Bazı macera filmlerinde puşileri ardında birbirlerine benzeyen Arap teröristler topluca bir yerlere girer çıkar, silahlarını belirli bir hedefe doğrultmadan sağa sola ateş ederler. Kamera onlardan herhangi birisini ayırt etmez. Topluca dolaşan üçüncü dünyalı teröristlerin karşısında ise adı ve yüzü belli Amerikalı veya Avrupalı teröristler bulunur. Seyirci duygudaşlık kurduğu onları özgürlük savaşçısı, militan, ajan sayar. Diğerlerine yaptığı gibi kamera onların yüzlerini sıyırıp geçmez. Yüzlerindeki her kıvrıma odaklanır. Yüzleri olduğu için erkenden ölmezler. Karşıdaki üçüncü dünyalı saldırganların aralıksız gönderdikleri mermiler onlara ulaşmaz. Bazen seyirci endişelensin diye yaralanabilirler. Karşılarında topluca hareket eden bir sürü varken onlar tek tek hareket ederler. Üçüncü dünyanın teröristleri topluca yer değiştiren geniş bir bünye oluşturduğundan yok edilmeleri kolaydır. Ama hep daha fazlası arkadan gelir, tükenmezler; yaşayan ölüler gibidirler.
Steven Spielberg'ün München (2005) filmindeki Mossad memuru da bunu doğrular: “Filistinlileri öldürmek pek ucuz sayılmaz. (…) Her öldürdüğümüzde altı tane daha yaratıyoruz.” Filmde aynı tiplemelere eksiksiz biçimde rasgeliriz. Üstelik yönetmen Filistinli ve İsrailli tarafları tarafsız şekilde anlatmaya çalışırken aynı kalıpları tekrar eder. Batılı denilen bakışın tüm açılarına film boyunca tanık oluruz. Olimpiyatların önüne geçen İsrailli sporcuların katliamı ertesinde sahaya çıkan Mossad ajanlarıyla Filistinli fedailer arasında geçen bu macera filminden çok şey beklemek doğru olmasa da, aynı bakışın bugün “Batı neden Filistin'de yaşananlara kayıtsız kalıyor?” gibi bir sorunun muhtemel cevabı da aynı harcıâlem bakışta saklı olabilir.
İki tarafı eşitlemek, her iki tarafın dramlarına aynı mesafeden bakmaya niyetli bir yapımda bile seyirci Avrupalıya, Ameikalıya daha çok benzeyenle duygudaşlık kurar. Çünkü onların hayatları, ferdiyetleri vardır. Diğer taraftakiler ise şekilsiz bir yığın gibi sahneye çıkarlar. Rehine krizini iki gün boyunca medyadan izleyen taraflardan birisi yalnız başına ve vakur, diğeri ise kalabalık içinde bağıra çağıra olanları izler. İsrailli annelerin, eşlerin yüzlerindeki tüm değişimlere tanık oluruz fakat Filistin tarafında sırtından görünen insanların çırpınmaları, feryatları duyulur. Film onların tarafına geçmek için gerekli hisleri oluşturmamıza fırsat vermez.
Etnik Ağırlık
Filistinliler etnik merkezli bir dünyanın sakinleri olurken, İsrail yurttaşı evrensel bir söylemi giyinir. Birisi Arapça konuşur, diğeri İngilizce. Seyirciye bu durumda insanlığın temsilcisi tarafın huzursuzluk çıkaran bir aşiretin üyelerini öldürmesi çok olağandışı gelmeyebilir. Fakat insanlıktan payını daha az alan taraf aynı cinayetleri işlerse yaptıkları sansasyonel bir olay gibi yankılanır. Burada Jean-Claude Van Damme'ın oynadığı The Quest (1996) filmi hatırlanabilir. Önemli olmasından ziyade semptomatik bu filmde tüm dünyadan dövüşçüler bir şatoda bir araya gelerek kendi yerel kıyafetleriyle kavga ederler. Amerikalı dövüşçüyse sadece fanila ve şortla sahneye çıkar, onun etnik bir kimliği yokmuş gibi tüm insanlık adına hafif giysilerle kavga eder. Diğerlerinin üzerindeki etnik ağırlıklar nedeniyle müsabakalarda rahat eder. Etnik tarafın kıyafetleri ağırlaşırken, insanlığı temsil edeninki hafifler. Bu sayede daha etkili bir şekilde gücünü gösterebilir. İzleyici de en rahat giysileriyle kavga edenin tarafında yer alır. En azından duyguları onun tarafına meyleder. Ağır, renkli, teferruatlı, hacimli etnik giysiler yüzü siler, ilgiyi kabileyle ortaklığın belirtisi motifler üzerine çeker. Bir folklor gösterisinin esası da kimsenin diğerinden ayırt edilmemesidir.
