Afgan Kadınının "Yüz"ü, Dünyanın "Yüz"süzlüğü

 

ve bu benim

yalnız bir kadın

soğuk bir mevsimin eşiğinde,

yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın

                                                           başlangıcında

ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu

ve bu beton ellerin güçsüzlüğü 

 

zaman geçti

zaman geçti ve saat dört kez çaldı

dört kez çaldı

bugün aralık ayının yirmi biridir

ben mevsimlerin gizini biliyorum

ve anların sözlerini anlıyorum

kurtarıcı mezarda uyumuştur

ve toprak, ağırlayan toprak,

dinginliğe bir belirtidir.

 

zaman akıp geçti ve saat dört kez çaldı

(Füruğ Ferruhzad, “İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına”)

 

Levinas “Felsefe, Adalet ve Aşk”ta “Yüzde ne var?” diye sorar ve yüzdekiyle çelişkili ve bu bahisle tekinsiz karşılaşmadan bahseder.[1] Yüz çırılçıplaktır, mesela bir “hayvan”ın bedeni gibi, yeni doğmuş, sadece ses çıkarabilen bir “bebek” gibidir. Douzinas’ın dediği üzere evcilleştitilemez, tüketilemez ve bu yüzden üretilemez. Hem “ölüm”ün, Ötekinin “ölümü”nün mekânı hem de “öldürmeyeceksin”e bir çağrıdır “yüz”. Yani yüz hem hiçbir şeyin hem de her şeyin mekânıdır ya da hem her şeydir hem hiçbir şey. Zira beni sahibinin biricik hikâyesine, yani geçmişe, belki sahibinin bile unuttuğu geçmişe dahil etmeden dahil edendir. O hikâye beni çağırır ve hatta tutup çeker.

Ötekinin çağrısından kaçış/sakınma mümkün değil, bu öyle bir mümkün değillik ki ötekinin çağrısına yakalanır yakalanmaz ister istemez artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Ötekinin çağrısı ziyadesiyle ötekinin yüzünün çağrısıdır ve narsistik “vicdan azabı”nın aksine “yüz” tam da noksanlığımızın ve/veya yaralanabilirliğimizin, mesela öldürülebilirliğimizin müşterek olduğu noktada etik çağrısını fışkırtır. İşte bu sebeple “yüz”den kaçış yoktur ve kaçamadığımız bu şey “vicdan azabı”ndan bile fenadır, cevap veren, vermeye niyet eden için.   

2004 yılında Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü kitabının sonlarına doğru Butler, burada biraz değindiğim Levinasçı etiğin ve bu etik tartışmadaki “yüz”den bahsederken,  o “yüz”ün başkaca bir versiyonundan bahseder: “üretilmiş yüz”den. Yüz üretilebilir mi? Hemen yukarıda “üretilemez” dedim. O halde tekrar sorayım: Hani o biricik, söylemeden çağıran, asla ve kat’a tek tip/fabrikasyonvari olmayan, her seferinde bana has hitap eden “yüz” üretilebilir mi? Söylem/diskur patır kütür, her gün üretilirken “yüz” üretilir mi? Butler buna “evet”-“hayır” arası bir cevap verir ve işte o an karşımıza Afgan kadınları ve onların üretilmiş ya da değil “yüz”leri çıkıverir. Butler o zamanlar olup biteni, gördüğünü şöyle anlatır:

New York Times’ın manşetini donatan zafer fotoğraflarına göre bu genç kadınlar yüzlerini, bir özgürleşme edimi olarak, ABD ordusuna şükran belirten bir edim olarak, aniden ve esrikleştirici bir şekilde caiz kılınan bir hazzın ifadesi olarak açtılar. Amerikan izleyici, tabiri caizse, yüzü görmeye hazırdı ve yüz eninde sonunda fotoğraf makinesine, fotoğraf makinesi için açıldı […] Gerçekten de fotoğrafı çekilen yüz sanki Levinasçı anlamıyla yüzün görülmesini engelledi veya yerini değiştirdi, çünkü o yüzden gelen yas veya ısdırap seslendirmesi, hayatın kırılganlığına dair herhangi bir his görmedik, duymadık.[2]

