Osman Kavala'nın bu yazısı, "Holokost ve Modernite" başlığıyla yayımladığımız yazının birinci bölümüdür. Yaptığımız bir yanlışlık sonucu bu yazıyı diğerinden sonra yayımlıyoruz.
***
Haziran ayında SS Subayının Koltuğu: Bir Nazinin Gizli Yaşamının Peşinde kitabıyla ilgili iki yazım çıkmıştı. Meriç Gök de bunlara atıf yapan Holokost ve Nazi Irkçılığının Kökenleri başlıklı yazısında önemli bazı noktalara değinmiş, ırkçılık ve soykırım ile modernite arasındaki ilişkiye işaret etmişti.
Gök, yazısında Holokost’un anti-modern, irrasyonel nitelikte olmadığını, modern ve rasyonel düşüncenin soykırımı teşvik ettiğini, Aydınlanma Çağı’nın insanları ırklara göre sınıflandırması ve bazı ırkların uyumsuz olarak tanımlaması ile birlikte Nazilerin Yahudileri ayrı ve Ari ırk üzerinde zararlı etkiye sahip bir ırk ilan ettiklerini belirtmişti. Gök’ün yazısı bu konular üzerinde daha fazla düşünmeme ve okumama yol açtı.
Önceki yazımda da faydalandığım Not So Black and White (O Kadar Siyah Beyaz Değil) kitabında Kenan Malik, Aydınlanma’nın eşitlik kavramıyla ırkçı düşüncelerin aynı dönemde ortaya çıkmış olmasını modernitenin paradoksu olarak tanımlıyor ve buna bir açıklama getirmeyi amaçlıyor.
Malik, modernleşme döneminde insanın dünyadaki konumu ile ilgili din temelli geleneksel bakışın sarsılması, doğada ve insanlık dünyasında olguların bilgi ve akıl yürütmeyle açıklanabileceği düşüncesinin güçlenmesinin ırk kavramı için zemin hazırladığını, böylelikle ırklarla ilgili merakın ortaya çıktığını söylüyor. Gök’ün de yazısında değindiği gibi, bitkileri ve hayvanları tasnif etmeye dayalı biyoloji ve zoolojinin yöntemlerini kullanarak, insan topluluklarını inceleyen çalışmalar yapılıyor. Yeni keşfedilen yerlerde farklı fiziksel özelliklere, farklı kültürlere sahip insanlarla, insana benzeyen ancak insan olmayan büyük maymunlarla karşılaşılması, insan doğası ve insanlar arası farklılıklar konusunda yeni soruların sorulmasına, bunlara açıklama aranmasına yol açıyor. İnsanın diğer canlılardan ayrı ve farklı yaratıldığına dair dinî inancın zayıflaması ve bazı içgüdülerimizi hayvanlarla paylaştığımızın anlaşılmasıyla da insanlar maymunlarla ilişkilendiriliyor. Afrika yerlilerinin maymunlara daha yakın olduklarına, ilkel kültür ortamlarda yaşıyor olmalarının biyolojik özelliklerinden kaynaklandığına dair görüşler ileri sürülüyor. Eşitliği savunan Aydınlanma düşünürleri arasında dahi siyah ırkın beyaz ırktan daha geri zihinsel yetenekleri olduğuna inananlar olmuş. Malik, kitabında Kant’ın ve David Hume’un bu doğrultuda sözlerini aktarmış.
Irk çeşitlerini konu alan, ilk bilimsel olduğu iddiasını taşıyan yayın, Fransız seyyah ve fizikçi François Bernier’in 1684 yılında çıkan A New Division of Earth According to the Different Species or Races of Men Who Inhabit It (Üzerinde Yaşayan Türlere ya da Irklara Göre Dünyanın Yeni Bölünmesi) kitabı. Başlığın belirttiği gibi, Bernier’in amacı ırkların bölgesel dağılımını göstermek. Irklar arası farklılıkları açıklamak gibi bir amaç gütmemiş. İsveçli botanikçi Carolus Linnaeus ise 1758’de yayımlanan Systema Naturae başlıklı çalışmasında, ilk kez Homo sapiens terimini kullanarak tanımladığı insanları maymunlarla aynı sıraya yerleştirmiş, ırk sözcüğünü kullanmadan insanları dört çeşide ayırmış. Bunlardan Homo sapiens europaeus, beyaz tenli, sarı saçlı, mavi gözlü, güçlü, ciddi, akıllı ve yaratıcı. Homo sapiens afar ise siyah tenli, kıvırcık saçlı, kalın dudaklı; tembel, yavaş ve aptal.
