Yas Tutmayı Unutmak ya da Bülbüllerin Bitmeyen Geğirtisi

Yas sözcüğünü sözlükler “ölüm veya büyük bir kaybın ardından yaşanan derin üzüntü ve bu üzüntüyü yansıtan davranışlar” olarak açıklıyor. Büyük bir kayıp yaşamayanımız yoktur, hepimiz kaybın ardından gelen boşluk duygusunu ve kederi tanırız. Şüphesiz yas doğrudan fiziksel kayıpla ilgili bir muhasebe hesabından öte, kişinin kayıp sonrasında ortaya çıkan karmaşık bağlılık duyguları ve içsel değerler sistemiyle ilgilidir. Yas dönemi, yitirilenin ardından yaşanan derin bir duygusal hareketlilik ve belki de kişinin dünyaya daha başka gözlerle bakmasını sağlayacak bir içe dönüş hali olarak değerlendirilebilir. İnsan basit bir makine olsaydı, yitirdiğinin ardından yas tutmak yerine vakit yitirmeden kaybının telafisini düşünür olurdu. Ama açık ki hepimiz oldukça karmaşık varlıklarız ve yas, hiç şüphesiz insana ait olan her şey gibi, adlandırılıp sözlükler ya da bilim kitaplarında açıklanır olmaktan çok önce de vardı. İlkel olduğu söylenen kimi kabilelerde eti için avlanan bir hayvan ya da öldürülen bir düşman için de yas tutulabildiğini, bu konuda geleneklerin olduğunu biliyoruz. Yine ilkel toplumlarda da ölenle vedalaşmanın önem taşıdığını, hatta ölüye olan tüm o saygının yanı sıra, ölenlerle yaşayanların dünyasının ayrılmasının da neredeyse içgüdüsel biçimde önemsendiğini, örneğin törensel bir definin ardından, ölenin yaşayanların arasına geri gelmemesi için toprağa verenlerin eve dönüş yollarını özellikle karmaşık hale getirebildiklerini de biliyoruz. Bu davranış ilk anda insanı gülümseten çağrışımlar yapmakla birlikte, şüphesiz ölenlerle yaşayanların dünyasının yaşam adına ayrılması arzusuna işaret ediyor.

Freud, 1915 tarihli Yas ve Melankoli'de[1] yas konusunu ele alırken, yas tutan bireyde gözlenen belirtilerin bugün “depresyon” başlığı altında ele alacağımız melankoliyle benzerliği karşısında bir ayrım yapmak ihtiyacı hissetmiş ve farkı oldukça veciz biçimde ortaya koymuştur: “Yasta dünya yoksul ve boş bir hal alır, melankolide ise yoksul ve boş hale gelen Ben’in ta kendisidir.” Freud’un burada dikkatimizi çekmek istediği, yasın somut bir kaybın sonucu ortaya çıkan bir duygusal cevap olduğudur. Değerli olanının yitimi karşısında yas tutan için dünya, renklerini yitirerek anlamsızlaşacaktır, çünkü dünyanın renkleri ve anlamı onun için yitirilen sevgi nesnesi aracılığıyla görünür, hissedilir oluyordu. Öyleyse yas tutan yitirdiği sevgi nesnesini bir süre için içinde yaşatacak, dolayısıyla onun için dünyanın renkleri de ancak içinde yaşattığı artık bir hayale dönüşmüş sevgi nesnesi aracılığıyla var olacaktır. Hangimiz yitirdiğimiz bir aile yakını ya da sevgili ile içimizde söyleşmekten vazgeçebilmişizdir? Ayrılığın elbette sadece ölümle ortaya çıkmadığını da unutmamak gerekiyor elbette. Gereğince yaşanan bir yasın sonucunda içselleştirilen sevgi nesnesiyle olan ilişki farklı bir boyuta taşınmış ve yitirilmiş olan değerini korumakla birlikte, artık geleceği olmayan bir anıya dönüşmüştür. Bu dönüşüm vedalaşmayı başarma ve yas tutanın duygularında gerçek dünyayı ve bu dünyanın dayattığı ayrılığı kabullenebilir hale gelmesi anlamına gelir. İçselleşen sevgi nesnesi ile olan ilişki daha gerçekçi bir boyuta taşınmıştır, kişi artık sevgisini ve içsel canlılığını yeniden dünyaya yansıtmaya hazırdır. Bu basit bir ikame arayışından öte, yas tutanın yasını tamamlayarak artık yeni bir sevgi nesnesi aracılığıyla gerçek dünyadaki renkleri görmeye hazır olduğu anlamına gelir; kişi yaşamına geri dönmeye, duygusal enerjisini kendi içinden yeniden dışarı çevirmeye hazırdır. Yas ruhsal bir rahatsızlık değildir, kişinin kayba verdiği sağlıklı bir tepkidir. Freud’un ifadesine dönersek, yasta benlik “yoksul ve boş bir hal” almamış, sadece dünyadan bir süreliğine çekilmeyi tercih etmiştir. Depresyonda ise somut sebebi ortaya koymak kolay değildir, söz konusu olan “Ben’in yoksul ve boş hale” gelmesidir…

