsuz, babasının ilgisiz, dedesiyle anneannesinin öfkeli olduğu ve her nasılsa faturayı yine kendisine çıkardıkları bir ailede, bir tek Gülizar Hanım’dan yakınlık görerek büyüyor. Yani sıcaklık göstermeyi, yakınlık kurmayı büyük ölçüde öğrenemiyor. Kitabın ilk sahnesinde mesela, Oya Nergis’le “nasılsın canım” diye konuştuğunda bile Nergis, “Allah Allah bana niye ‘canım’ dedi” diye şaşırıyor. 

Bu nedenle, Nergis’in de (herkes gibi) onu büyük ölçüde koşulsuz seven, ona inanan, ona sıcaklık ve yakınlık gösteren insanlara (Dilrüba ve Eylem’e) ve onların bu sevgisinin öğreticiliğine ve dönüştürücülüğüne ihtiyacı var. Yukarıda Aksu’nun dediği “olduğunuzdan fazlası, olabileceğiniz şeyle ilgili bir hareket” lafını hatırlayalım. İnsanın olumlu yönde değişmesi, paradoksal olarak, onu tam olduğu gibi kabul edip seven, ona o sevgiden bir emniyet alanı açan insanlarla mümkün. Bu, bu kitapta bir kadın dostluğu formunu alıyor, başka şartlar ve durumlarda başka formlar alabilir. Sorunuza o nedenle hem evet hem hayır dedim ama, o tür bir sevme kapasitesini ve kabiliyetini Nergis’in iki kadın dostunda bulması da bence tesadüf değil tabii. 

Aksu Bora: Bir de erkekler var. Nergis için önemli iki adamı düşünüyorum, babası ve Ekin. Dünyalar kadar farklı ama benzer, hergelelikle sümsüklüğün birleşimi gibi iki erkek. Ancak fazla ciddiye alınmadıklarında işlevsel olabilen tipler (çıplaklar kampında düğün nedir, of yani!). Şu “erkeklik krizi” lafı bana hep bunu düşündürür: Kendileri de dahil herkes tarafından fazla ciddiye alınmaktan tükenmiş birtakım adamlar!

Babası, kendisini çekip çeviren, her anlamda idare eden Jen’le mutluluğu buldu; eh, Ekin’in durumu da bundan hallice, ağzı laf yaparken eli de iş tutsun diye abuk sabuk projeleri sürükleyen Lale Ela’yla evlendi fazla mırın kırın etmeden. 

Tabii burada konu ister istemez Jen’in ve Lale Ela’nın faillik biçimine gelecek. Dünyada kapladıkları yere, daha doğrusu, yer kaplama tarzlarındaki o tuhaf benzerliğe...

Yine kitabı yazarken tam adını koymadığım, ama bu sohbetimiz sayesinde görünür olan bağlantılar… Ben yazarken, sonradan kitaba açıkça dahil olmasa da, karakterlerin huyları suyları, mazileriyle ilgili kısımları kafamda olabildiğince detaylandırmaya çalışıyorum. Kitabın hiçbir yerinde bahsi geçmese de, Louis Martin Fransız Yeni Dalgası’nda aktif rol almış yönetmen bir babayla, İngiliz oyuncu bir annenin oğlu mesela. Nergis’in babası da kitapta uzun uzun değinilmese de eskinin “zampara” dediği türden bir adam. Ve siz yine, Ekin’le Nergis’in babasını ortaklaştıran o tarafları, yani bir yandan ikisinin de sahip olduğu “ayartma,” “baştan çıkarma”, genç ve tecrübesiz kadınların başını döndürme kabiliyetlerini, bir yandan da iş ciddiye binince ortadan kaybolma, ilişkinin sorumluluğundan kaçma eğilimlerini benim nezdimde de görünür kıldınız. 

Tabii bunların karşısında da, hayatlarını bu adamlarla birleştirmeyi seçmiş, bunlardan mesul Jen ve Lale Ela var. Ki bir noktada, Nergis de Jen ve Lale Ela arasındaki benzerliğe, ikisinde de mevcut “iş bitiriciliğe” uyanır gibi oluyor. Tabii burada sorulacak sorulardan birisi, Lale Ela ile Jen birbirlerine benziyorlar mı gerçekten, yoksa Nergis’in baktığı yerden mi benzer görünüyorlar? 

Babasının Ekin’e benzerliği, Lale Ela’nın da Jen’e benzerliği Nergis’in davranışını kısmen açıklıyor gibi bir yandan: Nergis kendisi ne derse desin, babasıyla Jen’i tanıştırmış olmanın, Jen’i evlerine getirip babasını annesinden ayırmış olmasının suçluluğunu üzerinde taşıyor. Ekin’i Lale Ela’dan almak, biraz da babasını Jen’den almak demek.