Malik 17. ve 18. yüzyıllarda ırklarla ilgili yapılan bu çalışmaları, insanlar arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları bulma amacı taşıyan insan ve doğa bilimlerinin gelişimi kapsamında değerlendiriyor. 18. yüzyılda yaşamış iki bilim insanı, matematik ve doğa bilimleriyle uğraşan, Comte de Buffon unvanıyla bilinen Georges-Louis Leclerc ve ırk tarihi üzerine sıkça referans verilen bir çalışma yapmış Johann Friedrich Blumenbach, Linnaeus’un yaptığı klasifikasyona itiraz etmişler. Buffon, insanların farklı fiziksel özelliklerinin ırk olarak kategorize edilmeyecek kadar geçişimli olduğunu savunmuş. Blumenbach ise ırk belirlemesinin sadece fiziksel özellikler temelinde olabileceği, zihinsel özelliklere tekabül etmediği uyarısını yapmış. O da, Buffon gibi, geçişimsiz ırk farklılaşmaları olduğunu kabul etmiyor.
Malik, 19. yüzyılda, ırkların zihinsel yeteneklerle ilgili farklılıklara tekabül ettiğini öne süren ırkçı teorilerin yaygınlaşmasını, eşitlik ilkesinin benimsendiği Avrupa ülkelerinin sömürgelerinde yapılan uygulamalara gerekçe bulma ihtiyacına bağlıyor. Fransız Devrimi’yle eşit vatandaşlığın ihdas edilmesi sonrası, eşitlik kavramı demokrasiyle yönetilen ülkelerde kamusal norm haline geliyor, Fransız İnsan Hakları Deklarasyonu’nda, Amerikan Bağımsız Beyannamesi’nde her insanın eşit olduğu, eşit yaratıldığı vurgulanıyor. Bu ülkelerin sömürgelerinde uygulanan eşitsizliklerin, ayrımcılığın, baskının sürdürülmesine meşruiyet kazandırmak için ırkçı teorilere ihtiyaç var. Deri renkleri farklı olan bu insanlar ırklarından gelen özelliklerinden dolayı beyazlar gibi tekamül etmiş insan değiller; bu nedenle eşitlik ve özgürlükten yararlanmayı hak etmiyorlar. Irkçılık sömürgelere yerleşenler (kolonlar) arasında verimli zemin buluyor ve zamanla anavatanlarda yaygınlaşıyor. Modernite öncesinde topluluk içi geliştirilen ahlâki değerlerin, hukuk kurallarının farklı inanç ve kültüre sahip yabancı topluluk mensupları için geçerli olmaması doğal görüldüğünden, yabancılara eziyet edilmesine, savaşlarda esir alınanların köle olarak çalıştırılmasına gerekçe bulma ihtiyacı söz konusu olmamış.[1] Malik, ırkların farklı ve birbirleriyle eşit olmadıkları düşüncesinin ancak eşitlik ve ortak insanlık ilkelerinin kabul gördüğü bir dünyada bir anlamı olabilirdi değerlendirmesini yapıyor.
Meriç Gök’ün Germen-Nordik ırkın üstün olduğu teorisini ilk dile getiren düşünür olduğunu belirttiği, 1853 tarihli Irkların Eşitsizliği kitabının yazarı Joseph Arthur Gobineau’dan Malik de kitabında söz etmiş. Aristokrat olan Kont Gobineau, azılı bir Aydınlanma karşıtı. Fransız Devrimi’nin Fransız ırkını yozlaştırmış olduğunu savunuyor. Irkların saflığını kaybettiği, damarlarındaki kanın melezleştiği insanların çoğunluğu oluşturduğu ülkelerde insan doğasına aykırı olan eşitliğe inanılacağını iddia ediyor. Gobineau’ya göre, beyaz ırk uygarlığı yaratmış, yüksek derecede zeki, düzen duygusuna sahip. Sarı ırk maddi zevklere düşkün, siyahlar yoğun tutkulara sahip, zihinsel yetenekleri ya hiç yok ya da çok zayıf. Ancak Gobineau antisemitist değil, Yahudi ırkının asil, bilgili, üretken, en az yozlaşmaya uğramış Aryan ırklardan biri olduğu görüşünde!
