Altındağ’da Mültecilere Saldırının Düşündürdükleri

Altındağ ilçesi Önder mahallesinde, 10 Ağustos gecesi, parkta Suriyeli ve yerel toplumdan dört genç arasında çıkan kavga sonucu bir Türkiyeli gencin ölmesi, diğer gencin ağır yaralanması ile başlayan gerginlik, 11 Ağustos gecesi mülteci toplumuna yönelik linç girişimine dönüştü. Geçen beş günün sonunda hem mülteci toplumunun hem de yerel toplumun ve kamuoyunun davranış ve söylemlerini yeniden düşünmemiz gerekiyor.

11 Ağustos gecesi mahalle halkının yanı sıra çevre ilçelerden (Çubuk, Pursaklar) gelen kişilerin de katılımıyla, mültecilerin işyerlerine ve araçlarına saldırı ile başlayan olaylar, ilerleyen saatlerde mültecilerin konutlarına saldırıya dönüşürken, Mamak ilçesinin Battalgazi, Gültepe mahallelerine de yayılıyor. Gün içinde sosyal medya paylaşımları ile mültecileri tehdit ederek, söylentilerle akşam saldırı yapılacağının duyurulması, mahallede yaşayan kişilerin dışarıdan gelenleri yönlendirerek mültecilerin evlerini, işyerlerini ve araçlarını göstermeleri saldırının organize ve planlı olduğunu gösteriyor, mahallede mültecilere ait olduğu bilinen bütün evlere saldırılıyor. Saldırı yapılacağının bilinmesine ve emniyet güçlerinin mahallede tedbir almasına rağmen, saat 20.00 civarında başlayan olaylara ancak 24.00’de gerekli müdahale yapılıyor, mülteci ailelerinin evlerine saldırılar artınca polis müdahalesi sertleşiyor.

Kimi mahalle sakinlerinin saldırılara tepki göstermesine, mülteci toplumuna yardım etmesine, evleri saldırıya uğrayan bazı mülteci ailelerin yerel komşularının ve kendi iradeleri ile sahada bulunan STK çalışanlarının yardımı ile mahalleden çıkarılmalarına rağmen, yerel toplumun çoğunluğu, mültecilerle birlikte yaşamak istemiyor, ev sahipleri kiracı mülteci ailelerden evleri boşaltmalarını bildiriyor ve dairelerin su ve elektriklerini kesiyorlar. Yerel topluluk, mültecileri istememelerini çeşitli gerekçelerle açıklarken, hepsi son söz olarak tek bir cümle söylüyor: “Ülkemizi işgal ettiler.”

Önder mahallesinde çoğunluğu Suriyeli 60-70 bin mülteci yaşıyor. Yaşanan saldırılar sonrası mülteci nüfus “Suriye’de bile böyle bir saldırı yaşamadık,” diyerek artık birlikte yaşamanın çok zor olduğunu belirtiyor. Beş gündür evlerinden çıkamayan, gıda, sağlık ihtiyaçları karşılanmayan ailelerin, daha güvenli mahallelerde yaşayan akraba, tanıdıklarının yanına gitmeleri için bile yardım edilmiyor. Türkiye'deki siyasi gelişmelerin ve mültecilere yönelik gelişen nefret söyleminin farkında olarak böyle bir saldırıyı bekleyen mültecilerin, mahallede Altındağ Belediyesi’nin ekmek dağıtımı dışında STK’lar dahil hiçbir kurumun kendileri ile ilgilenmemesi yüzünden devlet kurumlarına ve “mülteci alanında” çalışan STK’lara yönelik güvensizlikleri artıyor.

Altındağ ilçesinin özellikle Afganistanlı mültecilerin yoğun yaşadığı, toplamda 30-35 bin mültecinin yaşadığı tahmin edilen Örnek mahallesinde de sözlü tacizler, tehditler dışında bir olay yaşanmasa bile, aileler sokağa çıkamıyor ve gergin bekleyişleri sürüyor. Mülteci alanında çalışan bizler, ırkçı saldırıların, başka il ve ilçelerde de gerçekleşmesi riski ile birlikte, daha büyük tehlikenin, mültecilerin mahallede birlikte yaşadığı Kürt, Alevi, Roman kökenli bireylere de yönelmesi riski olduğunu görüyoruz. Çünkü Altındağ ilçesinde olduğu gibi birçok yerde mülteci nüfusu, farklı yoksul toplumsal kesimlerle bir arada yaşıyor.

