Nekro-siyasi Norm Düzeneği ve Yas Tutma Hakkı(mız)

Sana sığınılacaktır kırılıp toplanınca
Sana sığınıyorum kırılıp toplanınca
Değil sonsuz girdiçıktısına yaşamaların
Ey en güzeli, en gürü bütün çeşmelerin
Ayın ve denizin sahibi ve su içmelerin
Sana sığınılacaktır
Ve kuytularda, dağlarda, alanlarda
Akıtılan ve akıp gelen kanlarda
Bir sabah büyük büyük ateşler yanınca
Eller temizlenecektir
Bir tören olacaktır
Ölülerimiz toplanacaktır.

(Turgut Uyar, “Biraz Daha”, Büyük Saat - Bütün Şiirleri)

 

Başlarken; Ölüm Dansı

Bir zamanlar, Hıristiyan Avrupa’da(n) geriye kalan paganlar ölülerini kendilerine dahil edebilmek için, ellerinde kılıçlarla, bazen çıplak ve adeta Bakkhalar gibi esrik bir halde ölülerinin mezarları başında dans ediyordu. Ivan Illich’in ölüm imgesinin geçirdiği dönüşümü anlatırken başlangıç noktası olarak aldığı bu ayinlerde canlılarla ölüler birbiriyle buluşuyor, kaynaşıyordu. Lakin o zamanlar da muktedir muktedirliğini en çok “ölüm” üzerinde hissettirmeye çalışıyordu. Genel hatlarıyla da olsa Ortaçağ’daki siyasi atmosferi ve muktedir denilenin ne menem bir şey oluğunu bilen herkesin tahmin edebileceği gibi bu ayinler Kilise tarafından ciddi bir engellemeyle karşı karşıya kalıyordu. Evvel zaman içindeki bu “ölüme” ve ölünün ardından olup bitenlere hükmetme anlayışı Ortaçağ ile başlamadığı gibi günümüze kadar varlığını sürdürdü ve sürdürüyor. Hayatta ve bu bahisle geride kalanlarla, ölülerin, hele de bazı ölülerin bağını koparmak için iktidardakiler, ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Adalet isteyecek ve hak talep edebilecek olanla, bunu yapamayacak halde olan arasına bir unutma ve muktedirce hatırlatma duvarı örmeye çalışıyorlar. Neyse ki Ortaçağ’ın papazlarına benzer şekilde, her zaman her şartta muvaffak olamıyorlar; hayatta kalanlarla ölülerin buluşması olarak “ölüm dansı” başka şekillerde de olsa devam ediyor.

Geçtiğimiz günlerde bu kez bir papaz değil imam, bu kez Ortaçağ Avrupa’sında değil, günümüz Türkiye’sinde benzer bir işe soyundu. İmam, son tutulduğu yer olan Manisa Akhisar Hapishanesi’nde, geçtiğimiz 3 Nisan’da, gece saatlerinde infaz koruma memurlarınca “ölü olarak bulunduğu” iddia edilen yirmi sekiz yıllık mahpus Mehmet Sevinç’in hapishanede hayatını kaybetmesinin ardından “yasak!” diyerek yıkama işlemini gerçekleştirmeyi reddetti. Tahmin edileceği üzere, yine “yasak!” denerek cenaze arabası da verilmedi ki zaten kısa bir zaman önce Garibe Gezer’in de cenazesine benzer bir muamele yapılmıştı. Mazisi bu coğrafyada da eski bu muameleler Şeyh Bedrettin’e kadar dayanıyor mesela. Evet, Şeyh Bedrettin’in ölmesi bile yetmemişti, ne muktedire ne de Bedrettin’in bizzat kendisine.

