Deprem Felaketinin İçinden Notlar (II)

Depremde yakın akrabalarından yedi kişiyi yitirmiş bir kadın, gözleri yaşlı, bize yaşadıklarını anlatıyor; kimsenin olmadığı, herkesin can derdinde olduğu o ilk anları. Yıkılan evlerinin içinden, çocukları ve eşiyle nasıl şans eseri kurtulduklarını, üst üste yıkılan binaları, insanların bağırışlarını, depremin o korkunç gürültüsünün insan çığlıklarıyla karışıp, Amanos Dağları’ndan yankılanıp Amik Ovası’nı doldurduğu o bitmek tükenmek bilmez iki dakikayı. O anların her gözünü kapadığında zihninin içinde dönüp durduğunu, uykunun karanlığında, yerin homurtusu ve sarsıntısıyla uyanıp çocuklarıyla kendini dışarı attığında, göğün birden aydınlandığını ve hâlâ kulaklarında olan çığlıkları duyduğunu, toprağın ayaklarının altında durmadan bulgur gibi kaynadığını, ayakta duramadığını, çocuklarıyla yere düştüğünü, yer sakinleşince ancak kalkabildiklerini söylüyor. Sonra, diyor, sakinleşti toprak, sesini yitirdi, yağmur yağıyordu, biz kendimizi dışarı atanlar, öylece kalakaldık yağmurun altında; birkaç dakika mı sürdü, birkaç saat mi bilmiyorum, çocuklar da susmuştu... Sonra çığlıklar başladı yıkıntılar altında, susan çocuklar hıçkırmaya, bağırmaya başladı, hâlâ yağmur yağıyordu. Yıkılan binaların betonları hâlâ kırılıyordu, ayakta kalanlar çatırdıyordu, evlerden iniltiler, bağırışlar geliyordu. Sokaktaki herkes yıkılan evlerin başında, etrafta koşturmaya başladı, yağmurun sesine Arapça, Kürtçe, Türkçe haykırışlar, bağırışlar karıştı, şehri bu sesler, çığlıklar doldurdu. Herkes kendi yakınını akrabasını bulmaya, yıkıntılar arasına girmeye başladı, iniltilere ulaşmaya başlamıştı, erkekler baltalar, balyozlar ve kazmalarla duvarları delmeye, kadınlar açılan deliklerin genişlemesi için beton parçalarını elleriyle sökmeye çalışıyorlardı. Yaralıları çıkarmıştık ama ne yapacağımızı, nereye götüreceğimizi bilmiyorduk, yıkıntılar altından söküp çıkardığımız yorgan, battaniye, perdelere sarıp yağmurdan korunsunlar diye bulabildiğimiz arabalara koyuyorduk, yollara yıkılmış apartman enkazları arabaların gitmesini engelliyordu, dedi. Bu ne kadar sürdü bilmiyorum, dedi. “Zamanı yitirdi benliğim; depremden sonra gündüzler kısaldı mı?” deyip gözlerimin içinde baktı. Gökyüzü çok geç aydınlanıyor, aydınlandı mı çok sürmüyor, hemen karanlık gelip üstümüze çöküyor, sonra da bitmek bilmeyen karabasanlar doluyor zihnime, diyor ve susuyor, sonra yeniden başlıyor. Biz şanslı olanlar, kurtulduk, onlar betonların altında kaldı, çıkarılanlar da ya oracıkta yağmur altında öldü ya hastane bahçesinde, şehir yıkıldı, biz şanslı olanlar kurtuldu. Abi, dedi sonra da, bir şehir tümden yıkılır mı? Biz Halep’ten savaşın ortasından çıkıp geldik, şehrin üstüne uçaklar variller dolusu bomba attı aylarca, tanklar günlerce bombaladılar, aylarca bombalar patladı her yerde ama yine de binaların hiç olmazsa bazısı sağlam kaldı, insanlar sığındılar oralara, bu şehri kim yaptı abi, kim yaptı bu göklere uzanan apartmanları? Niye çöktü hepsi? On yıl önce sığındığımız bu şehirde, kalacak yerimiz yoktu düne kadar, bu çadırı bulduk ama şimdi de gidin diyorlar bize. Daha bir hafta önce, ailemizden yedi kişiyi gömdük, çoğu çocuktu, şuradaki şehir mezarlığına, yasını tutarız, gider de topraklarına bir su döker, ruhlarına dua ederiz diye, dedi. Cenazelerini alıp Suriye’ye götürenler de oldu, arabalara doldurup götürdüler cansız bedenleri, oraya defnetmek için çok insan götürdüler, dedi…