Üzerinde düşünülmesi gereken belki daha önemli bir konu ise, linç girişiminin ardından medyada yapılan açıklamalar. Bence açıklamalarda iki vurgu öne çıkıyor. Birinci vurgu saldırıda gözaltına alınan kişilerin geçmişte suç kayıtlarının olması ve saldırganların uyuşturucu kullanıyor olmaları. Bu vurgu ile, planlı ve katliam hedefli ırkçı saldırının, toplum nezdinde sıradan adli bir vaka gibi algılanmasına yol açması ihtimalinden çekiniyorum.

Ama üzerinde daha çok düşünülmesi gereken ikinci vurgu “böyle bir saldırıyı bekliyorduk” cümlesi. Bu cümle neredeyse fikirlerini açıklayan tüm kişiler tarafından söylendi. Bu cümle “mülteci alanında” çalışan STK’ların, kurumların örtük bir özeleştirisi gibi duruyor.

Uluslararası fonların desteğiyle bir şirket gibi çalışan STK’lar, devletin uyguladığı ve yurtdışı kaynaklarla karşılanan sosyal uyum programlarının dışına çıkmıyorlar/çıkamıyorlar. Merkezine muhtaçlığı koyan sosyal uyum programları, yerel yoksulları ve mülteci toplumunu birbirine rakip göstererek bir arada yaşamayı imkânsız kılıyor. “Mülteci sektöründe” elitist çalışanlar grubuna dönüşen STK’lar, kuruluş amaçları olan “hak temelli” çalışmalardan uzaklaşarak, alan-veren hukukunu pekiştiren “insancıl yardım” kuruluşları haline geliyorlar. Bu yüzden hem yerel toplumla hem de mülteci toplumu ile hiçbir organik ilişki kuramayan STK’lar “saldırılar bekleseler” bile, mültecilerin en çok desteğe ihtiyaç duyduğu anlarda sadece seyirci kalıyorlar ya da ofislerini kapatıyorlar. Fakat belirtmem gerekir ki, kendi iradeleriyle saldırı gecesi bazı STK çalışanı arkadaşlar mahalleyi terk etmeyerek mülteci ailelere yardım ettiler. Özeleştirinin bir boyutu bu.

Özeleştirinin diğer boyutu ise, yaklaşık bir aydır Türkiye’nin Afganistan’a asker gönderme önerisi ile başlayan ve özellikle başını CHP’nin çektiği “yeni göç dalgası”, “14-25 yaşında bekar erkekler geliyor, bunlar asker, iktidarın milis gücü” gibi iddialarla desteklenen mülteci karşıtı, toplumu kışkırtan faşizan ve ırkçı söylemler karşısında bir şekliyle suskun kalınması.

Mülteci alanında çalışan kurum ve kişilerin bildiği gibi, özellikle 2016 yılından itibaren katlanarak artan, özellikle son iki yılda yıllık 500-600 bin kişinin giriş yapmasıyla nüfusu 2 milyonu aşan Afganistan toplumu Türkiye’de yaşıyor. Yani  “yeni bir göç dalgası” değil, var olan girişlerin artarak devamı söz konusuyken, hayatta kalmak için ülkelerini terk eden aileleri/bireyleri (son bir aydır, Altındağ’daki büromuza her gün kaçak yollarla ülkeye giriş yapmış beş-altı aile geliyor) cihatçı, milis olarak göstermek gerçeklerle örtüşmezken, bu söylemlerin ırkçı/milliyetçi içeriği ve toplumu etkilemesi göz ardı edilerek, muhalefetin seçim yatırımı olarak algılanmış olması, toplumda artan mülteci nefreti karşısında çözümsüzlüğü doğuruyor.

Devletin, “güvenlik” ve “özgürlüğün” birlikte olamayacağı, seçim yapmamız dayatması karşısında, ”özgürlük” ve belirleyicisi “haklar” yerine, toplum olarak “güvenliği” seçtiğimiz günümüzde, hak savunucuları toplum tarafından linç ediliyor. Mültecilerle çalışan biri olarak, ırkçı saldırılara ve nefret söylemlerine karşı ne yapılmalı sorusuna ancak öncelikli ilk adımı tanımlayarak cevap verebiliyorum: yaşamın tüm alanlarında “hak savunuculuğu” yapan tüm kurumların, kişilerin bir araya gelerek ortak mücadele platformunu oluşturması.