Ölüye…

Geri döndürülemez olandan, ölümden bahsettiği yazılarında Levinas “zamanın sabrı olarak ölüm”den bahseder; “ölüm öyle bir noktadır ki zaman bütün sabrını ondan alır”.[1] Ezeli ve ebedi nitelikteki ölüm zamandan, hani o ölçülebilen zamandan bir çıkış. Lakin aynı zamanda başka bir zamana da adım atıştır; anılarla, “mevcudiyet”le yüklü öteki artık hayatta olmadığı, namevcut olduğu anda bizi geçmişimizden tutar geleceğe fırlatır. Bize, geride kalana, geçmişle gelecek arasındaki bu sınır hattında hayatını kaybeden, yani kaybettiğimiz kişiyle paylaşacak sadece sonsuzluk ve bir gün kadar bir zaman dilimi kalmıştır. Evel-ezel arası bu hareketi ya da durmayı Butler da kaybın yarattığı sonsuz değişimle izah eder.

Nitekim ölüm mevzubahis olduğunda varlık yokluk meselesi artık bertaraf olacak, bunun yerine bir dahil olmadan, ötekine dahil olmadan ya da ötekinin (ölümünün) bize dahil olmasından bahsedilebilecektir. İmkânsızlıktan neşet eden mecburi bir ilişki söz konusu; doğrudan tecrübe edersem zaten ölmüş olacağım için “ben”im ölümle ilişkim “ötekinin” ölümüyle, cevap veremezliğiyle ilişkim aslında. “Başkasının ölümü benliğimin sorumlu kimliğinden beni yaralar - bu birbirinden değişik kimlik edinme davranışlarının basit bir tutarlılığından ibaret de değildir; dile getirilemeyecek sorumluluktan oluşmuştur. Benim başkasının ölümüyle ilişkim, başkasının ölümünden etkilenmem işte budur. Artık bana yanıt veremeyen birine bu ilişki içerisinde duyduğum şimdiden bir suçluluğa dönüşmüş saygıdır; ölümden arta kalan birinin suçluluğudur,”[2] der Levinas. Israrlı bir sorumluluk daveti ötekinin ölümüyle gelir. Rahatsızlık baş gösterir, hatta bir allak bullak olma; öteki ölünce ben artık o “aynı” ben olamam, eskisi gibi de olamam; olsa olsa kesintiye uğratılmış, başkasının ölümü bünyesine dahil olmuş yeni bir ben mevzubahis olabilir. Adeta yok olan yok olmayan olarak taşıyor, sarsıyor gibi. Kimse olmayan, olsa olsa bir hayalet olan kimselere bulaşıyor gibi.

Mevcut olmayan mevcut olanı etkilemiş ve başka bir zamana fırlatmış burada veya fırlatmalı. Ancak işte bu “malı”nın bizi götürdüğü yer yas tutma gerekliliği. Sonuçta, Levinas’ın dediği gibi; insanın esası mevcudiyette ısrarla değil elveda deme, cevap olmayan bir cevabın yankısını duyabilme ve buralardan öteki tarafından “rehin” alınabilme/inşa edilebilme ehliyetiyle ve sakince kendim için olamıyor oluşumla alakalı. Esasen kişinin ölümü de aslında salt kendi ölümü değil. Nihayetinde ortada “sen”den azade bir “ben” mevcut değil ve özerklik (talebi) meselenin bir yanı ancak bu talebi sınırlayan bir şey mevzubahis. İster istemez, daha en baştan bedensel varlıklar olarak başkasına teslim edilmişliğimiz ve kendimizin ötesinde oluşumuz söz konusu.

“Sen”in veya “o”nun kaybı olarak görünen aslında salt “sen”in değil “ben” ve “sen” arası ilişkinin kaybı. Eğer narsistik melankoliye saplanıp kalmak değil, başkasının yaralanabilirliğine, bir başka ifadeyle ölümlülüğüne dair farkındalık söz konusuysa, orada “başka” bir şey olur.  Ve bu noktada yas (hakkı) devreye girer veya çoktan girmiştir. İstesek de istemesek de sarsılarak elveda denir veyahut elveda denerek sarsıntı vuku bulur. Yas ve böylece ritüel vasıtasıyla geride kalanlar arada bir yerde değil, hayatta kalanlar olarak yollarına devam edebilirler. O zaman ancak yakınlar şimdiye sıkışıp kalmak yerine, geçmişten tutup yakalayan ve artık eskisi gibi olunamayacak geleceğe doğru açılabilirler. Ritüelin ve böylece yasın bu ehemmiyetini Abdurrahman Aydın “Ölümün ve Hayatın Üretimi Üzerine” metninde, Freud’a da atıf vermek suretiyle çok güzel anlatır. Uğurlayarak, ancak başka bir zamana kaydederek yakınların tecrübe ettikleri şey hayat olabilir. Mekân ve zaman bakımından, adeta ölü gibi sıkışıp kalma hali yasla nihayete erebilir.

