Selim Birsel’in Kurşun Uykusu enstalasyonu ilk olarak 1995 yılında Ankara Gar’ında açılan, Sanart’ın “Tabular ve Sanat Sempozyumu” çerçevesinde gerçekleşen GAR sergisinde[1] kendine yer edinmiştir. Sergi, açılışının ertesi günü “toplumun moralini bozduğu” gerekçesi ile kapatılmıştır. Enstalasyon on iki adet kâğıt beden kalıbından oluşur. Kurşun Uykusu işi kendi belirlenimlerim ve birikimlerim doğrultusunda ifade özgürlüğü, eleştirel sanat, sloganlaşma ve sinisizm doğrultusunda ayrı ayrı ve birbirleriyle ilişkileri çerçevesinde ele alınacaktır. Bunu yaparken Selim Birsel’in kendi işi Kurşun Uykusu’na ve GAR sergisine ilişkin ifadeleri ve düşüncelerine yine Burak Delier’in aynı enstalasyon ve sergiye ilişkin detaylı ve oldukça etkili metnine başvurulacaktır. Bunun nedeni enstalasyona ilişkin hem sanatçının deneyimlerinin ve düşüncelerinin hem de Delier’in yazısının düşünce zeminini genişletip, zenginleştirecek nitelikli olmasıdır.
Delier, “GAR” başlıklı Selim Birsel’in Kurşun Uykusu da dahil sergideki enstalasyon ve işleri ele aldığı yazısında, 1995 yılında kısa süreli gerçekleşmiş bu sergi ve yazıyı yazdığı 2011 yılı arasındaki ortak noktanın toplumsal, bedensel, ruhsal katılaşmışlık olduğunu ve bu durumu “politika” ve “ifade özgürlüğü” gibi pratik kavramlarla ilişkilendirerek anlamaya çalışmanın doyurucu bir sonuç ortaya çıkarmayacağını ifade eder.[2] 2011 yılından dört sene sonra 2015 yılında düzenlenecek olan Barış Mitingi’ne düzenlenen saldırı sonucu yaşanılan Ankara Garı Katliamı da göz önüne alındığında 1995, 2011, 2015 ve şu an bu yazının yazıldığı 2022 tarihlerinin ortaklaştığı nokta, Delier’in 2011 yılında belirttiği gibi yine toplumsal, ruhsal ve bedensel katılaşma olarak tanımlanabilir. Delier, “ifade özgürlüğü”nü pratik bir kavram olarak kabul etmekte ve bu katılaşmışlığı ifade özgürlüğü ile ilişkilendirerek anlamaya çalışmanın doyurucu olmayacağını belirtmektedir. Ancak aksine tam da ifade özgürlüğünü nasıl algıladığımız üzerine düşünmek bu tarihlerin ortak noktası olarak ifade edilen toplumsal, bedensel, ruhsal katılaşmışlığa ilişkin anlayışımızı derinleştirme imkânı sunacaktır.