Yas davranışının tüm kültürlerde kabul gördüğünü ve saygın bir yere sahip olduğunu biliyoruz, ama modern kapitalist toplumun yas tutmayı çok da yüceltmediği açık. Kapitalizmin arzu ettiği işleyiş, fabrika verimliliği içerisinde üretmeyi ve tüketmeyi gerektirir. Bu amaçla fabrikalar ve AVM’ler birbirlerinin birer negatifi olacak şekilde tasarlanmışlardır: her ikisinde de boşluk istenmez, ne üretirken ne de tüketirken zaman ve mekân boşa harcanmalıdır; bu açıdan AVM’ler ve fabrikalar gerek işleyiş gerekse mimari açıdan fazlasıyla benzeşirler. Her ikisinde de kesintisiz, engellenmeyen bir akış esastır: zaman ve objelerin para birimi üzerinden sayısallaştırılıp hesaba dökülebilir hale getirilmiş akışı. Yas ise bu kutsallaştırılmış akışın durması riskini taşır. Yas tutan dış dünyayla olan ilişkisini bir süreliğine askıya almıştır. O, duygularına bir düzen vermeye çabalamaktadır ve üretmek ya da tüketmekten öte kendi içine çekilmiştir. Üretmeyen ve tüketmeyenin kapitalist toplumla “alışverişi” kalmamış demektir; yas tutan birey kapitalist sistem için bir safradır. Elbette yas yasaklanamaz (19. yüzyılda değiliz!) ama teşvik edilmesi de söz konusu olamaz. Yeni erdemin bayrağında doğrudan kutsal dil olan İngilizce “The show must go on!” yazdığını düşünebiliriz, iç dünya hesaba katılmaz; esas olan kişinin bir an önce “aklını başına toplayıp” hayatın akışına katılması ve gösteriyi sürdürmesidir. Oysa yasın kendisi, temel bir gereklilik olarak hayatın akışı içerisinde önemli bir yer tutar.

Psikanalist ve yazar Darian Leader’ın kapitalist toplumun yası elinin tersiyle itmesi konusunda Depresyon, Yas ve Melankoli[2] isimli kitabında ortaya attığı ilginç bir tez var. Leader, zombi filmlerinin tüm dünyada nasıl olup da bu derece ilgi çekebildiği sorusunu soruyor. Cevap, şüphesiz zombi filmlerini tümünün içerdiği ana öykü özetlenerek ortaya konduğunda anlaşılır hale geliyor: Tek cümleyle özetlersek bu filmlerin tamamında bir türlü öldürülemeyen ölüler var, mezarlarından kalkıyorlar ve yaşayanların başına musallat oluyor. Ne kadar saçma değil mi? Peki nasıl oluyor da böylesi basit bir temel üzerine kurulan sayısız öykü, film vesaire kendilerine dünya çapında hevesli okuyucu ve izleyici kitleleri bulabiliyor? Leader’a göre bu tam da yasın geçiştirilmesiyle ilgili: Kişi çok küçük yaşlardan itibaren kayıplarının yasını tutmaktan alıkonuyor, yas ölenlerle içsel vedalaşmayı sağlayacak derinlikte yaşanmadığı için ölenler geleceği olmayan anılara dönüşmüş değiller, sadece unutulmaları gerekiyor. Elbette unutmakla unutmayı arzulamak bambaşka şeyler ve zihinlerdeki bu alacakaranlık, kolektif bilinçdışında geri dönüp başa bela olmaya hazır zombiler için fazlasıyla geniş bir alan yaratıyor. Burada belki de eklenecek soru içsel yolculuktan kaçınıp vedalaşmayı savsaklayarak zombileşenlerin kimler olduğu olabilir. Ölenler mezarlarında yatıyor; yaşayanlar ise sağlıklı ve anlamlı biçimde ilişkilerini yeniden tanımlayıp dünyalarını ayıramadıkları, bir türlü yaşayamadıkları için zombileşiyor olabilirler mi? Öykülerde de mezarlarından kalkan zombiler, yaşayanları zombilere dönüştürmüyor mu?

