Ne Getireceği Belli Olmayan Güzel Yarınlara

Tezer Özlü Berlin’i/duvarı şöyle anlatır:

Hiçbir kent insana Berlin kadar ölümü, hiçbir kent insana Berlin kadar yaşamı düşündürmüyor. Her duvar dar. Her duvar kapalı. Her duvar insanın üzerinde bir baskı. Bu kentin her yerine daha önceki duvarlarımla birlikte gidiyorum. Ana babamın evinin dar duvarlarıyla. Evliliklerin bunaltıcı duvarlarıyla. Büroların sigara kokan duvarlarıyla. Okulların acımasız duvarlarıyla. Evlerin, hapishanelerin, önlerinde insanların asıldığı, kurşunlandığı duvarlar. Hastane duvarları. Tımarhane duvarları, mermer duvarlar, yoksul evlerin duvarları, ihtiyarlar yurdu duvarları, kulübe duvarları, gecekondu duvarları, kent duvarları, sistemlerin duvarları.[1]

Sonra hapishane duvarları var mesela, bir benzeri kafes duvarları var demirden ya da başka bir maddeden, sonra kampların duvarları var, Berlin duvarına hiç benzemeyen ve fakat bir hayli benzeyen… Duvar kılınmışlar, “sen de duvarsın bundan böyle” denilenler var, mesela Meriç, Aras, Ege… Sonra gümrük duvarları… Virüs duvarları… Yangınlarla örülü duvarlar… Görünmez duvarlar; linçle, nefretle, müstehzi bakışlarla örülü bembeyaz, son derece vatansever, milletsever duvarlar vardır. Dil’le çekilmiş semsert duvarlar vardır. Mesela İsrail Devleti’nin çektiği duvar… Es geçmeyeyim: Kucak açan duvarlar vardır, “kabul” ederler, çok “misafirperver”dirler ancak “kabul” ettiklerine öyle bir hayat “ikram” ederler ki zaten orada olanla, vatandaşla “kabul” edilenin arasındaki “kucak” açan duvar hepsinden beter olur. Kısaca “konuksev(er/mez)lik” duvarları mevzu bahistir. Neticede bir tarafın eriştiğine öteki taraf bir türlü erişemiyorsa, yani yine orada bütün heybetiyle o duvar duruyorsa “kabul” etmek nedir ve neye yarar?

Bazen duvar(lar) yetmez. Duvar üstüne duvar örülür, mesela şu an İran-Türkiye arasında hunharca, canla başla, coşkuyla örülen duvar gibi… Sonra (genelde çok kalabalık olan) birileri çıkar ve der “3 metre yetmez, 10 metre olsun, daha kalın olsun, tel örgü de olsun!”

Tezer Özlü'nün dediği gibi “her duvar dar, neticede kapalı, her duvar insanın üzerinde bir baskı”. Her duvar can acıtır, şiddet uygular, eziyet eder. Hatta bazı duvarlar direkt öldürür, Ege Denizi gibi içine alır, boğar, katleder. Nihayetinde duvar çekmek (çitlemek) “ben(im)” demek, ötekine ne kadar az yer, ötekiyle ne kadar az temas o kadar evla! “Öteki”, tekinsiz, müphem, sınırda, sınır, bu bahisle “güvenliksiz”… homosacer

Ancak bir de duvarın öbür sureti/tarafı/yüzeyi var. Kimi zaman üzerinde yazılar kimi zaman resimler var. Banksy’nin çizdiği kırmızı kalpli balona uzanmış çocukların olduğu duvarlar, bir suretiyle sistem ayıran, şedit diğer suretiyle öpüştüren duvarlar var. Yıkılan, sökülüp takılan, tersine tersine örülen duvarlar var ya da her duvar tersine de örülür, zira Lacan’ın anamorfik silindiri gibidir duvarlar da, rüyalar gibi, tragedyaların tekinsiz (anti-) kahramanları gibidir. Zaten yaşanabilir bir dört duvarda giriş-çıkış, kapı-pencere, yani eşik, bir kapı eşiği olur, illa ki!