Selim Birsel, “Dün Gar Yarın Belirsiz” başlıklı yazısında GAR sergisinin zamanında neden bu kadar gürültü kopardığını ara ara düşündüğünü ifade eder. Bunun nedeninin açılışının ertesinde kaldırılması mı yoksa sergiyi oluşturanların zamanın ruhuna, 1995 yılındaki Türkiye’deki toplumsal, politik kriz ortamına sanatla cevap vermiş olması mı olduğunu sorguladığını belirtir.[3] Birsel, geri dönüp baktığında “rahatsızlık verme” eyleminin, serginin parçalanarak kaldırılmasına neden olan unsur gibi göründüğünü ifade eder. Ancak ekler, kimin neden rahatsızlık duyduğu da muğlaktır, açık değildir. O tarihlerdeki politik iklim göz önüne alındığında, serginin bileşenlerinin işaret ettiği şeyler yükselen din olgusunu ilişkin mi, Güneydoğu’da akan kana ilişkin akla getirmiş olabilecekleri yüzünden mi rahatsızlık vermiştir, bilinmemektedir.[4]
İfade özgürlüğüne ilişkin konuşmaya başlanması gereken nokta tam da bu “rahatsızlık verme”, “rahatsız olma” noktasıdır. Eylem Cansalan, Spinoza düşüncesinde ifade özgürlüğünün metafizik temellerini irdelediği metninde Genevieve Lloyd’a atıfla ifade özgürlüğünün insan-bireyin sahip olduğu özgürlük kategorilerinden herhangi biri değil, var oluşun tam kendisi olduğunu vurgular.[5] Canaslan, Diego Tatian’la bir diyalog geliştirerek, Spinoza’ya göre insanların düşüncelerini saklamayı beceremediklerini, onları hep ortaya çıkarmaya, dilde dışsallaştırmaya ve dolaşıma açılmaya yöneldiklerini, dinî, felsefi, politik inançlara ilişkin insan çeşitliliğinin yok edilemeyeceği göz önüne alındığında ifade özgürlüğünü şiddetten uzak bir sosyal hayatın ahlâki bir buyruğu olarak değil, temel bir politik özgürlük olarak düşünülmesi gerektiğini belirtir.[6] Spinozacı metafizik bakımından temel dayanak noktası şudur: Tüm düşünceler veya kanaatlere müsaade edilebilir çünkü bunların hepsi Tanrı’yı/Doğa’yı ifade ederler.[7] Cisimler, bedenler gibi düşünceler ve fikirler de, tüm tekil şeyler de Tanrı’nın/Doğa’nın ifadesidir.[8] İnsan zihni Tanrı’nın/Doğa’nın kendi kendini düşünmesinin bir tezahürüdür. İnsan zihni yalnızca tek bir şeyi kendi bedenini ve bunun etkilenişlerinin fikirlerini düşünür ve Doğa’yı kendi deneyimlediği kadarı ile upuygun olmayan eksik bir şekilde algılar.[9]
Bu noktada söylenmesi gereken, iyi olduğu kadar yıkıcı olarak sınıflandırdığımız şeylerin de Tanrı’nın/Doğa’nın ifadesi olduğudur. Canaslan, bu duruma ilişkin Spinoza’nın natüralist metafiziğinin kozmolojik kayıtsızlığı da beraberinde getiriyor olmasına işaret eder. Ancak bu kayıtsızlık, aynı kaynaktan da gelseler tutku olmanın ötesine geçemeyecek olan yıkıcı fikirler ile ontolojik olarak upuygun fikirleri her anlamda eşitlemez. Yıkıcı olan düşünceler tutku olanın ötesine geçemediği için upuygun olmayan fikirlerdir ve upuygun fikirler kadar güçlü olamayacaklardır.[10] İnsan sonsuzun sonlu parçası olarak tek başına sonsuz olanı, yani Tanrı’yı/Doğa’yı kavrayamaz. Tek başına kendi eksikli yapısını yansıtarak yanılsamalı bir algı geliştirir. Sonlu olarak sonsuzu algılaması mümkün olmayan tekil birey diğer bireylerle birlikte Doğa’ya/Tanrı’ya ilişkin bilgisini arttırabilir, bu şekilde belirlenimlerine ilişkin bilgi sahibi olup bu sayede özgürleşebilir. Yani insan bilgi sahibi olabilmek ve özgürleşebilmek için diğer insanlara ihtiyaç duyar. Toplumsallık da bunun bir sonucudur; kendi menfaatine olduğundan insan tutkularını sınırlar. İfade özgürlüğü bu nedenlerle de Llyod’un dediği gibi var oluşun kendisi Tatian’ın vurguladığı gibi ahlâki bir buyruk değil, temel politik bir özgürlüktür.