Bu yüzden ölenin yakınları inancına göre ritüellerini icra etmek ister. Bu yüzden iktidardakiler bu ritüelleri kontrol etmek, hatta bazı ölüler mevzubahisse külliyen engellemek ister.

…Yapılan Muamele

Schmitt’e göre egemenliğin dışavurumu istisna haline karar vermekti. Mbembe’ye göreyse kimin yaşayabilir olduğuna ve kimin ölmesi gerektiğine karar vermektir. Egemenlik tam da bunlarla bağlantılı olarak kimin yasının tutulabilir olduğuna karar vermekle alakalı. Ki elbette tüm bunların esasına kimin “insan” sayılacağına ve hatta tüm canlıları katarak, kimin hayatının değerli olduğuna ilişkin belirlemelerin yapıldığı norm düzeneği gelir yerleşir. İşte bu norm düzeneği, sadece toprağın üstüne deği,l altına da sirayet eder, etmek ister. Ki zaten toprağın altı ve üstü arasında önceki başlıklarda açmaya çalıştığım üzere, hiç de öyle keskin ayrımlar falan yok. Nihayetinde “kaybın gerçeklikten çıkarılması -insan acısına ve ölümüne duyarsızlık- insanlıktan çıkarmanın başarıyla tamamlanmasını sağlayan mekanizma hâline gelir”.[3]

Yaşarken söz konusu norm düzeneği sizi nereye yerleştiriyorsa toprağın altında da tam oraya yerleştirmeye çalışıyor. Hayatınız hayat sayılmıyorsa veya daha az hayat sayılıyorsa ölünüze yapılan muamele de bu çerçevede şekillenecek, illaki! İllaki evet, zira ölümle iktidar arası ilişki bunu gerektirir. Nasıl yaşadığınızı belirlemek isteyen muktedir -kral amcası tarafından vatan haini olarak ilan edilmiş abisi Polyneikes’i gömmeye çalıştığı için Antigone’ye eziyet eden Kreon misali- nasıl öldüğünüzü de belirlemek, dahası hayatını kaybedenin imgesine de müdahale etmek ister. Hayatını kaybeden kişiden geriye kalana, mesela, yakınlarına, aslında bir bakıma herkese mesaj vermek ister; “onun gibi olma, o yaşarken transtı, Kürttü, Aleviydi, aykırıydı, habisti, bak mahpustu, bak ben onu hapse de atmış olabilirim, hatta öldürdüm belki; onun gibi olma”. Bu sırada yaşayanla ölenin arasındaki iletişimi parçalamak, daha doğrusu yeniden ve muktedirce yaratmak için teşebbüslerde bulunulur. İktidar sahipleri bunları, ilgilileri arada, yaşam ve ölüm arasında bırakma, yaşayan ölü veyahut ölü yaşayan haline getirme pahasına veya tam da belki bu maksatla yapar. Achille Mbembe buna “nekro-siyaset”, yani “yaşamın ölümün iktidarına tabi kılındığı siyaset” der ve burası artık “barışın bitimsiz bir savaş hâlini aldığı yer”dir.[4]

