Bazı Ayrılıklar, Yaslar ve Ölüm Terbiyesi

Yas tutmanın dahi iktidarlar tarafından kontrol edildiği, toplumsal ayrışmada pandemi süreciyle birlikte önemli bir yeni zemin olduğu ve sonuç olarak da ölüye ve yasa tanınan ayrıcalıkların kendinden olmayanı değersizleştirip, ötekileştirilenin ve ardında kalanların ölümden sonra dahi cezalandırılmaya devam etmesi, hâkim otoritelerin ölüye bakışını da ifade ediyor. Freud “yasın işlevi, sağ kalanların anılarını ve umutlarını ölen kişiden ayırmaktır” der. Ancak iktidarların ölüye ve ölüm kültürüne bakışı, tarih boyunca ölümden sonra bile cezalandırmaya devam ederek ve yok sayarak uyguladığı şiddet, geride kalanlar üzerinde yaratılan bir korku ve yıldırma politikası olarak yaşamaya devam ediyor. Böylece umutsuz bir dünyada sığınacağımız anılarımız bile devlet aklıyla belirleniyor. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’nin “Türkiye’de Ölülere Yönelik Şiddet ve Farklı İnançlar Cenazelere ve Mezarlıklara Yönelik Saldırıları Konuşuyor” başlıklı panellerinden haberdar olmam, bir yas romanı olarak tanımladığım yeni romanımı bitirmeye çalıştığım bugünlerde gündemime düşünce, ölenin ardından tutulan ve tutulamayan yasın, zamanla ölenin/gidenin ardında kalana yaşattığı acılı süreci düşünmemi sağlıyor. Ölülere karşı uygulanan fizikî ve sembolik olan katmanlı şiddetin kamusal alanda konuşulmasının, şiddetin son bulması ve bu alanda adaletin yerini bulmasında önemli bir adım olacağına inanan Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’nin, bireysel ve toplumsal yas süreçlerinin de daha sağlıklı tamamlanabilmesi bağlamında çok önemli ve zor bir çalışmaya kalkıştıklarını düşünüyorum.

Ama benim yaşamıma tanıklık eden, muhtemelen ölümümün de şahidi olacak olan ülke Türkiye’dir. Bu kitabı bu nedenle memleketimin noksanlığını çektiği (kanımca en önemli) şey üzerine, imge ve ölüm ahlakı diyebileceğim terbiye üzerine yazdım. Ölüm insanın sınırıdır. İmge, insanın sınırıdır. İmge, ölümü delerek ölümün içinde ölüm olmayan uzaklığı bugüne taşıyan yakınlıktır. Diyalektik olmasının (Benjamin), cesede benzemesinin (Blanchot), tekinsiz olmasının (Freud) nedeni budur. Bu kitabı bir sene önce yazmış (2017) olmamın nedeni, mezarı esirgenen, mezarına saldırılan ölülere yapılan kabalığa, üstüne silgi çekilen tarihe, uzun (aynı zamanda İslami) bir geleneğin bilinçaltıyla yanıt vermeyi, unutulmuş bir nezaket ve ölüm terbiyesini hatırlatmak istemiş olmamdır (Zeynep Sayın, Ölüm Terbiyesi).

Yaşadığımız hiçbir acı geçmiyor. Etkisini kaybeden olay ve acılar, bir yenisinin üzerine ekleninceye, oraya yerleşip büyüyünceye dek devam ediyor. Sonra da o acı ve anıyla özdeşleşen çok şey, o anıyı tetikleyecek bir dokunuş ve anışta yeniden uyanıyor. Biz de sonunda karşılaştığımız yeni acıları daha büyük bir yorgunluk, bazen tükenmişlikle yaşıyoruz. Büyüyor, yaşlanıyoruz. Kayıplar yaşıyor, özgürlüklerimizden ediliyoruz. Zaman mevhumu, yaşantımızın belirleyici dönemlerine denk gelen acı hatıralarla bölünüyor. Dünyanın uzak bir yerinde esen rüzgâr, yakınımızda bir yaprak kımıldatabiliyorken, yaşadığımız coğrafyada her bir olay kasırga etkisiyle hayatlarımızı altüst ediyor. Akademisyenler, memurlar, çeşitli iş kollarından çalışanlar politik hesaplaşmaların kurbanı olup işlerinden ediliyor, tutuklanıyor, hukuksuzca yıllarca açlığa ve hapislere mahkûm ediliyor. Coğrafya kader değil de keder gibi çöküyor üzerlerimize. Bir kardeşim işinden, diğeri özgürlüğünden ediliyor. Ölümcül bir hastalıkla mücadele eden annemden gizlemeye çalıştığımız gerçek, zamanın yarası olarak kişisel ve toplumsal tarihimize işleniyor. Son zamanlarda Covid-19 pandemisinin yarattığı kişisel, toplumsal buhranlar, sebep olduğu ayrılıklar, artan intiharlar ve gizlenen veya üstü örtülen önlenebilir ölüm sayılarının haber değeri bile görmeyen kayıpları ve kayıplarıyla hakkıyla vedalaşamayan insanların tutulamayan yasları kendi yüzleşemediğim yaslarımı çıkarıyor ortaya.