İfade özgürlüğünü ele almak için Spinoza düşüncesine başvurmamın temel nedeni düalist olmayan natüralist bir yaklaşım olmaksızın ifade özgürlüğünü iyi/kötü, doğru/yanlış vb. ikililiklerden kurtarmanın oldukça zor olması, bu nedenle ifade özgürlüğü tanımlanırken de onu belirli dışlamalarla konumlandırmak zorunda kalınmasıdır. Bu durumda ifade özgürlüğü kapsayıcı bir şekilde düşünülemeyeceği gibi temel bir özgürlük olmaktansa yasaklamalarla belirlenen ahlâki bir buyruğa indirgenecektir. Canaslan’ın dediği gibi gerçekten etkili olacaksa, ayrımcı ve yıkıcı düşüncenin ifade edilmesi yasaklanabilir ancak bu kısa süreli bir çözüm oluşturur ve bu şekilde kırılgan ve tehdit altında olan birey ve toplulukların kırılgan ve tehdit altında olmalarının önüne geçilmemektedir ki aslında yapılması gereken tam da bunların önüne geçme koşullarını sağlamaktır. Bu yapılmadığı gibi yasaklamalar üzerinden şekillenen bir ifade özgürlüğü zamanla kırılganlığa vurgu yapıp, kırılganlığı parlatmakta, tehdit altında olan birey ve toplulukların bu durumuna sebep olan koşullardan azade yaşamasını sağlamadığı gibi mağdur söyleminin fetişleştirilmesine sebebiyet verecek koşullar ortaya çıkarabilmektedir. Raoul Vaneigem’in belirttiği gibi:
Bugün ifade özgürlüğü, kendisinin sınırsız kullanımına imkân sağlayacak şartları yaratmaya mecburdur. Hiçbir şey dokunulmaz değildir. Herkes, her türlü düşünceyi, ideolojiyi, dini, kendi adına ifade etme ve açıkça söyleme hakkına sahiptir. Hiçbir düşünce en saçma, en berbat olanlar dahi, kabul edilemez değildir. … Dokunulmazlaştırılan şey öldürür. Nefret hayranlıktan doğar. Putlaştırıldığı takdirde çocuk tirana, kadın nesneye, yaşam ise gerçeklikten koparılmış imgeye dönüşür. … Tüm düşünceleri hoş görmek, onları kollamak haline gelmez. Antidemokratik, zenofobik, ırkçı, revizyonist, kan dökücü görüşlerin özgürce ifade edilmesine imkân vermek bunların savunucuları ile uyuşmayı, diyalog kurmayı … onlara umdukları meşruiyeti kazandırmayı kapsamaz. Bu gibi düşüncelerle mücadele, duyarlı ve bunların kökünü her yerden kazımayı amaçlayan bir bilincin gereğidir.[11]
İfade özgürlüğünün sınırı, onu askıya alma koşulu yine Vaneigem’den yola çıkarak, bir linç, katletme olayı ile karşı karşıya kalındığında, kalabalık olanlardan linçe uğrayacak grubu kurtarmanın gerekliliğinde söz konusu olmalıdır.
Şimdi Birsel’in kendi Kurşun Uykusu işinin de yer aldığı serginin kapatılmasına sebep olan unsurun “rahatsızlık verme” olduğuna ilişkin ifadesine dönmek gerekir. İfade özgürlüğü yukarıda değinilen detaylar göz önünde bulundurulduğunda tam da bu rahatsızlık verme ve tahammül noktasında düşünülmelidir. Yine yukarıda değinilenleri akılda tutarak Vanegeim’in kitabına kaleme aldığı sonsözde Cemal Bali Akal insanların düşüncelerini açıklamalarını yasaklamanın saçma olduğunu ifade eder ve bunun nedeni gayet anlaşılırdır. İnsanların düşüncelerini açıklamasını yasaklayarak, onların düşüncelerinin değişeceğini düşünmek de bir o kadar saçmadır. Bu sebeple her türlü düşünceye tahammül etmek gerekmektedir. Akal’ın ifadesiyle dokunulmaz olan hiçbir şey olmadığında yönetici akıl da dokunulmaz olamayacaktır.[12] Böylece yasaklamalar üzerinden hareket etmek için yönetenin de meşru bir zemin sağlaması zorlaşacaktır. Ancak rahatsızlık verene tahammül ederek dokunulmazlıklardan sıyrılabilir, bu şekilde yöneticinin de dokunulmaz olmasının önüne geçilebilir.