Seyirci, bilgi düzeyinde jeopolitiğe, siyaset bilimine, tarih ilmine vakıf olsa da, çok erken zamanlarda şekillenen duygularıyla taraf tutar. Düşünceleriyle duyguları arasındaki beklenen akli koşutluk nadiren ortaya çıktığından haklı olanın değil de sureti olanın, duygudaşlık kurduğunun yanında yer alır. Birisinin yüzünün olması haklı olduğunun işaretidir ona göre. En alelâde seyirci bile birilerinin yüzünü yığın içerisinden seçebilmek ister. Siyasi seçimlerde de aynı haletiruhiye ile sandıklara gider. Onu en çok duygulandıran adayı seçer. Çünkü onun yüzü daha aşinadır. Tüm bunlara bakınca Filistinlilere neden pek kimse yardım etmiyor sorusuna siyaset, tarih, ekonomi ilimleri yanında duyguların politikası içinden de cevaplar bulunabilir.
Tüm dünya bir süredir binlerce çocuğun öldüğü, hastanelerin, okulların bombalandığı sahneleri izlese de bu duruma kayıtsız kalabiliyor. Ekrana ve orada olup biten hadiselere karşı bağışıklık kazanmış bu kalabalığa mevcut dramı duyurmak için fazladan bir çaba gerekir. Televizyonun ilk kez hanelere girdiği zamanları hatırlıyorum, odada herhangi bir haberle ağlayan veya ekrandaki neşeye ortak olanların yerini mat, geçirimsiz bir ekrana bakan seyirciler aldılar. Her olay onlara bir kurmaca gibi ulaşıyor. Ekrandaki canlıların yüzleri yoksa ufkumuza girmeleri zorlaşıyor. Onların dramının ulaştığı kişilerin bir kısmı da sosyal ve yeni medyalarda bu vicdani tortuyu zaman kaybetmeden sarf ediyorlar. Deprem zamanı birkaç hafta boyunca bölgeye giden sayısız yardım aracının birden kesilmesini düşünelim. Vicdani bir bitkinlik sonucunda göçük altındakilerin suretleri kayboldukça artık onlar ve yakınları ölüme terk edilebilir bir kayıtsızlık perdesi arkasına yerleşirler.
Herhangi bir medya ekranı artık ifşa eden değil de gizleyen bir yüzeye dönüşmeye başlar. Kaç kişinin öldüğü veya öldürüldüğüne dair bir pano halini alır. Hatta bir hadisenin ekrana düşmesi ona yönelik ilgiyi, muhalefetin enerjisini düşüren bir etkiye yol açar. Yani algı yönetiminin bir parçası olarak cereyan eden tüm olayları çıplak şekilde göstermekte sakınca yoktur. Gerçeğin ekranda beliren ikizi bir hayaletin bize musallat olması giderek zorlaşır; sesini bize ulaştırmakta güçlük çeker ve silik görüntüsüyle kaybolur. Tüm bu haller üzerine Baudrillard sayısız değerlendirme ve kehanette bulunur.
İstihbarat Oyunları
München filmine göre, ön tarafta bir halk ve bir devlet savaşsa da, arkada istihbarat yapıları bu çatışmaları manipüle eder. Filmi izledikçe bu istihbarat oyunları aradan çıkarsa her sorun çözülecek gibi bir izlenime kapılırız. Teşkilatlar, istihbarat ve terör pastasından daha fazla pay almaya çalışırken bir yerlerden patlamaların, öldürülen rehinelerin haberi gelir. Ülke sınırlarını aşan derin yapıların karşılaşmalarına tanık oluruz. Ajanın milliyeti önemsizleşir. Ortak bir oyun alanını dolduran uluslararası oyunculardır. İstihbarat teşkilatlarına gizli bilgileri sağlayan taşeron yapılar aynı bilgileri başkalarına da satarlar. Yasasız bölgede gizli bilgi kalmaz. Saklı olanın ifşa edilmesi gizli olmasından ileri gelir. Mossad memuru Avner’e “Bir Müslüman teröristin öldürüldüğünü Le Monde gazetesinden okumak istiyoruz,” der. Ondan beklenenin basit bir intikam olmadığını, tüm dünyaya dönük bir gözdağı beklediklerini anlatmak ister. Yasasız bölgedeki istihbarat oyunları gizli bir elin marifeti gibi küresel dengelere şekil verir. Kayıtdışı, istisnai, derin sahada cereyan eden hadiselerin etkileri legal herhangi bir eylemle karşılaştırılamaz. Müesses yapılar, istisnai oluşumların yarattığı jeopolitik yeni düzenleri yasal kılmaya yarar.