Tam burada hukuk devreye girer ve fakat insan hakları hukuku olarak, demokratik hukuk devletinin vatandaşına yönelttiği hukuku olarak değil, bilakis “düşman ceza hukuku” olarak girer. Michel Foucault’nun dışarıdakine savaş, içeridekine ceza olarak özetleyebileceğimiz formülasyonu artık, içeridekine ceza ve savaşın bir arada, karışmış şekilde yöneltildiği bir noktaya evrilmiş halde. Düşman mefhumu dahilî olanı da alabildiğine kapsayacak şekilde gittikçe genişlemekte ve böylece kuşatmayla istisna hali aynı anda kendini göstermekte. Haliyle hem toprağın üstünde hem altında Günther Jakobs’un unperson[5] dediği ve düşman ceza hukukunu reva gördüğü, bir başka ifadeyle “ayrımcı yas tahsisi”nde aşağılarda kalan kimselerin sayısı da, bu kimselere yapılan “hukuki(!)” müdahaleler de gün geçtikçe artmakta. Kendisiyle muhatap olan insanların hak ve özgürlüklerinin metinsel ve retorik bağlamda da olsa teminat altına alındığı “vatandaş ceza hukuku”nun geçerli olduğu hallerin aksine, bu tür bir hukukun reva görüldüğü insanlara, daha doğrusu “düşman”lara artık her şey yapılabilir hale gelmekte. Eşitler arası bir savaşta “düşman”a dahi tanınan birtakım haklar burada tamamen askıya alınmakta; hem toprağın üstünde hem altında.

Bu sırada insan hakları hukuku hem umarsız hem umursamaz kalıyor. Zira malum norm düzeneğinin işlediği yerde insanlık da kimin elinde olacağını muktedirin işaretlediği bir imtiyaz konumuna itilmiş halde çoğu zaman. Ancak o kadar da değil veya sadece bu kadar değil.

Bitirirken; Bitmeyen

Evet, o kadar da değil. O kadar da çaresiz değiliz veyahut tam da en çaresiz olduğumuz, ne yapsak ne etsek geri gelmeyecek olanları uğurladığımız yerden siyasi ve bu bahisle hukuki sahneyi yenileme zemini neşet etti ve ediyor. Muktedir birilerini yası tutulamayan olarak işaretleyedursun, mesela “bu ölüyü yıkamak yasak, araç da vermiyorum” diyedursun, “kayıp”, o “kayıp” misyonunu yerine getirip, plansız programsız ve de zamansız tesirini gösteriyor; hayaletler değil ama hayaletlerle beraber birileri adalet, yaşayan için de yaşamayan için de adalet istemeye devam ediyor.

“Birbirimiz tarafından çözülürüz. Ve eğer çözülmüyorsak bir şeyler eksik demektir.”[6] Ve şairin dediği gibi: “Gelen gider mi, ölen ölür mü/ Bir şey eksilmez mi? Ben sorarım/ Ben sonsuz karlardayım, iyi durumum/ Beni bir yanlışlık bağlar rıhtıma/ Biri olmasa ben ne olurum (…)”

Bu yüzden bırakın da yasımızı tutalım.


[1] Emmanuel Levinas, Ölüm ve Zaman, çev. Nami Başer, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014, s. 10-11.

[2] A.g.e., s. 17.

[3] Judith Butler, Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü, çev. Başak Ertür, Metis, İstanbul, 2018, s. 150.

[4] Achille Mbembe, “Nekro-Siyaset”, çev. Abdurrahman Aydın, Öteki Olarak Ölmek içinde, Der. Evrim C. İflazoğlu ve A. Aslı Demir, Dipnot Yayınları, Ankara, 2016, s. 241.

[5] Bkz. Günther Jakobs, “On the Theory of Enemy Criminal Law”, Foundational Texts in Modern Criminal Law içinde, Ed. Markus D. Dubber, 2014. Ayrıca “düşman ceza hukuku” ve “gömülme hakkı” üzerine daha ayrıntılı bir tartışma için bkz. Ezgi Duman, “‘Düşman Ceza Hukuku’ ve Gömülme Hakkı”, Birikim, sayı 358-359, 2019, s. 122- 136.

[6] Butler, s. 39.