Annemin, hastalığının sebep olduğu ağır birtakım semptomlarla hastaneye yatırıldığı haberini almış, ne kadar süreceğini bilmediğim bir süre için yanına gitmiştim. İlk gün öyle kötüydü ki, hayatı boyunca muhtelif dualarının değişmezlerinden olan bir noktaya takılmıştı. Arabayla ülkenin en batısından en doğusuna yaklaşık yirmi saat süren bir yolculuk yapmıştım. Çok çok eskiye, çok ulaşılmaza, bir daha asla dönülemeyecek zamanlara, aşılamayacak yollaraydı o yolculuk. Ağlayarak, hesaplaşarak, yüzleşerek, isyan ederek… vardığımda tam olarak nasıl bir zamana ve tabloya ulaşacağımı bilmiyordum. “Ölüm geldiğinde bir gün, bir dakikada olsun!” derdi hep. Öyle olmayacağını kendisi de anlayınca, hastane odasında bana “Durumum kötüye giderse sürünmeme izin verme kızım, tek bir ilaç, küçük bir dokunuş, yalvarırım, bu senden aklım başımda ve henüz elden ayaktan düşmemişken tek isteğimdir,” demişti. Bir anne olarak evladından istediği şeyin dehşetiyle kendi dehşeti arasında acıyla kıvranıyordu. İstediği şeyin beni birinin, üstelik annemin hayatına son vermeme neden olacak bir eylem olduğunun farkında mıydı bilemiyorum. Evet son derece umutsuz ve karamsardı ama aklı başındaydı. Yük olmaktan, acı çekmekten ve vermekten korkuyordu. Benim gerçekten onun isteğine uygun küçük bir dokunuşum ona da, bana da cenneti verecekmiş gibi hissediyordu. Annemi rahatlatmak için geçiştirdiğim konuşma onu kesmemiş olacak ki, ya konuşacak durumda olmazsam bu isteğimin tam zamanı olduğunu nasıl anlayacağımı sordu bana. Nasıl bilebilirdim ki? Oysa o kafasında dönenip duran sayısız kötü senaryodan kendisine bir çıkar yol bulmuştu. Hastane koridorunda, kolumda onu yürütmeye ikna ettiğim bir akşamüstü saatlerinde konuşmuştuk tüm bunları. Belli ki tüm gece ve gün boyu, belki geçen günler hep bunları düşünmüştü. Hastanede kendi annesi gibi bakımını yakından takip eden doktor arkadaşıma da benzer şeyler söylediğini öğrenmiştim ilerleyen günlerde. Hastalığıyla mücadelesinde nasıl soğukkanlı ve kararlıydıysa, önüne geçemediğimiz seyrinde geldiği yer ve istediğinde de çok netti. Ölümden korkmuyordu. Hastalıktan da korkmamıştı. Savaşılabilir şeylerden korkmuyordu. Hayatının mücadeleyle geçmesi ona bu anlamda güç veriyordu. Kendi deyişiyle elden ayaktan düşüp, ele ayağa düşmekten korkuyordu. Bu nedenle hiç olmadığı kadar yakındı ölüme. Yaşayabileceği birkaç iyi günü daha varsa yaşamak, sonra da ardından hiç kimsenin kendisini kötü anımsamaması için iyi haldeyken ölmek ve öyle hatırlanmak istiyordu. Öyle ki çocuklarının kendisini definden önce son defa görmelerini bile istememiş, vasiyet etmişti bunu. Ötenazinin ne olduğunu bilmiyordu. Ona böyle bir hakkın olduğunu ancak yaşadığımız ülkede bunun mümkün olmadığını anlattığımda hem çok şaşırmış hem de burada mümkün olmadığına çok üzülmüştü. İzlediğim bir film gelmişti aklıma ve ona anlatmıştım hastane koridorunda yürüyüş yaparken. Konunun sıcaklığı sönmüş akciğerinin neden olduğu halsizliğini de, ağrılarını da unutturmuştu ona. Dikkatle dinlemiş, yüzüme bakarak samimiyetimi ölçmüştü sürekli. Ötenazinin olmadığı bir Avrupa ülkesinden sınır komşusu olan bir ülkede ötenazi uygulayan bir otel-kliniğe gitmek isteyen, hastalığı sebebiyle hayatının son zamanlarını yaşayan bir kadının son yolculuğunda ilişkilerinin iyi olmadığı tek oğlundan kendisini oraya götürmesini istediği ve yolculuklarını anlatan dramatik bir filmdi anlattığım. Yıllar evvel izlemiştim. Bir Yudum Bahar diye çevrilmiş dile. Annemin de çok ilgisini çekmişti. Ona anımsadığım kadarıyla filmi anlatırken, son zamanlarında benzer bir yolculuk yapıyormuş gibi hissetmiştim. Çocukluğumun yollarını babamla aşmıştım. Annemin kaygıları ve tembihleri yanımızda olurdu. O andaysa zaman ve yaşıyla, hastalığın çıkmazıyla değişen kaygıları aramızdaydı. Oysa aramızda hiçbir zaman hakkı ve layıkıyla yaşanmamışlar da duruyordu tetik bir kaygı gibi. Bir daha asla yaşanmayacaklar da… Bir hastane koridorunda durumu hızla kötüye giderse kendisini öldürecek bir ilaç vermemi isteyen annem, onun kararlı ve neredeyse son isteği sayılabilecek bu arzusu, beni içine çeken açmaz, önümüzde aşılmaz bir dağ gibi duran gerçek; annem ölecek! Kesin olarak ölecek. İçimde bir yer, durmadan konuşan bir ses yaşat onu diyor. Annem, öldür beni diyor. Öyle kahretmiş ki, aralarda durup durup “Bilerek ve farkında olarak hiç kimseyi, bir canlıyı incitmedim, hep iyi bir insan olmaya çalıştım, nerde yanlış yaptım da tanrı beni böyle cezalandırdı?” diyor. Ona hastalığının iyi bir insan olmasıyla ilgisinin olmadığını anlatmaya çalışıyor, vazgeçiyorum sonra. Ne söyleyeceğimi anlamış gibi dönüp, “Evet iyilik ve kötülükle ilgili olsa benden önce öleceklerin listesi yaşımdan uzun,” diyor. “Tanrının seninle başka planları olmalı”, diyorum. “O halde yardım et bana” diyor. “Madem benimle ilgili başka planları var, giderken acı çekmeme izin verme,” diyor. Lafı evirip çevirip getirdiği yer ile ilerleyen zamanda benim ona yaklaşımım arasındaki uçurum, sanırım hayatım boyunca duygusal ve fiziksel acılarla aramda önemli bir yer olacak. Ölümünün ardından onu son defa görmemizi bile istemeyen, görürsek aklımızda kalacak son halinin ölü imgesiyle olmasını istemeyecek kadar kararlı. “Beni iyi hallerimle hatırlayın, annenizin ölü, soğuk, beyaz yüzü gelmesin aklınıza,” diyor.