Çevremizi saran hoyrat dil, hayatın uzak durulamaz hale getirilen karmaşası hepimizi sandığımızdan çok daha derin biçimde yaralıyor olabilir mi? Yakın zamanlı ve basit bir örnek vermek gerekirse orman yangınları sonucu yaşamını yitiren kanatlı hayvanların “beyaz et” olarak adlandırılması ve ölen hayvanlar konusunda devletin en üst makamından "Şimdi televizyonlarda konuşuyorlar, dinliyorum. ‘Canlılar şöyle yandı böyle yandı.’ Eyvallah, ya yangın olur da ormanda canlılar yanmaz mı? Tamam da ondan sonra ne yapacağız? Hemen tedbirlerimizi aldık, dedik: Bütün bu canlıların hemen defnini yapın, ardından da bütün bu canlıların sahiplerine bu canlılar kadar hemen ödemelerini yapacağız,” açıklaması bu yazının ilk paragrafında yer alan ilkel toplum örnekleriyle kıyaslanabilir ya da su katılmamış kapitalizmin ölümden ne anladığı üzerine bir ders niteliği taşıyabilir. Elbette savaşların havai fişek gösterisi gibi sunulabildiği ve ölü sayılarının zaferin ölçüsü olarak haber bültenlerinde yer alabildiği bir dünyada benzeri sayısız hoyratlık her gün karşımıza çıkarken görüp işittiklerimizin bizleri şaşırtması günden güne güçleşiyor.

Bu işleyişi kabullenmekten ötesinin anlamsız olduğunu iddia edecek kalabalıklar oluşturuldu dünyanın dört bir yanında. “Hayat böyledir,” deniyor, “direnmek anlamsız, kimseye faydası yok, direnmenin belki direnene zararı var.” Para hesabına vurulup muhasebesi tutulabilenin dışındakini yok sayma, yok sayılanı yarattığı duygularla birlikte unutturma arzusu, günlük koşuşturmanın ötesini işaret eden tüm duyguların değersizleştirilmesi “verimlilik” adına tercih ediliyor. Duygusal dünyanın sığlaştırılması, yaşamın biricik enerji kaynağı olan duyguların değersizleştirilmesi, ölümle yaşam arasındaki çizginin silikleşmesi anlamına geliyor. Birey, yaşamını ilk yıllarından başlayarak uyum adına tüketim dünyasının sığ akıntısının içine hapsediliyor, sürüklenmek ve sığ suyun içinde yavaş yavaş boğulmak ise zombileşmek anlamına geliyor. İnsan, vurguladığımız gibi basit bir makine değil ve hayat basitçe üretme ve tüketme döngüsünü sürdürmekten fazlasını içeriyor, hepimiz sözcüklerin yetersiz kaldığı duygulara sahibiz ve iç dünyayı yok saymak, unutmuş gibi yapmak bizi yaşamın kendisine yabancılaştırıyor. Yüzleşmekten kaçındığımız, unutmuş gibi yaparak yabancılaştırdığımız her şey, günü geldiğinde çok daha yakıcı ve acı verici biçimde kapımızı çalmak için hazır bekliyor. Bastırıp bilinç dışımıza attıklarımız sadece zombi filmlerinin malzemesi değil, kolektif bilinç dışımızdan taşanlar tüm vahşiliğiyle haber bültenlerimizin de hammaddesi.    

Yüzleşmekten kaçındığımız, en çok ötelediğimiz duygu, dünyanın aldığı şekil karşısındaki hayal kırıklığımızla ilgili olabilir mi? Çok daha iyi ve adil, yitirilmiş bir olası dünyanın yasını tutmaktan kaçıyor olabilir miyiz? Tüm o yapmacık Hollywood filmleri, televizyon dizileri, reklamlar ve etrafımızı saran o rengârenk tüketim objeleri, elbirliğiyle bizi hayatımız ve topluca ziyan etmekte olduğumuz daha iyi bir dünyaya ilişkin olasılıklar üzerine düşünmekten alıkoyuyor olabilir mi? Modern kapitalizmin ürettirme ve tükettirme hırsı, her şeyden çok olup bitenin ötesine ilişkin duyguları bastırmak zorunda; birey sistemin içinde kalmalı, günlük olup bitenlerin ötesinde bir dünyayı tahayyül etmekten uzak tutulmalı. Candid’de alaycı biçimde ifade bulan “olası dünyaların en iyisinde” yaşadığımız konusundaki şüphe, geçmişte olduğu gibi bugün de dayatılan sistemin yıkılışına gidecek derin bir çatlak.