Mesela çok yorulduğunuzda, bir köprü altında, belki soluklanıp sırtınızı dayadığınız duvarlar da vardır; üzerinde “Ne getireceği belli olmayan güzel yarınlara” yazan, iki papatyalı bir duvar. “konuksev(er/mez)lik” duvarı…

Bu hayatın duvarları olduğu gibi bir de başka bir duvar işçiliği, yürüyüşü var ya da mütemadi bir yürüyüş olarak hayat var. Taaa Afganistan’dan İstanbul’a kadar yürüyen, yürümek zorunda kalan ve yolun bir yerlerinde mülteci olan, durduğu yerde yaşam hakkı olmayan, yürüdüğü yerde pek bir hakkı olmayan mülteciler var.

Yarınlar güzel elbet, herkesin ama kesinlikle herkesin eşit bir biçimde sahip olduğu hakları var neticede, en azından insan olan herkesin. Ancak o insanın ve haklarının ve eşit haklarının üstü çizili, aynı duvardaki yazı gibi… Zira kendisi de bir nevi mülteci; marrano olan Jacques Derrida’nın dediği gibi:

Yaşam hiç şüphesiz tekrarla, izle, différance’la kendisini korur. Fakat bu formüle karşı dikkatli olmak gerekiyor: İlk bakışta mevcut olup da daha sonra différance’ta kendi kendisini koruyacak, erteleyecek, saklayacak bir yaşam yoktur. Yaşamın özü différance’tır. (…) “K)ökensel” sözcüğü üstü çizili olarak anlaşılmalıdır, zira aksi takdirde différance tam olacak bir kökenden türetilmiş olur. Kökensel olan kökensizliktir.[2]

Madem bu işin bir kökeni var, insan hakları metinlerine rağmen ve aslında o metinlerin niteliği icabı olsa olsa insan ve o insanın yürüdüğü “ne getireceği belli olmayan güzel yarınlar” vardır. Hülasa o mavi çizgiden kaçış yoktur.

Haliyle “insan” vardır, insan olarak “varlığını” sürdürebilmek için, geçtim “insanca” yaşamayı, sadece yaşamak için, “çıplak hayat” için bile on iki ila yirmi iki gün arası yürüyenler var. Ev, iş, kıyafet, okul vesaire beğeneceklerine zulümden zulüm beğenmek zorunda kalanlar, savaştan kaçıp, ayrımcılığa, lince, haksızlıklara, nefret söylemlerine tutulanlar var.

Ancak elbette bir/biricik “iz(i)” kalır bu “var” ol(amay)anların. Duvara yaslanmış beş genç, birbirine yakın yaşlarda ve aynı yerden, hatta belki mahalleden, hatta aileden geliyorlar. Yani menşe ülkeleri aynı. Ancak her birinin “yüz”ü kendine has/biricik, kendi izini bırakmaya ehil; aynı duvara “insan” eliyle çizilmiş resimler, yazılmış yazılar gibi… Asla aynı değil… Boş ve makineden çıkmış bir duvar gibi değil, bir(icik) “yüz” gibi… Mesela bir nehir gibi, akıntı gibi, yürüyüş gibi, seyyahlık gibi, şiir ya da şarkı gibi, sonra rüya gibi bir de, kendine has tamamen…

Duvarda da yazıyor, ne getireceği belli olmayan yarınlar var ve şairin dediği gibi “ve umutlar sonsuzdur”, yürüyüş on iki ila yirmi iki gün değil, sonsuzdur, o yarıkta, hiçlikle mutlaklık arasındaki çatlakta, sınırdan sınıra değil belki ama o sınırda yürüyüş, seyyahlık tecrübesi sonsuzdur. Sınırlarsa sonludur.


[1] Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk: 35 Yaşında, Yapı Kredi Kültür Yayınları, İstanbul, 2019, s. 19.

[2] Jacques Derrida, Yazı ve Fark, çev. Burcu Yalım, Metis Yay, İstanbul, 2020, s. 272, 273.

Not: Yazının başlığındaki ifade esasen Gazapizm’in “Memleketsiz” şarkısında geçiyor.