Gobineau kitabını yayımlamakta yirmi yıl kadar gecikseydi, Germen ve Yahudi ırklarıyla ilgili olumlu düşüncelerini ifade etmekte zorluk çekebilirdi. 1870 Prusya-Fransa Savaşı ve Fransa’nın yenilgisinden sonra, Fransa’da hem Alman karşıtlığı hem de antisemitizm canlanmış. 1894’te Dreyfus, düzmece bir iddianameyle, ömür boyu hapse mahkûm ediliyor; Edouard Drumont, yüzüncü yıldönümünde, Fransız Devrimi’nin bir Yahudi komplosu olduğunu iddia ediyor. General George Boulanger’nin liderliğinde güçlenen popülist hareket içinde antisemitist siyasetçiler etkin oluyorlar. 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyılın başında Fransa’da boy gösteren, Avrupa’da yaygınlaşan yeni bir antisemitizm dalgası ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerle çok ilgili.
Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği’nde kapitalizmin yarattığı ekonomik adaletsizliğin, ayrımcılık ve kısıtlamalardan dolayı üretim araçlarının mülkiyetine sahip olamayıp, ticaret ve finansman alanlarında faaliyet gösteren Yahudilerin üzerine yüklendiğini, Yahudilerin günah keçisi haline geldiklerini yazmışlardı: “Kapitalist varoluş biçimlerini ülkeden ülkeye taşıdılar ve bu varoluşun acısını çeken herkesin nefretini üzerlerine çektiler… Yahudiler kapitalizm yüzünden alt sınıfa düşen zanaatkârların ve köylülerin gözüne batan çöp parçası gibiydi.” Yahudilerin günah keçisi haline gelmeleri sürecinde 19. yüzyıl Avrupa’sında ekonomik gelişmeyle birlikte ortaya çıkan kültürel dinamikler ve bunlara yönelik tepkiler de önemli bir rol oynamış.
Orlando Figes, Europeans (Avrupalılar) başlıklı kitabında, teknolojik gelişmelerle birlikte, demiryolu ağının ulaşımı büyük ölçüde kolaylaştırmasının sonucu olarak, Avrupa’da sanat ve edebiyat üretiminin canlandığını, kültür alanında kozmopolitleşmenin yaygınlaştığını anlatıyor. Kitaplar farklı dillere çevriliyor, konserler, opera performansları Avrupa’yı bir uçtan öbür uca katediyor. Bunların itici gücü, günlük hayatın çalışma temposundan bir süreliğine kurtulmak, keyif almak arzusunda olan sekülerleşmiş burjuvazi. Daha fazla okur, daha fazla konser izleyicisi, kültürün bir sanayi haline gelmesi, ticarileşmesi sonucu yaratıyor. Bu dönemde Avrupa düzeyinde ün kazanan Yahudi müzisyenler ve yazarlar var; uluslararası organizasyonları gerçekleştiren, müzik salonları işleten, yayınevleri kuran girişimciler arasında da Yahudi olanların oranı yüksek. Bu durum, önceki dönemlerde tüccarlık ve tefecilikle ilişkilendirilen Yahudilerin, bu sefer de kültürel kozmopolitizmin simgeleri, sanatın ticarileşmesinin ve yozlaşmasının öncü aktörleri olarak görülmelerine yol açmış. Farklı ülkelerde ortaya çıkan tepkiler Yahudileri hedef alma konusunda birleşiyorlar. Londra’daki Müzik Birliği (Musical Union) 1845 tarihli bildirisinde ticari konserlerin Yahudi spekülatörleri zengin etmek dışında yararı olmadığı görüşünü ileri sürmüş.