Butler burada ziyadesiyle sinsi ve bu bahisle dehşet verici bir kapatma/karartma halinden bahseder. Mevzu bahis olan, o biricik “yüz”ün etik çağrısını, o “vicdan azabı”ndan bile fenasını perdeleyebilecek kuvvette bir “yüz” üretimi veya işgali, hatta tahribatı. Bir nevi burkadan azade kılıp başka bir burkaya sokma hali, “özgürlük” bahşedenin o “yüce vicdan rahatlığı”yla…

Aynı Afgan kadınlarından o “yüz” üreticileri ve “özgürlük” bahşedicileri -elbette hiç de şaşırtıcı olmadığı üzere- şimdilerde “yüz” çevirmekteler ve burkalardan “özgür” kılınan “yüz”ler yeniden bir nevi burkaya değil, bildiğimiz burkaya sokuluyor. Burkaya sokulamayan “yüz”e doğru kurşun sıkılıyor. Neyse ki (!) bütün bunlar uzaklarda, çok uzaklarda, sınır, duvarın ötesinde oluyor. Sınırın ötesinde olan aslında evrenselin de ötesinde olup bitiyor. (Nihayetinde evrensel denilen de bir kule.) Evrenselin içinden ve hatta tam göbeğinden “biz kimseye özgürlük vaat etmedik” demek kolaylaşıveriyor. Ne de olsa “vicdan azabı(rahatlığı)” var. Bu kirlenmiş yeryüzünde, “kurtarıcı” mezarda rahatça uyuyor. 

O sırada bir kadın “adaletin koptu kopacak ipiyle güveni asılmış”, saçının akı örtüsünden görünen, yaşlı “yüz”ünde hikâyesini(/mi) o izi bariz görebildiğimiz bir Afgan kadını çıkıp “utanın” diyor, “utanın!” ve “yazıklar olsun size!”... Bunu daha yakın tarihin “kurtarıcı”larına söylüyor. Seraj Mahbouba “vicdan sahibi” muktedirlere sesleniyor: “Utanın!”

O sırada “kurtarıcı” utanmadan mezarda rahatça uyuyor ve Afganistan’dan gelen sesi ısrarla duymuyor. Zira yine Levinas’ın dediği gibi “yüz”ler, “yüzyüzelik” dünyası aynı zamanda “vatandaşlık” dünyası. Kayıt alınamaz olanı kayıt altına alan ve yer yer de asla almayan, dahil etmeyen bir devletler/vatandaşlar dünyasında yaşamaktayız. Burada, dünyanın bu suretinde/yüzünde tamamen çıplak/plastik olmayan kendi başına manalı ve bu yüzden kendi başına mana olan, bu bahisle konuşan yüzün, diğer yüzle olan ilişkisinin açığa çıkardığı etiğin alanından vatandaşlar dünyasına geçiliyor. O dünyada Afgan ya da değil çağıranın, baktığımızın ama daha da fenası bize bakıyor olanın biricikliği askıya alınır.

İşte burada, o askıya alınmışlık hattında Afgan kadınları çağrılar yapıyor, videolar paylaşılıyor, ölümler, zulümler oluyor ancak yine de sınırlar kapatılıyor ya da -el insaf- on kişiye, elli kişiye açılıyor. Ne de olsa sınırın öte yanı, hatta çok uzağı, o devletin vatandaşı olmayan mevzu bahis. Büyük bir “vicdan rahatlığı”yla Afgan kadınları burkadan kurtardık diye reklam yapanlar, plastik olmayan, olamayacak olan “yüz”ü fotoğrafa nakledip plastikleştirenler şimdi yüz çeviriyorlar. Aslında hiçbir zaman “yüz yüze” gelmedikleri, hep bir yukarıdan aşağıya doğru (ve belki de bu bahisle aşağıdan, eğilerek yukarı doğru) bir hareketle baktıkları -aslında bakamadıkları- kimselere, evet tam olarak “kimse”lere yüz çeviriyorlar.

Bu noktada tekrar etmek isterim; “vicdan azabı”ndan büyük değil ve fakat sarsıcı “yüz” ve o çağrı var. Burka altına da girse, fotoğrafa tıkıştırılmaya kalkılsa da her nevi kategoriden azade, bilişsel veri olmaya ehil olmayan bir yüz var. Ve işte o “kadın(lar)” var. (Neticede “sen sensindir”.) Üretilenin ve hatta burkanın arkasında yine/hâlâ o yapacağını yapan biricik olan ve onun biricik, ancak biricik de olsa benim noksanlığımı “yüz”üme vuran hikâyesi var.