Peki ifade özgürlüğüne ilişkin söylenenlerle ilişkili olarak sanatın dönüştürücülüğü ve eleştirel sanat bağlamında Selim Birsel’in Kurşun Uykusu enstalasyonu ve GAR sergisinin konumunu nasıl ele alınabilir?
Delier’e göre Birsel’in Kurşun Uykusu enstalasyonunda yerde yatan on iki beden kalıbı hem şehit hem gerilla bedenlerini çağrıştırabileceği için kaldırılmıştır. Bu beden kalıpları şehitlerse askerlerin moralini bozabilirler, gerillaysa bir saygı, hürmet gösterme olarak anlaşılabilirler. Her iki durum da tahammül edilmesi oldukça zordur. Felaketlere ilişkin yas tutamayan ve derinlikli düşünmeyen toplumda bu on iki beden kalıbı yarı ölü toplumsal bedene işaret eder.[13] Delier, söz konusu serginin sanatın dönüştürücü gücü noktasında nerede duracağını sorgularken modernizm projesi ve özel sermayenin “sanatın toplumu dönüştürme ve eğitme potansiyelinin” sloganlaştığını ifade eder. Sergideki işlerin ve onların sahiplerinin var olan düzene eleştiri sunduğunu, bunu yaparken de hakikat anlatıcısı ya da didaktik bir rolü benimsemediğini de ekler.[14]
Jacques Ranciere Estetiğin Huzursuzluğu’nda eleştirel sanatın en genel anlamıyla tahakküm mekanizmalarına dair bilinç vererek seyircisini dünyayı dönüştürme bilincindeki eyleyiciye dönüştürmeyi hedeflediğini belirtir ancak bu projenin karşı karşıya kaldığı bir kısır döngüye dikkat çeker. Sömürülenler zaten sömürüldüklerinin farkındadırlar ancak onu değiştirme gücünü kendilerinde görmezler.[15] Ranciere, bir kısım başkaca açmazlara ve bu açmazlar sebebi ile ortaya çıkan ve kısmi açılım sağlayan birtakım üçüncü yollara değindikten sonra eleştirel sanatın karşılaşma adını verdiği formunun altında ilişkisel sanattan bahseder. İlişkisel sanatın nesneler değil, karşılaşmalar ve durumlar yaratmayı hedeflediğine değinir. Artık sanat ilişki eksikliğine yanıt vermek ister gibidir. Ranciere toplumsal bağın yitirilmesi ve bu bağın tamir edilmesinin sanatçılar tarafından görev olarak üstlenilmesinin günümüzün sloganlarından olduğundan bahseder. Bu kayıp tespitinin daha da iddialı olabileceğini belirten düşünür, kaybedilenin yalnızca sivil ilişkiler değil, bizzat bir dünya oluşturan varlıklar olarak bizlerin birlikte mevcudiyeti duygusu olabileceğini de belirtir.[16]
Birsel’in Kurşun Uykusu enstalasyonu Ranciere’in ifade ettiği eleştirel sanatın karşılaşmalar formu altında değindiği iletişimsel sanatı irdelemek için uygun bir iş. Ankara Garı’nın tarihi ve önemi[17] Türkiye’nin modernleşmesinde oynadığı önemli rol düşünüldüğünde Kurşun Uykusu enstalasyonunun iletişimsel sanat özelliği daha da öne çıkmaktadır. Serginin yapıldığı 1995 yılı ve 90’lı yıllarda Türkiye’nin Kürtlere karşı sürdürdüğü şiddet politikaları göz önüne alındığında bu vurgu iyice artmaktadır. Ankara Garı askerlerin Doğu’ya gitmek için uğrayacağı bir duraktır. Delier’in dediği gibi yerde yatan on iki beden kalıbı hem şehit hem gerilla bedenlerini çağrıştırabileceği için kaldırılmıştır. Her iki durumda da bu beden kalıplarına tahammül zordur. Bu beden kalıpları, Türkiye’nin modernleşmesinin başarısızlıkları ile yüzleşmemesi, milliyetçilik kisvesi altındaki ırkçılığın sebep olduğu kayıpların yasının tutulamaması gibi sebeplerle Delier’in ifade ettiği toplumsal, ruhsal ve bedensel katılaşmışlığın göstergeleri olduklarından tahammül edilebilir gibi değildir. Rahatsızlık verir. Çünkü düşünülmesi bile istenmeyenin ifade bulmuş halidir. Enstalasyon bu yitmişliğe, kopukluğa, görmezden gelmeye, yok saymaya, kanıksanmışlığa, sorgulamamaya, yasını tutmamaya, toplumsal bağ iletişim yokluğu ve toplumsal katılaşmaya işaret ettiğinden iletişimsel sanat olarak değerlendirilebilir. Yine Ankara Garı’nda sergilenmesi daha önce de belirtildiği gibi işin etkisini ve vurgusunu sanatsal olarak, iletişimsel sanat olması bağlamında da arttırmaktadır.