Avner bir gün ders vermeye giderken yoldan çevrilir ve sahaya sürülür. İsrailliler için ajanlık bir yurttaşlık vazifesidir. Onun “iyi bir Yahudi” olmasına vurgu yapan Mossad şefi de fiilen protokolde başbakanın üzerinde görünür. Vazifesini anlatırken bir mağduriyete vurgu yapar: “Yine tuzağa düşürülüp katledildik.” Sıradan kötülüğün münfailine gönderme yapar ve soykırımın önemli Nazi memuru "Eichmann’dan farkları yok bu kasapların,” der. “Almanya'da yine ölü Yahudilerin” olduğunu ve “dünyanın bir kez daha onları önemsemediğini” söyler. Filistin'in huzursuzluğu ise ülkeyi “paylaşmak istememesine” bağlanır.
Çok farklı ülkelerin arka bahçelerinde, insansız bölgelerde oynanan istihbarat oyunları ataklar ve karşı ataklardan oluşur. Mossad şefi Münih'teki olaylara cevaben “en az altmış Arap’ı” öldürdükleri haberini verir. Katliamın baş sorumluları ortadan kalktıkça, dünyanın başka yerlerinden dumanlar yükselir. Bu oyun sonu gelmeyen bir kan davası gibidir; bir potlaç töresinde olduğu gibi her seferinde karşı taraf için bir fazlasını yaparak, daha yaratıcı şekillerde karşılık verilir. Bu sırada oyunun parçası olarak “suçsuzlar öldürülür”. Çünkü bu oyunda kimi öldürdüğünüzün çok önemi kalmaz. Zaten suretsiz bir kalabalıktan erkek, kadın, çocuk seçmekte sakınca yoktur. Alelâde bir canlı olmasının dışında adı ve yüzü olan bir çocuk olduğunu sadece yakınları bilir. Ekran üzerinden bu acı diğer tarafa taşınamaz, gözleri ekranlara fazla bakmaktan seyiren medya alıcısına ulaşamaz. Mossad şefi, “tanınmamış bir ulus” ile “medeniyeti temsil eden” bir tarafın çatışmasında "Böyle insanları hangi yasanın koruduğunu sen söyle," der. Agamben’e kulak verirsek, tanınmamış bir devletin yurttaşı, öldürülmesi suç olmayan “çıplak insan” konumundadır. Onu çevreleyen egemen bir devletin uyruğu olmadığından, insansız bölgede taş atan bir çocuk veya rasgele ateş açan puşili bir adam gibi görünür.
Avner görevi kabul edince, “resmen gayri resmî” bir mıntıkaya taşınır; istisnai, yasasız bölgeye geçer. Her tür katliamı yapabilir bundan böyle. Çünkü orada çıplak insanlarla karşılaşır. Herhangi bir hukuk sistemi gibi, seyirci de onu suçlamaz. Doğuştan gelen bir yatkınlıkla o da kendi doğrularını, fikirlerini askıya alır. İnsansız ve yasasız istisnai bölgede “işsiz ve sigortasız” kalsa da kayıtdışı gelirini İsviçreli bir banka sağlar. Yani olağanüstü hal bölgesinde teröristler, istihbarat uzmanları ve banka görevlileri bir arada bulunurlar. İsrail devleti harcamaları için makbuz da ister. İstisnai olmayan tarafta bu cinayetlerin giderlerinin kayıt altında olması gereklidir. Suikast ekibinin başına yolculuk avansını veren muhasebeci Mossad memuru “Umurumda değil, ne yaparsan yap makbuz getir,” der. Ukrayna kökenli bir Musevi’dir ve Alman Yahudilerine güvenmez. Onlardaki hınç onu da korkutmuş gibidir.
Avner, her insanın bir diğer insanın kurdu olduğu Leviathan'ın güvencesinden ve denetiminden kurtulmuş yerde iyi bir baba, eş, evlat, yurttaş ve Yahudi olarak rahatça öldürebilir artık. Seyirci gibi onun da içi rahattır. Eichmann’ın mahkemede nahifçe, “sadece görevini yaptığını” söylemesi gibi, o da cinayetleri işlerken iyi bir Yahudi olmanın gereğini yaptığını düşünür. Mossad memuru “Sen iyi bir İbrani’sin, köpeğin var, bir bebeğin olacak, sen sıradansın,” der. Asıl kötülüğün faillerinin sıradan kişiler olduğunu duyurur. Gerçek kötüler, kötülükler pastasından sıradan kişilere göre çok az pay alsalar da asıl ilgiyi onlar toplar; komplocuların hedef şaşırtması gibi. Oysa herhangi bir ortamda iyi görünen, sıradan, sağduyulu yurttaşlar mevcut kötülüklerin çok büyük bir kısmından sorumludurlar.