En nihayetinde o kadar yüzsüz olabilir miyiz? Hangi burka, hangi fotoğraf o kadının yüzünü unutturabilir/örtebilir ya da tam en örtük/unutulmuş olan değil midir bizi habire rahatsız eden, uykularımızı kaçıran ya da bizi mışıl mışıl uykulara hapseden? Mesela yeşil ışık yanınca, karşıdan karşıya geçerken, bir an, belki de sadece bir an gördüğümüz bir yüzün bile derinlere, en unutulmuş, gececil derinlerimize doğru inip paaaat diye çarpıp sarstığını inkâr edebilir miyiz? Kendi yüzümüzü, yansımasını değil, bizzat yüzümüzü, yine bizzat kendi gözlerimizle göremezken ötekinin yüzü bize nasıl da kuvvetlice dahil olur. Ve işte o “yüz”ün sahibi hiç ölmemiş gibi yaşayabilir miyim ben artık, o cinayet hiç işlenmemiş gibi? Hem de bana, yüzüme karşı seslenirken Öteki, Afgan ya da değil... Ben de taa buralarda ve hatta taaa okyanus ötesi “fırsatlar ülkesi”nde bile her an ölebilecek/yaralanabilecekken, zaten yaralıyken “tam göbekten”[3], kolayca, âdeta ansızın bir kararname çıkarır, ya da bir uluslararası sözleşme imzalar ya da bir mahkeme kararı verir gibi “yüz” çevirebilecek miyim o’ndan.

Keşke gözden ırak olan gönülden de ırak olsa ya da keşke vicdanımızdan kaçabildiğimiz gibi “yüz”den de kaçabilsek. Ama bizden uzak olan bizden uzak değil, aramızda göbek bağı, kan bağı yok belki fakat biricik, müşterek yaramız var, “yüz”lerimiz, sadece Ötekinin gördüğü, üzerini boyayarak, burkayla veya deklanşöre basıp reklam malzemesi yaparak, yani ne açarak ne kapatarak örtülemeyecek, zaten kapat(ıl)an ve bu bahisle aç(ıl)an biricik “yüz”ümüz var. Bir hitap var, tam da “yüz”üme karşı. Bu hitaptan ve (örtüsünden kaçsam da) hicaptan kaçamam.


[1] Bkz. Emmanuel Levinas, “Felsefe, Adalet ve Aşk”,  çev. Medar Atıcı, Sonsuza Tanıklık: Emmanuel Levinas’tan Seçme Yazılar, haz. Zeynep Direk ve Erdem Gökyaran, Metis, İstanbul, 2016.

[2] Judith Butler, Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü, çev. Başak Ertür, Metis, İstanbul, 2018, s. 144-145.

[3] Platon’un Şöleni’nde anlatıldığı üzere: İnsan bir zamanlar başka ve aslında üç türlüydü. Üçüncü tür hem erkek hem dişiyi içine alıyordu: Androgyneus. Sonra bunlar göğe tırmanmaya, yani bir nevi kuleye erişmeye kalkarlar. Sonra olan olur ve Zeus, tanrılar tanrısı bu işe çok kızar. İnsanları yok etmez, zira onların kurbanlarına ihtiyacı vardır. Tutar ikiye böler. Sonrası şöyle: “Zeus kestiği adamların yüzünü boyunları ile Apollon’a tersine çevirtmiş ki, kesilen yerlerini görsünler ve akılları başlarına gelsin. Yaralarını iyi etmesini de buyurmuş. Apollon da yüzlerini tersine çevirmiş, derilerini şimdi karın dediğimiz yerde bir kesenin ağzını kapar gibi birleştirmiş, orta yeri sıkı sıkı büzmüş ve bir tek delik bırakmış. İşte biz buna göbek diyoruz. Sonra bakmış buruşukları var, onları düzeltmiş, ayakkabıcıların deriyi yontmak için kullandıkları bıçağa benzer bir âletle göğüslerine bir biçim vermiş; ama eski hallerini unutmasınlar diye, karnın ve göbeğin ötesinde berisinde birkaç kırışık bırakmış.” Platon, Şölen: Dostluk, çev. Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2018, s. 27-28.