Kurşun Uykusu işini sanatın dönüştürücülüğü ve eleştirel sanat çerçevesinde ele almak için sloganlaşma unsuruna da değinmek gerekmektedir. Delier, “sanatın dönüştürücülüğü ve eğiticiliğinin” modernleşme projesi ve özel sermayenin sloganı olduğunu ifade eder. Ranciere, benzer bir şekilde toplumsal bağın yitirilmesi ve sanatçıların bu yiten bağı tamir etme görevini üstlenmesinin sloganlaştığını belirtir. Bir şeyin sloganlaştığından bahsedildiğinde tam olarak ne söylenmeye çalışılmaktadır? Ömer Aygün “Philologia (Bir Akılcılık Önerisi)” başlıklı konuşmasında[18], akıl üzerine geliştirilen eleştirilerin, gerçek bir iletişimin de mümkün olmasına şüpheyle yaklaştıklarını ifade eder. Aygün, akla ve iletişime ilişkin 70’li yıllarda geliştirilen eleştirilerde haklılık payı olduğunu kabul etse de bu eleştiriler göz önüne alınarak yeni bir akılcılık önerilebileceği gibi yeni bir iletişim modelinin de düşünülebileceğini ifade eder. Yeniden bir erişim modeline dönüleceğini düşünen Aygün, iletişimin zorunlu olarak ilettiği içerik ve içeriği iletirken kullandığı araç ile tanımlandığını belirtir. İçeriğin zamanla gölgede kaldığını söyleyen Aygün, sonunda elde kalanın içeriği iletmekle sorumlu olan kod, araç, slogan olduğunu belirtir. Bu durum iletişimin belirtilen yapısının taşıdığı zorunlu bir tehlikedir. Bu tehlike her zaman var olacaktır. İçeriğe ulaşabilmek için her neslin vermesi gereken bir mücadele söz konusudur. İçeriğin boşaldığı, iletilen tarafça algılandığında bu içerik boşluğunu kapatmak için duygulara yönelinir. Aygün’e göre boşalan içeriği duygu ile doldurma olumlu duygularla yapıldığında fetişleştirme ve dogmalaştırma, olumsuz duygularla yapılınca dudak bükme, şeytanlaştırma ve sinisizm şeklinde kendini göstermektedir.