Aklıma ortaokul yıllarımda sırf merak ettiğimiz için bir arkadaşımla hastane morguna girişimiz geliyor. Merak ettiğimiz şeyin ne olduğundan tam olarak emin değilim aslında. Bir çatışmada kafasından vurulmuş, beyninde hangi silahın açtığını bilemeyeceğim büyük bir kurşun yarasının paramparça ettiği bir kafatasıyla, sanırım otuzlarının sonlarında, belki de savaş koşulları nedeniyle onca büyük görünen ama çok daha genç bir erkek cesedi görmüştük. Açıkta, bir sedye üstünde yatıyordu. Etraf polis ve asker kaynıyordu. Savaş ve ölüm her an, her yerdeydi. Kendimi bildiğimden beri ve bilmediğim çok şeye rağmen bildiğim bir gerçekti bu. Silah bu defa sesiyle değil, yarattığı tahribatla tam önümde duruyordu. Gördüğüm ilk ölü bedendi. Tanıdığım ilk ölü. Zihnimdeki ilk ölüm imgesi. Bir şey uğruna savaşıp ölmeyi göze almış, öleceğini kesin olarak bile bile ölüme yürümüş, ölmemek için öldürmüş, silahın gücüne inanmış bir ölü. Uğruna savaşılacak bir şey için yaşama tutunmak, mücadele etmekle, öleceğini bilerek savaşmak. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını, 80/90’lı yılları Dersim’de geçirmiş biri olunca ölüme pek de uzak olmuyorsunuz aslında. Bölgedeki başka bir hastanenin bahçesinde şatafatlı bir devlet töreniyle kaldırılan asker cenazeleri görüntüsü ise daha çocukluk zamanlarıma denk düşüyor. Ölü ve ölüm imgesinin ne olduğunu dahi bilmediğim zamanlara…