Ama Nergis’i Ekin’e çekenin ve uzun süreler o bağlantıyı koparamayışının izahını bir tek Nergis’in Ödipal dinamiklerinde görmek eksik olur. Çünkü Nergis’in yüklendiği bu haddini aşan sorumluluk hissi (başta kendini annesiyle babasının mutsuz evliliğinin sebebi olarak görmesi, ama beklenmedik bir şekilde boşanmanın getirdiği “yıkım”dan da eşit derecede sorumlu tutması) kendi istek ve ihtiyaçlarıyla temasını kesiyor; odağını kendinden çevresine kaydırıyor. Yukarıda konuştuğumuz sürüklenme ve fail olamama biraz da bununla ilgili. Yani bunca zaman Ekin’de takılı kalmasının bir nedeni o “ilişkiyi” hep “Ekin neden beni istemedi? Ekin ne düşündü? Benim neyim eksikti?” türü bir Ekin-merkezinden düşünmesi, “Ben ne istiyorum? Ben Ekin gibi bir adamla beraber olmak istiyor muyum?” sorusunu kendine doğrudan ve cesaretle soramaması.

Lale Ela ve Jen de bu nedenle Nergis’in ufkunda birer öfke ve haset nesnesi olarak beliriyor. Yani onlara yönelen animus bir tek, onların olumsuz, Nergis’e ters düşen yönlerine değil, aynı zamanda Nergis’in kendisinde eksikliğini hissettiği (ve belki de onlardan öğrenebileceği) bir ne istediğini bilmek ve istediğinin peşinden gitmek yetisine de yöneliyor. (Ki Nergis’in bu kadınlarla ilişkisi bu elektrik yüklerini barındırmasa, belki Lale Ela’yla ikisinin de Ekin’e çekilmesine yol açan ortaklıkları, yabancı bir ülkede kendine bir hayat kurmaya çalışan Jen ile arasındaki benzerlikleri daha erken ve daha rahat görecekti Nergis.) 

Yukarıda konuştuğumuz Ekin’in mahal verdiği emeksiz ilişki hayali biraz da bununla bağlantılı: Nergis ne istediğini düşünmesin, isteklerini dile getirmesin, hatta bilmesin bile, ama Ekin onun neye ihtiyacı olduğunu Nergis’ten evvel bilip kucağına bıraksın. Bu da bir tek Nergis’in düştüğü bir tuzak değil esasında, bütün bir kültürün kadınlara “romantik” diye pazarladığı bir yanılgı. Sorunun başında değindiğiniz fazla ciddiye alınmış erkeklikle ilişkili belki bu da son tahlilde. Kadının ne düşündüğünü, ne istediğini bile adam ondan iyi bilecek. Kadının hiçbir şey için çabalamasına, mücadele etmesine gerek yok. Oh ne âlâ memleket.

Emel Uzun: Kıymetli Şeylerin Tanzimi’nde en çok Gülendam’ı severek yazdığınızı düşünmüştüm. Zira Gülendam bir süre sonra hikâyeyi işgal etmişti. İmtiyaz’ı yazarken en çok kimi sevdiniz? Dizilerde yapıyorlar ya şimdi, bir dizinin yan karakterlerinden birinin hikâyesini anlatan bir başka dizi çekiyorlar. Siz Nergis dışında en çok hangi karaktere daha geniş bir hikâye yazmak isterdiniz? 

Kıymetli Şeylerin Tanzimi daha panoramik, daha merkezsiz bir romandı ama dediğiniz gibi Gülendam’a, ailenin kırılma hatlarını açık ettiği için, kenardan içeri bakan bir karakter olduğu için özel bir yakınlık duyuyordum cidden. Gülendam’ın yanına belki Nazlı’yı da koyabiliriz; o çocuk gözünü, çocuk dilini kurmaya çalışmaktan da çok keyif almıştım yazarken. 

Buna karşın, İmtiyaz tamamıyla Nergis’in etrafında dönen, Nergis’in yanından ayrılmayan, Nergis ne görüyor, ne biliyorsa onu görüp bilen bir roman. Nergis’i sevmeden, Nergis’i ilginç, hikâyesini anlatılmaya değer bulmadan Nergis’le bu denli vakit geçirmek zor olurdu, ezcümle Nergis’i de seviyorum tabii. Şimdi yukarıda Ekin’e sümsük hergele dedik ve bence doğru bir yakıştırma, o nedenle Ekin’i “seviyorum” demek doğru olmaz belki ama Ekin’in dille oynama becerisini, cazibesini, böyle bir adam Nergis gibi bir kadına ne deyip de onu “baştan çıkarabilir”i düşünürken, yani o efsunlu albeniyi yaratmaya çalışırken de, ne yalan söyleyeyim, büyük tat aldım.

Yan karakterlere daha geniş bir hikâye düşünecek olursam, Jen’in Türkiye’ye gelmesinin ya da Lale Ela’nın müzik kariyeri ve Ekin’le ilişkisinin bizim bilmediğimiz ve ilginç olabilecek yönleri olabilir ama Lale Ela ya da Jen’le Nergis’le geçirdiğim gibi uzun vakitler geçirmek istemem herhalde. Bu nedenle oyumu Aksu’dan da onay mührü almış, açık sözlü, kronik burslu, Çorumlu muhafazakâr bir aileden kaçıp kendine yeni bir hayat kurmuş, bir sürü cephede aynı anda mücadele vermek zorunda kalmış Dilrüba’dan yana kullanıyorum.