Hem Ranciere hem Delier kendi metinlerinde sanata ilişkin ortaya çıkan kimi yaklaşımların zaman içinde sloganlaşmış olduğunu belirtmişlerdir. Delier metninde “sanatın dönüştürücü ve eğiticiliği” yaklaşımının sloganlaştığı tespitinde bulunur ancak bir adım daha atar. Sloganlaştığını, yani içinin boşaldığını belirttiği bu kavramlarımın içini olumsuz duygularla doldurarak söylemini sinisizme yaklaştırır. Mevzubahis söylemlerin, haklı olarak eleştirdiği modernleşme projesinin ve özel sermayenin sloganları olduğunu ifade ederek, sloganlaşan içeriği boşalmış söz konusu kavramları olumsuz bir duygu ile doldurur ve bunlara dudak büker. Yine GAR sergisinin eleştirel yanını olumlarken serginin hakikat anlatıcısı ve didaktik bir tonu olmadığını vurgularken “sanatın eğiticiliği” düsturunu dolaylı olarak olumsuzlar. Ancak bu sanatın dönüştürücü ya da eğitici bir potansiyeli olamayacağı ve olmaması gerektiği anlamına mı gelir? Herhangi bir işe ya da düşünceye ilişkin olumsuz bir eleştiri getirmek için ilk refleks ile onun didaktik olduğunu söylemek ya da bir şeyleri araçsallaştırdığını ifade etmenin de sloganlaşmış bir yanı olmadığı söylenemez. Belki de bazı kelimelerden, kavramlardan kaçınmak, onları âtıl olarak kabul etmek yerine içeriğe ilişkin mücadele vermek daha güçlendirici ve yapıcı bir yaklaşım olabilir. Ama bu durumda kelimelerin ve kavramların cezalı olmamaları, içeriği boşalarak kabuklaşıp katılaşmaya bırakılmaması ve dönüşüme açık olarak ele alınması gerekmektedir. Bunun için de rahatsız olmanın göze alındığı, tahammülü önceleyen temel bir politik özgürlük olarak ifade özgürlüğünü düşünmek gerekmektedir. İçerik için mücadele verilebilmesi için ifade özgürlüğünü yasaklarla düşünmemek gerekmektedir. Dokunulmazlık, yasaklılık akışkanlığın karşısındadır, bu sebeple içerik için mücadele edilmesi için gerekli olan dinamizmi engeller. Daha önce de belirtildiği gibi dokunulmaz olan hiçbir şey olmadığında yönetici akıl da dokunulmaz olamayacaktır. Ancak bu şekilde yasaklamalar üzerinden hareket etmek için yönetenin de meşru bir zemin sağlaması zorlaşacaktır.
Sanat, içerik için mücadele etmenin yollarından biri olabilir. Felsefe, edebiyat, bilim vb. hepsi bir şekilde içerik için mücadelesini verir. Aksi takdirde içeriği boşalmış, kabuklaşmış kavramların içini doldurmak için gelişen olumlu ya da olumsuz tepkisellikle fetişleştirme, dogmalaştırma, şeytanlaştırma ve sinisizmin çevrelediği toplumsal, bedensel ve ruhsal katılaşmanın kısırdöngüsünün içine hapsolmak işten bile değildir. Yasaklar tepkiselliği tetikler ve tepkisellik ölçüsüz olmaya yatkın olduğundan dönüşüme değil, katılaşmaya yatkındır. Bu sebeple Delier’in dediğinden farklı olarak ifade özgürlüğünü nasıl düşündüğümüz toplumsal, ruhsal ve bedensel katılaşmaya ilişkin oldukça somut şeyler söyleme olanağı sağlar.
Canaslan’ın ifadesini yineleyecek olursak gerçekten etkili olacaksa, ayrımcı ve yıkıcı düşüncenin ifade edilmesi yasaklanabilir ancak bunun uzun vadede bir çözüm getireceği oldukça şüphelidir ve kısa süreli rahatlamalar yaratacaktır. Kırılgan gruplar ve bireyleri kırılgan yapan koşullar bu şekilde ortadan kalkmadığı gibi kırılganlığın kendisi, mağduriyete ilişkin söylemler iletişimin zorunlu yapısı gereği içeriği boşaldıkça tepkisel bir şekilde fetişleştirilmektedir. Görünür kılınan kırılganlığa, tehdit altında olmaya sebep olan koşullar değil, içerik boşaldıkça fetişleştirilerek parlatılan, dogmalaşan kırılganlık ve mağduriyet söylemi olmaya başlamaktadır. Birsel’in enstalasyonu ve enstalasyonun bulunduğu serginin kaldırılması üzerine düşünmek bu sebeplerle önemlidir. Bu enstalasyonun kendisi ve serüveni rahatsızlık verme, rahatsız olma ve tahammül etme üzerinden ifade özgürlüğü, içerik için mücadele vermeye ilişkin düşünmeye ve bunları yeniden tartışmaya imkân sağlar.