Annem de sonunda öleceğini bildiği ama buna inanmak istemediği veya umuda ihtiyaç duyduğu için tedavi süreçlerine sonuna kadar sarılarak mücadele etmeyi tercih etti. Kazananı pek de önemsemedi belki de. Kalabileceği kadar hayatta kalmak, bizlerle geçirebileceği her ânı iyi yaşamak, bu dünyada değer verdiği ve inandığı şeylerle son defa da olsa temas kurmak istiyordu. Kutsal mekânlarını ziyaret etmek, dostları ve büyüttüğü çocuklarla görüşmek, hasta yatağından kalkabildiği zamanlarda kendine has bir yemekle sofra şenlendirip misafir ağırlamak, nehre, ağaçlara, dağlara bir kez daha bakmak, çok sevdiği yerlere bir kez daha gitmek… dünyanın ona verdiği her şeyi yanında götürürken belki son bir iz bırakmak istiyordu geçtiği her yere, değdiği her ömre. Akşamüstlerini çok sevmesiyle, günün ilk ışığını, güneşin doğuşunu karşılayıp kutsaması arasında geçen zamanda değişen dünya, yaktığı mumlarla öpüp alnını dayadığı ağaçlar ve taşlar arasında kaldı sanki. Yürüdüğü her yolda kutsalları olan, ya da kutsallarının her birini yürüdüğü yollarla anan annem, bir gün kendisiyle yürümek isteyen bir kuzenimden, mum yaktığı yerleri kendisi gibi selamlamasının gelenek olduğunu ve bunu öğrenmesini istediğini söylüyor. Dizleri üstüne eğilip önce öpüyor, sonra alnını değdiriyor oraya. Büyükşehirde ve tanık olduğu baskın dinlerin ritüelleri arasında böylesi bir ibadet biçimini bilmeyen ve tanımlayamayan kuzenim düşünmeden reddediyor ve bunun saçma olduğunu söylüyor. Köye yaklaştıklarında karşılaştıkları insanlara kuzenimi tanıtıyor annem. Her biri sarılıp öpüyor onu. Ardından anneme soru dolu bakışlarla o insanların kim olduğunu soruyor kuzenim. Yaşam tecrübesi ve inanç biçiminin geçmiş yetmiş yılda oluşturduğu bilgelikle dönüp “Bak,” diyor, “seni öpen o insanların hiçbirini tanımıyordun ve dahası içlerinden neler geçirdiklerini bilmiyordun, bilemezsin de! Oysa bunlar sadece taş veya ağaç, seni asla yanıltmazlar.”