Aksu Bora: Kıymetli Şeylerin Tanzimi üzerine yaptığımız söyleşi sırasında da düşünmüştüm, sizi bir yazar olarak bu kadar ayrıcalıklı bir yere koymamın sebebi, yazdığınız her cümlenin bir matematiği varken, bir yandan da o cümlelerden zevk almak için matematik bilmenin gerekmemesi. Her iki metin de farklı “okuma derinlikleri”ni mümkün kılıyor. Hikâyeye kapılıp gidebiliriz, kurguyu sökmeye çalışabiliriz (Kıymetli Şeyler bunu kışkırtıyordu fena halde), kahramanlara takılabiliriz ya da onların bahsettikleri şeyleri tanzim edip başka başka resimlerle karşılaşabiliriz. İnsan bu metinlerin mutfağını merak ediyor haliyle, nasıl bir mutfak bu?

“Yazdığınız her cümlenin bir matematiği varken, bir yandan da o cümlelerden zevk almak için matematik bilmek gerekmiyor” demenizden çok mutlu oldum. Çünkü bu kitaplarda yapmak istediğim tam da bu. Yani, daha önce başka bir yerde de söylemiştim, İmtiyaz, yaptığı ya da yapmaya çalıştığı diğer şeylerin yanı sıra mesela Henry James’in İtalya’da tanışıp âşık olan bir çiftin tekrar karşılaşıp mazi hiç yaşanmamış gibi yapmaya çalışmasını konu alan Altın Kâse romanını da yeniden düşünüyor. Ama İmtiyaz’ın “çalışması” için okurun Altın Kâse’yi bilmesine lüzum yok. Yani, “geometri bilmeyen giremez!” “Henry James okumayan benim kitabımı hiç eline almasın!” türü bir tutumdan bilinçli olarak uzak durmaya çalışıyorum.

Sorunun kapsamını biraz daha genişletecek olursam, bazen yazarlar “bu kitabımla gerçekleri okuyucunun yüzüne bir tokat gibi çarpmak istedim” türü sözler ediyor mesela. Bunlar saygı duyduğum yazarlar da olsalar, ben okurla öyle bir ilişki kurmak istemiyorum. Yukarıda siz de demiştiniz, Nergis’in Çalıkuşu’yla kurduğu da en nihayetinde bir ilişki diye. Yani okuyucu kitabı eline aldığı zaman, içinde olan bitenle, karakterlerle doğrudan; benimle de dolaylı yoldan bir ilişki kurmuş oluyor. Ben de bu ilişkiye, hayatımdaki diğer ilişkilere getirmek istediğim kimi asgari değerleri, bir anlamak ve anlaşılmak gayretini, saygı ve özeni getirmeye çabalıyorum. Yani okuyucu benim nezdimde benim tarafımdan eğitilecek, terbiye edilecek, hizaya çekilecek bir alıcı değil -o yüzden vakit ayırıp okuduğu kitaptan bir tat, bir keyif, bir haz almasını; emeğine bir karşılık bulmasını önemsiyorum cidden. O açıdan, kitabın çatısını kurarken kitabın farklı düzeylerde, farklı şekillerde işleyebilen, farklı dikkat biçimlerini farklı şekillerde ödüllendiren bir kitap olmasına en azından heves ediyorum diyelim.

O çatının kuruluş süreciyle ilgili daha doğrudan ne söyleyebilirim diye düşünmeye devam ediyorum bir yandan. Herhalde iki romanda da benim yaptığım en temel şey kendi yazdıklarının dikkatli ve sabırlı bir okuyucusu olmak, kimi zaman tesadüfen ortaya çıkmış örüntüleri tespit edebilmek ve bunların roman için anlamını, doğurduğu soru ve sorunları düşünmeye devam etmek, dönüp dönüp romandan öğrendiklerin ışığında romanı tekrar yazmak.  Yani kendi yazdıklarını okurken Nergis’in ikidir “ayıp olmasın” diye kendini istemediği bir ev düzeninin içinde bulduğunu fark etmek, sonra nedir Nergis’i bu “ayıp olmasın” ahlâkının içine iten diye düşünmek, Nergis’i o belki kazara ortaya çıkmış “ayıp olmasın”lar sayesinde daha iyi tanıyıp o bilgi ışığında tekrar, biraz daha derinleştirerek yazmak…  Ama sorunun başında değindiğim fikre dönersek, bu işi ve emeği okuyucunun sırtına bir yük olarak yüklememek, “Bak kitap boyunca gülen Nergis neden kitabın sonunda ağlıyor, bunu hiç düşündün mü?” diye sınava çekmeden bir adım geride durmak, okuyucunun kitapla kurduğu ilişkinin zahmet düzeyini, kitabın ürettiği anlamı okuyucunun belirlemesine müsaade etmek. Yani mutfakta ölçüler bardakla kaşıkla, hepimizin evinde bulunan malzemelerle!