Birsel’in enstalasyonunun adı Kurşun Uykusu’dur. Kurşun, Batı düşüncesinin tarihinde melankoli ile ilişkilendirilmiş olan bir metalidir. Melankoli çok kabaca neyin kaybedildiğinin tam olarak kestirilemediği bir kayıp durumuna işaret eder. Yeniden Delier’in ifadesine dönersek Birsel’in Kurşun Uykusu enstalasyonundaki yerde yatan on iki beden kalıbı hem şehit hem gerilla bedenlerini çağrıştırabilir ve her iki şekilde de yarı ölü toplumsal bedene işaret eder. Kişi, Birsel’in enstalasyonunu gördüğünde tam olarak hangi kayba işaret ettiğini bilmese bile işin bir kayba işaret ettiğini hissedebilir. Kaybedilenin nasıl bir iletişim, nasıl bir toplumsal bağ olduğu tam olarak anlaşılmasa da katılaşan beden kalıplarının ölümü andıran bir katılaşmaya işaret ettiği de hemen anlaşılabilecektir. İfade özgürlüğünü yasaklamalar üzerinden düşündüğümüz sürece iletişim, içerik, toplumsal bağ, eleştiri hep bu ölümü andıran katılaşmaya yakın durmak zorunda kalır. Hemen hepsi içeriği boş sloganlarla devamlılık sağlamak zorunda kalacağından zaten bir dönüştürücülüğü düşünmek söz konusu olmayacaktır. İçeriğin boşalmasına karşı tepkisel çıkışlar çok keskin ve uçlarda durumlara neden olmaktadır. Bu sebeple bu karşı çıkışlar katılaşan beden kalıpları gibi katılaşan refleksler olarak kendini gösterecektir. Haliyle bu kurşun gibi ağır bir atmosferin hakimiyetine sebep olur. Birsel’in Kurşun Uykusu enstalasyonu ismiyle, cismiyle ve tarihiyle oldukça fazla şey söyleyen bir iştir.
[1] GAR Sergisi Selim Birsel, Vahap Avşar, Claude Leon ve Füsun Okutan'ın girişimiyle düzenlenmiştir.
[2] Burak Delier, “GAR”, O Zamanlar Konuşuyorduk, s. 78. https://saltonline.org/media/files/o_zamanlar_konusuyorduk_scrd-1.pdf (GAR)
[3] Selim Birsel, “Dün Gar Yarın Belirsiz”, O Zamanlar Konuşuyorduk, s. 57. https://saltonline.org/media/files/o_zamanlar_konusuyorduk_scrd-1.pdf
[4] “Dün Gar Yarın Belirsiz”, s. 62.
[5] Eylem Canaslan, “Spinoza’da İfade Özgürlüğünün Metafizik Temelleri”, Spinoza: Taze Bir Nefes, Cogito, Sayı: 99, Güz 2020, YKY, İstanbul, s. 53.
[6] A.g.m., s. 41.
[7] “İfade eder” ibaresi oldukça önemlidir ve söz konusu ibareden tam olarak ne anlaşılması gerektiği ve nasıl yorumlanabileceği hakkında detaylı bir anlatıma ilgili makalede yer verilmektedir.
[8] A.g.m., s. 42.
[9] A.g.m., s. 44, 45.
[10] A.g.m., s. 51.
[11] Raoul Vaneigem, Dokunulmaz Olan Hiçbir Şey Yoktur, Her Şey Söylenebilir, çev. İrem Selin Nacar, Dost Yayınları, Ankara, 2018, s. 20-21.
[12] A.g.e, s. 78-80.
[13] GAR, s. 78.
[14] GAR, s. 79-80.
[15] Jacques Ranciere, Estetiğin Huzursuzluğu, çev. Aziz Ufuk Kılıç, 2. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s. 48.
[16] A.g.e., s. 59-60.
[17] Yazının bağlamında kopmaması için çok kısaca değinilmiş olup, Burak Delier’in atıf yapılan yazısında konu ilgilenenleri memnun edecek kadar detaylı olarak ele alınmıştır.
[18] Ömer Aygün, “Philologia (Bir Akılcılık Önerisi)”, https://www.youtube.com/watch?v=4UhAqlqA3lw&t=789s