Seyircinin Keyfekederi
Beş İsrailli suikastçı ilk cinayetlerinin ardından lirik bir müzik eşliğinde sohbet eder, şakalaşırlar. Kamera hepsine yakın çekim girer, yüzlerini sıyırıp geçmez. Filistinli yerel halk, teröristlerden farksız şekilde bir karikatür gibi tasvir edilirken, İsrail tarafının sakinleri üç boyutlu şahsiyetlerdir, hacimlidirler. Puşileri, peçeleri altındakiler gibi tek tip canlılar değil, zevkleri, keyifleri, farklı huyları, kendilerine özgü giyimleri olan karakterlerdir. Bu yüzden onları öldürmek, onlara kayıtsız kalmak zordur. Öldürülseler bile seyirci onları mutlaka sonsuzluğa uğurlar, yasını tutar ve boşluğunu içinde duyar. Onların ölüme gidiş sahneleri de uzun sürer. Diğerleri gibi bir anda yere serilmezler. Yine lirik bir müzik onların ölüm ânına eşlik eder. Seyirci tutacağı yas için hazırlanır. Ölüm haberi izleyiciye hemen verilmez, yavaş yavaş alıştırılır. Bu durumda Mossad şefinin “Bizim için kim yas tutuyor?” demesi dayanaksızdır. Herkes onların arkasından ağlar. Rancière’in “duyguların paylaşımı” dediği sermayeden en çok yüzü olanlar pay alırlar. Yüz yaydığı duygu manyetizmasıyla düşünceleri köreltir. Diğer taraftan kaba etleri ile karikatür gibi resimlenenler hiçbir duyguyu ve düşünceyi cezbetmezler. Sadece bir azınlığın merhametine, sızlayan vicdanlarına konu olabilirler.
Seyirci gündelik hayatında veya medyada yüzünü gördüğü şahsiyetle özdeşleşir; onu aşina bulur. Lacan’a kulak verirsek eğer, altı aylıkken karşısında bulduğu ayna imgesinden bu yana böyledir. Sadece sinemada değil, edebiyatta da yüzü olmayana kayıtsız kalır. Klasik romanın özenle karakterler yaratması, onları uzun uzun tasvir etmesi de bu temel arzuya seslenir. Brecht, Beckett gibi yazarlar çok erkenden başlayan bu yatkınlıkla uğraşırlar. Beckett romanlarında yüzü belirgin karakterlerle karşılaşamayız, okuyucu onlarla özdeşlik kuramaz. Örneğin Watt “top gibidir”; kaba hatlarıyla belli bir şeye benzemez. Brecht’in “epik etki” arayışları da böyledir. Seyirci sahneyle özdeşlik kurmasın, aptallaşmasın diye elinden geleni yapar; aklını kaybetmesin, o mayışma ânından uzaklaşsın diye sahneleri beklenmedik zamanda keser. Sahnedeki etkileşimler de seyirci ve oyuncu arasındaki yapışmaya mani olur. Onların sıkılması, yeterince eğlenmemesi onu çok ilgilendirmez.
Fakat Spielberg, ayrıcalıklı bir temsilcisi olduğu film endüstrisinde bu yabancılaştırma etkilerinden uzak durur. Deleuze seyircilerin kötü huylarına seslenen yapımları “aksiyon sineması” olarak adlandırır. Böyle filmler hep mutlu sonlara (mutsuz da olsa) odaklıdır; hepsinin başı, ortası ve sonu vardır. Seyirci bir kıyımdan, felaketten sahneler de içerse her izlediğine böyle muamele eder. Dramına sorumluluk almadan ortak olabileceği bir kurguya heveslenir; biraz da öyle gördüğü, yetiştirildiği için. Buradan şu sonuca varılabilir: Edebiyatta, sanatta veya felsefede yüzü silmek, poetik, düşünsel bir etki yaratabilir fakat siyasette, gündelik hayatta yüzün yok edilmesi bireyin kaybolmasına, etik zafiyete ve adaletsizliğe kapı aralar.