Kozmopolitleşmeye en güçlü tepki Almanya’da ortaya çıkıyor. Fransa kaynaklı kültürel ürünlerin yanı sıra, Yahudi müzisyen ve yazarların Alman ulusunun ruhuna yabancı oldukları iddia edilen eserleri de hedefte. Bir zamanlar sosyalist olan, 1848 devriminde Bakunin’le birlikte barikatlarda yer almış Richard Wagner, Alman ruhunun canlanması, Fransız kültüründen ve Yahudi etkisinden kurtulması için Germen mitolojisini temel alan bir tiyatro-opera hareketi başlatıyor, Bavyera’nın Bayreuth kentinde bir merkez kuruyor, festivaller düzenliyor.
Kozmopolitizm karşıtlığının tetiklediği yeni antisemitizm için Alman romantik akımı da uygun düşünsel zemin hazırlamış. Isaiah Berlin, Romantikliğin Kökleri kitabında, merkezî devlet kurulmadığı için Paris gibi bilimsel ve kültürel faaliyetlerin yoğun yaşandığı bir başkente sahip olamamanın Alman aydınlar arasında aşağılık kompleksi doğurduğunu ve bunun da Fransa kaynaklı görünen Aydınlanma düşüncesine ve özellikle evrensel insan kavramına yönelik tepkiyi beslediğini anlatıyor. Bu değerlendirmeye Almanya’nın geç sanayileştiğini, Almanların Londra gibi bir başkente de sahip olmadıklarını, liberal düşünceden ve ampirisizmden de çok az etkilenmiş olduklarını ekleyebiliriz.
Alman romantik akımının ürünü olarak görülebilecek völkish (halkçılık) anlayışının kavramsallaştırılmasına en büyük katkıyı yapan, Kant’ın talebesi Johann Gottfried Herder. Herder, Aydınlanma düşüncesinin alâmetifarikası olan eşitlik ilkesini benimsiyor, halkların eşit değerde olduklarını savunuyor; sömürgeciliğe, köleleştirmeye karşı çıkıyor. Ancak, Fransa mahreçli gördüğü evrensel insan kavramına da aynı şiddette karşı. Bireyin içinde yaşadığı toplumun kendine özgü kültürü tarafından belirlendiğine, davranışlarının da ancak bu kültürün tanımlayıcı özellikleri dikkate alındığında anlaşılabileceğine, değerlendirilebileceğine inanıyor. Herder, ırk kavramına sıcak bakmıyor. Tarihin, kültür birikiminin halklara bir ruh kazandırdığını, halkların kendilerine özgü ruhlarını kaybetmemeleri için melezleşmemeleri gerektiğini savunuyor. Herder de Yahudilerin değerli bir kültür yaratmış oldukları düşüncesinde. (Hannah Arendt, Herder’i Yahudi dostu olarak tanımlamış). Ancak, taş yerinde ağırdır misali, bu değerli olma hali kadim zamanlarda, kendi topraklarında yaşıyorlarken söz konusu. Herder, Avrupa’ya göç etmeleriyle Yahudilerin köksüz bitkiler haline gelmiş olduklarını, Avrupa uluslarına yabancı kaldıkları, kalmaya devam edecekleri görüşünde.
Tarihten gelen kültür birikiminin halka kazandırdığı ruh kavramının Nazizm öncesinde popüler hale gelen milli ruha sahip völkish ideolojisine temel teşkil ettiğini söylemiştim. Irkçılığın güçlenmesiyle, “ırk” bu ruhun kurucu öğesi haline gelmiş. Irkın belirlediği ruh kavramının öne çıkmasıyla, Herder’in farklı kültürlere sahip halkların eşit olduklarına dair düşüncesi geri plana itilmiş. Tarihî süreçte oluşan kültürün yarattığı milli ruh, tarih boyu saflığını koruyan ırk düşüncesine dönüşmüş. Melezleşmeyi Alman halkının ruhu için tehlike olarak görmesi de yeni antisemitist teorilere katkı sağlamış. Aydınlanma’ya karşı tepki olarak ortaya çıkan Alman romantik akımının sonraki temsilcilerinden felsefeci Julius Langbehn ve Paul de Lagarde, Yahudileri Alman köylüsünün saf biçimde temsil ettiği Alman ruhuna, Alman romantik akımı için kutsal olan toprağa ve doğaya düşman, köksüz ve zararlı ırk olarak ilan ediyorlar.