İkinci kitabımın tanıtım partisi bitip de tüm misafirler gittikten sonra benimle otelin önünde bir kadeh içki içmek isteyip, gecenin tek eksiğinin annem olduğunu hissettiğini söylerken anlatmıştı kuzenim. Herkes gittikten sonra kalan birkaç arkadaşımla geçirdiği güzel saatlerin ve gecenin onda bıraktığı duygunun, annemin bilgeliğiyle geceye sızdığını söylemişti. Keşke annemi de öylesi bir partiyle ve tam da onun istediği gibi yolculayabilseydik! Son zamanlarında yapacak hiçbir şeyim olmadığını bildiğim fakat buna rağmen yaşayabileceği son âna kadar yaşatmaya çalıştığım o kahredici çaresizlik duygusundansa, keşke istediği gibi güçlü olarak gidebileceği bir yolculuk hazırlayabilseydim ona… keşkelerle geçen zaman, intihar isteği ve çaresiz ayrılışı, her şey bitti artık…

Sonra öldü annem. Gömdük onu. Ben yoktum aralarında. Sanırım gömüldüğünü görmek, öldüğünü kabullenmek demekti. Benim aksime bu toprakların yakın ve insanlığın kadim tarihi, ölüyü ve ölümü kabullenişi bile bir cezaya dönüştürmüş sayısız örnek ve imgeye sahip. Sadece bir mezarı olsun diye evladından kalan kemiklerin peşine düşen ailelerden, ölü bedenlerin sokaklarda kolluk araçlarıyla sürüklenip sergilendiği, kulak ve burunların, parmak ve sair organın bir başarı nişanı gibi anahtarlıklarda süslenip sergilendiği düşmanlık hikâyeleriyle dolu kolektif insancıl yaralarımız. Salgın hastalıkların ve insancıllaştırılamayan devlet politikalarının ceset torbalarında aileden iki, bilemedin dört kişiye izinle ve sadece kendisinin gösterdiği yere izinle defnedilmesini uygun gördüğü insanların yasına ve acısına şaşkınca tutum aldığı modern zaman felaketleriyle gömüldüğümüz zamanlar… İmgenin yok edilmesine yönelik devlet aklıyla örgütlü refleks, asit kuyuları ve okyanusa atılan cesetlerle kendini yeniden inşanın gururuyla donandı.

Unutturma, bir bilinçaltı politikasıdır. Kongo’nun demokratik yolla seçilmiş ilk başkanı olan Lumumba, 1961’de Belçika ordusu tarafından öldürülmüş, izi kalmasın diye asit küvetine atılarak eritilmiştir. Lumumba’yla beraber bir şahsiyetin değil, bütün bir kıtanın, Afrika’nın katledildiğini söyler Jean-Paul Sartre. Umulan medet, Afrika’daki özgürlük hareketine dair hatıralar bütününü silmektir. Asitte eritilmek istenen, Lumumba’nın imgesiyle beraber direnişin belleği ve bu belleğin oluşturduğu ortak bilinçaltıdır (Zeynep Sayın, Ölüm Terbiyesi).

Annem öldü. Söylemesi hep çok zordu. Onu nasıl defnedeceğimiz soruldu bana. En sevdiği kıyafetlerini seçtim, takı takmayı çok severdi, unutmuşum. Tören için birtakım isteklerim oldu. İstemediğim birkaç şeyden biri kefene sarılmasıydı. Nedense hep çok uzak, belki de hakim dinî terminolojiden bize de sirayet eden en kritik şeylerden biriydi. Kefensiz, sadece tabutun içine alınacak yeni yastık, yorgan, yeni iç çamaşırı ve çorabın dışında giyinmekten çok zevk aldığı kıyafetlerle yolculanması yeterliydi. Hemen her şeyin kabul edilebilir olduğunu, ancak kefen meselesinin hatırı sayılır kişilerle görüşülmesi gerektiği söylendi. Öldüremediğini hapseden devlet aklının esir aldığı bir kardeşi bekledik iki gün. İzinler, prosedürler… İki gün annem hastane morgunda yatarken aklım hep Silopi’de sokak ortasında yedi gün boyunca bekleyen Taybet İnan’daydı. Ve çocuklarında. Defnedildiğini görmeye gücümün yetmediği annem için acıdan uyuşmuşken, annelerine kuşlar, kediler, köpekler gelmesin diye sokak ortasında kalmak zorunda bırakılan cesedi başında nöbet tutan çocuklarında… Herkes ölüyor, hepimiz öleceğiz. Ölülerimizle vedalaşmak insani, dinî, psikolojik, bir yas sürecini tamamlamanın en önemli adımı. Saatler sonra, birtakım fikrî müzakerelerin sonunda kefensiz gömülmenin kolektif bilinçaltındaki imkânsızlığı anlatıldı bana.