Şimdi bizi buradan göndermek istiyorlar, hiç bilmediğimiz bir yere, abi biz buralı olduk, çocuklarımız burada doğdu burada büyüdü, biz nasıl gideriz gurbet ele, burada felaketin içinden çıkan bizim gibi komşularımız var; Türk, Kürt, Arap komşularımız, yardım isteyince gelecek, bize iş verecek tanıdıklarımız var, bu çocuklarımızın arkadaşları var burada, diye devam etti. Bize göçmen diyorlar, Suriyeli diyorlar, çadırlarımızı ayırıyorlar, çocuklarımızla oynamıyorlar, bize başka şehirdeki kampa gidin, diyorlar. Evet biz göçmeniz ama göçmen kuşlar gibi değiliz ki, evimiz yuvamız belli, evimiz yuvamız buradaydı, onların evi gibi bizim evimiz de yıkıldı ama biz bu şehirliyiz, biz buralı olduk, dedi.

Başka bir yerde, yıkılmış bir binanın yanı başında derme çatma bir çadırda kalan, daha doğrusu bekleyen bir kadın “Su var mı oğlum?” dedi. Sonra da, burası yeni binaydı, hepsinin üstüne çöktü, şanslı olanlar kurtuldu, çok kişi öldü çok kişi, alt katlardaki fukara Suriyeliler hep öldüler, çoluk çocuk hep öldüler, garibanlar, onları biz de hor gördük, kabul etmedik, bak şimdi hepimiz bir olduk, deyip, sustu… Sonra da kendi kendine teselli verircesine, çocukları bizim torunlarla oynardı, o dünyalar güzeli çocukları bu bina yuttu, yasını tutamadık çocuklarımızın, torunlarımızın, deyip devam etti… Çok öfkeliyim, öfkemden gözyaşlarım kurudu...

***

Biz şanslı olanlar o günden bu yana felaketten kurtulanların yaşadıkları yerlere gidiyoruz. Daha önce hiç görmediğimiz, tanımadığımız insanlara var mı bir şeye ihtiyacınız demek için, en çok da dayanışmak için. Bu karşılaşma anlarında bir bakmışız ki, o günü, o anları anlatmaya başlamışız, tanışma cümlelerimiz bazen, birbirimize depremin o bitmek bilmeyen dakikalarını anlatmakla başlıyor. Herkesin apayrı bir hikâyesi var anlatılacak. Öyle ki aynı evde olanların hikâyeleri, az çok kesişse de apayrı birbirinden. Böylece her bir parça o yaşananların bütününü oluşturuyor. Her yeni karşılaşmada, birbirimize depremin o bitmek bilmeyen dakikalarını anlatıyoruz, çeşit çeşit hikâyelerle. O kadar çok hikâye birikti ki hafızamızda, hangisi kimin hikâyesiydi ya da hepsi bir hikâye miydi de herkes kendi yaşadığını mı anlatıyordu, bilmiyorum.  Anlattıkça ya da yazdıkça iyileşiyor muyuz, onu da bilmiyorum ama o hikâyeler her birimizin farklıklarını da gösteriyor; ama en çok da depremden önce, bir arada yaşadığımızı fark ediyoruz. İçinde yaşadığımız toplumsal gruplarımız, cemaatlerimiz farklı olsa da, çoğumuzun hayatı değmese de birbirine, binada, sokakta, mahallede ve kentte yaşıyormuşuz, bir aradaymışız. Deprem ve ondan sonra başlayan felaket, bunu fark etmemize de sebep oldu. Öteki bildiklerimiz, orada yanı başımızdalarmış çünkü, biz burada yaşayanlar, hepimiz, nereden ne zaman geldiğimiz fark etmeden, o anları yaşadık, kimimiz şanslıydık, ölmedik…

Bu coğrafyada yaşayanlar olarak biliyoruz ki bir gün böyle bir depremin olacağını bile bile kentleri rant alanına dönüştürüp inşaat rantıyla zenginleşenlerin, depreme dayanıklı binalar yapmayan ve gerekli düzenlemeleri, kontrolleri yapmayanların yüzünden, kurtulanlar, sadece şans eseri kurtuldu, yani öldürülemedik. Deprem gibi bir doğa olayını, önlem almadıkları için felakete dönüştürenler sorumluları bu kayıpların.

Birkaç gündür, “Biz buralı olduk!” diyen kadınla, “Çok öfkeliyim çok, şurada döşümde her gün, öfkenin biriktiğini hissediyorum ve bu öfke ölen oğlumun ve torunlarımın yasını tutmamı engelliyor,” diyen, yıkılan evinin önünden ayrılmayan kadının sesi hiç gitmiyor kulaklarımdan çünkü her ikisi de aynı acılı yüreğin sesi.


Fotoğraflar: Kemal Vural Tarlan