Hitler’i derinden etkilemiş olan Houston Stewart Chamberlain, insanlar üzerinde yapılan araştırmalarda Aryanlarla Yahudiler arasında ırksal farklılıkların ortaya konamaması üzerine, bilimin sözde sonuçlarına gereğinden fazla önem vermenin zamanın vahim hatası olduğu yorumunu yapmış. Chamberlain, ırki özelliklerin ne kadar hayati önemde olduğunu doğrudan deneyimlediğimizi, bilimin görevinin sezgisel olarak bildiğimiz gerçeğin kanıtlarını ortaya koymak olduğunu iddia ediyor. Chamberlain’ın 1899 tarihli Foundations of the Nineteenth Century (On Dokuzuncu Yüzyılın Temelleri) başlıklı kitabında öne sürdüğü teze göre, antik dönemin kaos ortamından iki saf ırk ortaya çıkmış: Tötonlar ve Yahudiler. Tötonlar en üst düzeyde Aryan niteliklerine sahip, Almanlar da en fazla Töton ırk. Tötonlar Ortaçağ’da yeni bir uygarlık, yeni bir kültür yaratmışlar. Dinde reform hareketi ile Roma’nın nüfuzunu silkeleyip atmışlar. Chamberlain, Yahudilerin saflıklarını korumuş güçlü bir ırk olarak Avrupa ulusları için büyük bir tehdit oluşturduklarını iddia ediyor. Yahudiler, Avrupa’nın idealistçe yaklaşımını fırsat bilip, bütün halkları hakimiyetleri altına almak için seferber olmuşlar. Avrupa’nın hukuku, bilimi, ticareti, edebiyat ve sanatı Yahudilerin gönüllü köleleri haline gelmiş. Chamberlain’a göre, ırkların savaşı tarihinin odağında iki saf ırk olan Almanların ve Yahudilerin arasındaki mücadele var. Bu nedenle Almanların, kurtuluşları için, Yahudi kanından ve Yahudi ruhundan arınmaları gerekli.
Habsburg imparatoru II. Joseph, 1782’de ilk kez Yahudileri devlet yararına çalışmaları şartıyla bazı açılımlar yapmış. Hıristiyan okullarına ve üniversitelerine Yahudi öğrencilerin alınmasına, Yahudilerin çeşitli meslekleri icra edebilmelerine izin vermiş. Ancak Yahudilerin Almanya’da eşit vatandaş haline gelebilmeleri Almanya’yı işgal eden Napolyon orduları tarafından Yahudi gettolarının sınırlarını belirleyen duvarların, tel örgülerin yıkılmasıyla gerçekleşiyor. (Bu tarihî simgeselliğe sahip olay Alman milliyetçiliğinin belleğinde Fransa-kozmopolitizm-Yahudi ilişkisinin kurulmasına ve canlı kalmasına da yol açmış.) 19. yüzyılın sonlarında Almanya’da Yahudiler sosyal ve kültürel hayatta, üniversitelerde, kamusal görevlerde daha fazla yer alıyorlar. Büyük kentlerde burjuva olarak yaşayan Yahudilerin kültürel kimlikleri, taşrada daha sıkı cemaat ilişkileri içinde, geleneklerine bağlı olarak yaşayan Yahudilere kıyasla daha az belirgin hale geliyor. Bunların bir kısmı vaftiz oluyor, Yahudilerle Yahudi olmayan Almanlar arası evlilikler artıyor.[2] Hitler ve arkadaşları için Alman ulusuna asıl tehdit, Alman toplumuna entegre olup ırkı melezleştiren, Alman halkının kültürünü yozlaştıran Yahudilerden geliyor.