Çocukluğumdan, Dersim Katliamı’nı yaşamış, o katliamda tüm ailesini, çocuklarını, tanıdığı hemen herkesi kaybetmiş birkaç insanın annemle sohbetleri aklımda. Zazacada “Allah kimseyi kefensiz gömülecek kadar zor zamanlarla sınamasın, kimseyi kefensiz gömülmek zorunda bırakmasın” dualarının yalnız 1938 Dersim Katliamı ile değil, belki çok çok daha eski zamanlara ait kültürel kodlarının aktarımından söz edildi. Kefensiz gömülmek savaşlara, felaketlere, büyük kötülüklerin zamanlarına ait, korkunç ölümlerin ve becerilebilirse zorunlu definlerin halini çağrıştırır. “Annen en azından normal bir zamanda, tüm sevdikleri yanındayken, tanıyan ve isteyen tüm sevenlerinin kendisine veda edebileceği bir zamanda uğurlanacakken kefensiz gömülmeyi kendisi de istemezdi” deniyor bana. İtiraz etmiyorum. Yıllar geçti aradan. Covid-19 pandemisinin yarattığı belirsizlik ve korku devam ederken neredeyse bildiğimiz tüm gündelik rutinlerimiz değişti. Cenaze ritüellerimiz de tabii. Salgının ilk zamanlarında konuştuğum bir akrabam bana kendisi veya yakınlarının ölümü halinde onunla vedalaşılamayacağına duyduğu korkuyu dile getirirken, “Sana o gün o kadar soğuk gelen bir parça kefenin bile çok görüldüğü, son yolculuğunda ölüleriyle vedalaşmak isteyen insanların, birinci derece yakınların bile katılamadığı, üzerlerine kireç dökülen cenazelerle insanlığın iyi günlerini de mi gömüyoruz acaba?” demişti. Evet pandemi ve uygulanmasının zaruri olduğu tedbirler makul aklın itiraz edemeyeceği gerçeklerken, ölüm kültürünün ve cenaze törenlerinin biz sıradan insanların ellerinden alınıp, ayrıcalıklı kişilere hak görüldüğü olaylarla toplumsal acı hatıralarımıza yeni yaralarla işleniyor. Yakınlarımızın, sadece birer rakam olarak haber değeri gören insanların yüzlerle, binlerle ifade edilen ölümlerine tanık oluyoruz. Önlenebilir ölümler olmasının yarattığı dehşeti kabul edemezken, halihazırda dayanaksız ve saçmalık düzeyinde kurallarla evlerimize kapatıldığımız, çalışmak zorunda olan milyonların toplu taşımalarla işlerine gitmek zorunda olduğu ve zorlu koşullarda çalıştırılmaya devam edildiği şu günlerde, sözü dahi edilemeyecek kriz yönetiminin ve aşı temininin tutarsız açıklamalarla umutlarımızı tükettiği, hayatlarımızda telafisi imkânsız biçimde açtığı boşluklar ve yarattığı tahribat her geçen günü daha da dayanılmaz kılıyor. Artan intiharlar, çaresizliğin bin bir çeşidini yaşayan, daha fazla gücü kalmadığı için ölümü seçen insanlar, üstelik bu da sosyal adaletsizliğin en çarpıcı biçimleriyle gerçekleşirken, salgınla savaşan bir dünyada yaşamak için daha fazla gücü kalmayan insanların vazgeçişlerine tanık oluyoruz. Hayatta kalmak için mücadele ettiğimiz her an, ölümün ve çaresizliğin her türünü kendi hayatlarımızın gerçeklerinden süzüyoruz. Çaresiz ve umutsuzca önlenebilir bir salgının daha fazla yıkıma ve kayba neden olmadan yapılabilecek her şeyin doğru ve hakkaniyetle yapılmasından daha fazlasını isteyemiyoruz bile. Ölüm sayılarını ve dünyadaki çeşitli pandemi süreçlerini ve yönetim biçimlerini izlerken acı bir biçimde sadece şunu düşünüyorum: Ölmek, birinin ölümünü izlemekten daha mı kolay acaba?