Böylesi bir dünyada derin bir mutluluğun olamayacağı açıktır, komedi filmlerinin ya da masaj yapan elektrikli koltukların vereceği türden bir eğlence ve huzur bulunabilir belki. Ve daha önemlisi bu dünyada keder ve yasa da yer yoktur, akışın duraksamaya tahammülü olmadığı için. Duraksama öncelikle gelir kaybı anlamına gelir ve daha da tehlikelisi her duruş yeniden harekete geçme ânında keskin bir yön değişikliğini mümkün kılar.

Emil Cioran Burukluk’ta[3] melankolinin olmadığı bir dünyada bülbüllerin geğireceğini söyler. Söz hiç şüphesiz vuruculuğunun ötesine geçen bir derinlik taşıyor. Dünyanın ve bireysel varoluşunun yüklerini yok sayan, olabilecek ama yitirilmiş gibi gözüken daha iyi bir dünyanın yasını tutmayanlar için anlam ve güzelliğin çıtası çok aşağı inmiştir. Bu dünyada AVM’ler birer cennettir, mutluluk yüzme havuzlarıyla ölçülebilir, takım elbise giyip önemli insanlara özgü donuk bakışlarla kameralara poz vermek ise yüceliğin ta kendisidir. Mesela böylesi bir dünyada devletin üst düzey görevlileri kameraların karşısında birbirlerine depremde yıkıntılar arasında sıkışmış bir çocuğun endişe dolu son bakışını taşıyan fotoğrafını hediye edebilirler, tıpkı 2012 yılında Van depreminde hayatını yitiren on iki yaşındaki Yunus Geray’ın fotoğrafının hediye edilmesinde olduğu gibi.  Fotoğrafın altın yaldızlı zevksiz çerçevesi içinden çaresizce bakan ve artık yaşamadığını bildiğimiz çocuğun endişeli yüzü ve bu fotoğrafı ellerinde tutarken bir haber fotoğrafının öznelerine dönüşen muktedirlerin yüzlerindeki anlam yoksunluğu tüm bir ülkede yaşanmak üzere olanı açık biçimde haber vermektedir. Eylemin gösterdiği gibi yas duygusu tedavülden kalkmıştır; ne ölenlerin ardından ne de daha iyi bir dünyaya dair yitirilen fırsatların yasını tutmak söz konusu olabilir. Ürkütücü geleceğin haberi ise duyulmaz bile, bülbüllerin geğirtisi her şeyi bastırmaktadır.

Freud yas ve depresyonu birbirinden ayırırken çok önemli başka bir noktaya daha işaret eder: Depresyondaki birey, kederin yanı sıra değersizlik ve suçluluk duygularıyla da boğuşmaktadır, yas tutanın ise hissettiği kederdir, acısını yaşar ama değersizlik ve suçluluk hisleriyle mücadele etmek zorunda değildir. Yas, bireyde kendi benlik değeri konusunda kuşkular yaratmaz ve yine yasın içinde depresyondan farklı olarak ölçülü bir mizaha da yer vardır: Yitirilenle ilgili komik bir anı değerini korumaya devam eder ve hatırlayanları gülümsetir, oysa depresyondaki birey için içten bir gülüş kaybedilmiştir.  Yasa hoyratça sırt çevirmenin, her koşulda gösteriyi sürdürmek zorunda olunduğuna dair inancın bedeli oldukça ağır olabilir. Bir türlü geride bırakılamayan yas kadar geçiştirilen yasın da depresyona dönüşmeye aday olduğunu biliyoruz ve çağdaş psikanalistler bize, depresyonun sürdürülmekte zorlanılan, anlamını yitirmeye başlayan bir hayata verilen cevap olarak da görülebileceğini hatırlatıyor. Tatsız sürüklenişimiz içinde yasın samimi hüznü ve içe dönüşüyle gelecek bir duraksamayı ve yeniden değerlendirme fırsatını umarken, belki de bizleri bekleyen artık sadece depresyonun sert ve sarsıntılı frenidir.  


[1] Freud, S. Yas ve Melankoli, çev. Aslı Emirsoy, Telos Yayınevi, İstanbul, 2015.

[2] Leader, D. Depresyon, Yas ve Melankoli, çev. Ayça Göçmen, Encore Yayınları, İstanbul, 2018.

[3] Cioran, E. Burukluk, çev. Haldun Bayrı, Metis Yayınları, İstanbul, 2019.