Michael Mann, The Dark Side of Democracy (Demokrasinin Karanlık Tarafı) kitabında, ırk skalasında Nordik Germen ırkın en üstte olduğuna dair Hitler ve arkadaşları tarafından benimsenmiş ırk teorisinin ortalama SS’ler arasında yaygın olmadığını yazmış; Eichmann’ın bu teoriyi savunan Nazi kodamanlarını alaya alan sözlerini aktarmış. Buna karşılık, Yahudilere yönelik, yeni ırkçı teoriler etkili oluyor. Yahudiler artık bir dinî azınlık olarak değil, ırk olarak tanımlanıyorlar. Afrikalı yerlilere yakıştırılan, geri zihinsel yeteneklere tekabül eden ırk skalasının alt basamakları Yahudiler için söz konusu değil; Yahudiler aşırı kurnaz, siyasi emelleri olan, tehlikeli bir ırk. Yahudi kapitalistlerin Alman halkını sömürdüğü, Yahudi yazar ve sanatçıların Alman kültürünü yozlaştırdığı, Alman milli ruhuna zarar verdiklerine dair söylemler geniş kesimlerce benimseniyor. Bunlar Nazi ideolojisinin popüler hale gelmesine de katkı sağlıyor. Bu yaygın kabulün önemli nedeni kuşkusuz Yahudilere yönelik din temelli ayrımcılığın köklü bir geçmişe sahip olması. Umberto Eco, Beş Ahlak Yazısı’nda, tarih boyunca Yahudi gettolarının bulunduğu hemen her yerde Yahudilerle ilgili toplumun alt kesimlerinde oluşmuş ve süregelmiş önyargılar sayesinde, 19. yüzyılda vücut bulan yeni antisemitizmin hızlı biçimde yaygınlaşmış olduğunu söylüyor. Eco da “yabanıl hoşgörüsüzlüğü” doktrinlerin yoktan yaratmadığı, var olan yabanıl hoşgörüsüzlüklerin ırkçı doktrinlere güç kazandırdığı düşüncesinde.
Bu tabloya savaş sonrası Alman toplumunda hakim olan ruh hali de eklenmeli. Yenilginin ve maruz kalınan ağır ekonomik zorlukların nedeninin yabancı güçler ve Alman milli ruhuna yabancı olan Yahudiler olduğu, Yahudilerden arınılması halinde Alman ulusunun ırklarından ve kültürlerinden gelen potansiyeli geliştirebileceği düşüncesi savaş sonrası ortamda verimli zemin buluyor. Erich Fromm’un Özgürlükten Kaçış eserinde belirttiği gibi, toplumsal koşullar, toplumun psikolojik ihtiyaçları ve mevcut önyargılar ideolojiyi şekillendiriyor, ideolojinin hangi unsurlarının yaygın inanış haline geleceğini belirliyor.
Andre Postert’in yayına hazırladığı Hitler’in Çocukları kitabının konusu, 17 yaşında Hitler Jugend (Hitler Gençliği) örgütüne katılmış olan Franz Albrecht Schall’ın tuttuğu günlükler. Bunları okuduğumuzda, Nazi hareketini gençler için çekici hale getiren öğeleri görebiliyoruz. Schall, “ulusun vicdanı” olduklarını, Alman halkına “özgürlük”, “çocuklarına iş ve aş sağlamak” için, “kurtuluş özlemi çeken genç Alman emekçisi” için mücadele ettiklerini yazmış. “Ülkenin nereye sürüklendiğini görmek, kavramak istemeyen sefil burjuvalardan” nefret ettiğini söylüyor. Ekonominin “halkın hizmetinde” olması gerektiğine, “emek ve üretimi canlandıracak Alman ruhu”nun yakında Almanya’yı inşa edeceğine inanıyor. Bunun için “Alman halkını yoksulluk ve utançtan kurtaracak … Alman ruhuna yol gösteren Führer’in arkasında bütünleşmek; yabancıların, sadece kendi çıkarlarını düşünen büyük tüccarların, bunların işbirlikçisi, temsilcisi Yahudilerin hegemonyasından kurtulmak” gerekli. Schall’a göre, Alman ırkının, ruhunun sahip olduğu potansiyel güç canlandığında kurtuluş sağlanacak, yeni bir toplum yaratılacak.
Naziler, halkını sömüren Yahudi işadamları, tüccarları ile Alman ruhuna zarar veren Yahudi yazarlar, sanatçılar, bilim insanları söylemlerini kullanıyorlar, bu algıları körüklüyorlar. Yahudi, halka karşı sorumluluk hissetmeyen kapitalizmin, kozmopolitizmin, kişisel çıkarları her şeyin önünde tutan bireyci anlayışın, ulus yerine bireyi kollayan liberal hukuk anlayışının temsilcisi haline geliyor. Ancak bu Batı Avrupalı Yahudi profili. Bir de Doğu’daki Yahudi var. Bu ikincisi dünyaya egemen olma emelini liberal değerlerin arkasına gizlemiyor, Bolşevik hareketini yöneterek, şiddet kullanarak Avrupa’yı ele geçirmeye girişiyor. Bu teorinin dayandığı olgusal durum, Bolşeviklerin ve devrimci örgütlerin liderleri arasında Yahudilerin de olması. Michael Mann’ın da işaret ettiği gibi, Avrupa tarihinde ilk defa Yahudiler bir sosyal ve siyasi harekette bu kadar önemli pozisyonlarda bulunuyorlar.[3]
I. Dünya Savaşı’ndan sonra Habsburg İmparatorluğu’nun dağılmasıyla Avusturya emperyal gücünü ve denetim altında tuttuğu toprakları kaybediyor, bağımsızlıklarını kazanan Slav ülkelerinde etnik Almanlar ikinci sınıf vatandaş haline geliyorlar. Bu durumun yarattığı hınç duyguları, Hitler gibi Avusturya kökenli milliyetçiler arasında Almanya ile bütünleşerek bölgeyi hakimiyeti altına alacak bir emperyal güç oluşturma hayalini canlandırmış olmalı.
Doğu savaşında anti-komünizm ve Yahudiliğin Bolşevizm’in kaynağı olduğu söylemi ideolojik motivasyon unsurları olarak kullanılmış. Bunlara ilaveten, Hitler ve arkadaşları, Slavları, Afrikalı yerliler gibi, ulus olma ve yaşadıkları topraklarda egemenlik kurma hakkına sahip olmayan aşağı bir ırk olarak görüyorlar. Mann, Nazilerin ele geçirdikleri yüksek eğitim görmüş bütün Polonyalıları öldürdüklerini söylüyor. Üç milyon Yahudi olmayan Polonyalı, dört milyonu Ukrayna’da, iki milyonu Belarusya’da, bir buçuk milyonu Rusya’da olmak üzere, altı-yedi milyon Sovyet vatandaşı katledilmiş. Anlaşılan o ki ideolojik şartlanmayla ırkçılığın bütünleşmesi Nazilerin Doğu savaşında olağandışı bir vahşet göstermeleri için motivasyon sağlamış.
[1] Aristoteles bir istisna. Politika kitabında, kölelerin özgür insanlardan farklı fiziksel özelliklerine bağlı nedenlerle zihinsel yeteneklerinin gelişmemiş olduğu şeklinde köleliğe “rasyonel” bir açıklama getirmeye gayret etmiş.
[2] Suç ve Kefaretin Ötesinde kitabında Jean Améry, tam bir Alman olarak yetiştirildikten sonra, Naziler tarafından nasıl Yahudileştirildiğini anlatıyor. Harald Jähner de Aftermath (Sonrası) kitabında II. Dünya Savaşı’ndan sonra hayatta kalan Münihli modern topluma entegre olmuş Yahudilerin Doğu Avrupa’dan göç eden, geleneksel kültürlerine bağlı, farklı âdetleri olan, farklı giyinen Yahudilerle aralarındaki gerilimleri aktarmış.
[3] Claudio Lomnetz, Doğu Avrupa’dan Güney Amerika’ya göç eden ailesinin hikâyesini anlattığı Nuestro America (Bizim Amerikamız) adlı kitabında, Perulu devrimci Jose Carlos Mariategui’nin sözlerini aktarmış. Mariategui, “tüm ırklarla birlikte olmak zorunda kaldıklarından Yahudi dünyasının bütün duyguları, dilleri, sanatları içerdiğini” söylüyor. Yahudilerin “yeni enternasyonal toplumun mayası” olabileceklerine inanıyor. Avrupa kıtasında maruz kaldıkları sonu gelmeyen dışlamalar ve ayrımcılık nedeniyle zorunlu olarak deneyimledikleri kozmopolitizmin önemli bir değer olarak kabul edilmesi muhtemelen Siyonizm’e ilgi duymayan Yahudi aydınlarının sosyalizme meyletmelerinde rol oynamıştır.