Filmde yüzü olan Yahudilerin aynı zamanda iç dünyaları da vardır. Bu yüzden işledikleri cinayetlerin ortasında onların ebeveynleriyle ilişkilerine, evliliklerine, duygularına tanık oluruz. Diğer tarafta kendisini yumrukları kalkmış, birkaç sloganın dışında ifade edemeyenlere rasgeliriz. İç dünyası olanla duygudaşlığımız artar. Kendimizi yavaş yavaş o tarafta buluruz; diğerlerini de ancak bir “politik doğruculuk” içinden destekleriz; sosyal medyadaki karşılığıyla “duyar kasarak”. Yüzü olanların yanında rahat ederiz. İçimizden biri olan Avner’i suikast görevine uğurlarız; arkasında bıraktığı hamile eşi adına endişeleniriz. Çocuğun doğumu için cinayetlerine ara verip İsrail'e dönünce, “dünyanın en iyi hastanelerine sahip oldukları” için gururlanan annesine hak veririz. Şu sıralar bombaladıklarından diğer tarafta hastane kalmadığı aklımıza gelse de, Avner kucağına kızını alınca yeniden seviniriz. Epik bir etkiye kapılıp aklımızdan geçen cümle Spielberg araya bir duygu yerleştirince silinir. Arada yabancılaştırıcı bir etki olmayınca kahramanla ve dramla duygudaşlığımız insafsız tepkilerimizi yönetir. Böyle zamanlarda Spinoza’yı bir kez daha doğrularız. Düşüncelerimizin duygularımıza nasıl teğet geçtiğini, “bir duygunun ancak başka bir duygu tarafından bastırılacağı veya güçleneceği” bilgisini hatırlarız. Filmde Spielberg kimin haklı olduğu konusunda fikir olarak ortada dursa da, sadece bir tarafın duygularına ortak olmamıza izin verdiğinden, diğer tarafta ne olduğunu hızlıca unuturuz.
Suikastçılardan birisi bomba yerleştirdiği evde küçük Filistinli kızın yüzünü görünce duraksar ve Levinas’ın veciz sözünde dile getirdiği gibi, yüzü öldürmenin zorluğunu birkaç saniye için deneyimler. Kızın yüzü kendisini “iyi bir İbrani” sayan adamda sonradan vicdani sorgulara sebep olur. İbrani halkının ve İsrail devletinin aynı tarafta yer almadığını kavrar. Küçük kızın yüzü Barthes’ın punctum dediği etkiyle bombacının metafiziğini delip geçer. Vicdani muhasebesinin sonunda, İsrailli değil de Yahudi tarafını seçerek şunları söyler: “Biz Yahudi’yiz, düşmanlarımız günah işliyor diye biz de işleyemeyiz. (…) Binlerce yıllık nefrete maruz kalmak bizi saygılı yapmıyor ama biz adil olmakla yükümlüyüz. Yahudi’ye bu yakışır.” Yasal İsrail devletinin uyruğu olmaktan çıkarak adaletli bir Yahudi olmayı umut eder. İsrail devletinin temelinin müesses hınç ahlâkı olduğunu ilan eder.
Bombacınınkiyle benzer bir sahnede Avner otelde yan balkonda karşılaştığı ve sohbet ettikleri Filistinlinin ölüm kararını vermekte yine birkaç saniye duraksar. Çünkü adamın samimi, konuksever yüzünü görür. Bir başka sahnedeyse yasasız sahada karşılaşan iki tarafın temsilcileri ilk kez birbirleriyle konuşurlar. O kadar iç içe yaşasalar da, genellikle birinin attığı taşa cevaben karşı taraftan gönderilen bombalar vasıtasıyla etkileşim kurduklarından, sohbetleri son derece yavan ve sloganlarla doludur. Zaman içinde karşılıklı konuşmayı öğrenememişlerdir. Spielberg de eşit bir karşılaşmayı sahneye koymayı bu yüzden beceremez.
Avner, vazifesini başarıyla tamamlayarak karısı ve kızına kavuşunca film seyirciye bu duyguyu geçirmek üzere seferber olur. İzleyici savaş sonrası travmanın sebep olduğu kâbuslara ortak olur. Çok sayıda cinayet işlemiş bir adam evine selametle kavuşunca derin bir nefes alır. Yönetmenin tarafsız bir açıdan anlatmak istediği film en sonunda bir aile dramıyla nihayetlenir. Avner karısıyla birlikte olurken öldürülen İsrailli sporcuların kederini duyar. Keyfekeder bu sahnede seyirci de tatmin olur. Karısı ona “Seni seviyorum,” der ve mutlu sonu taçlandırır. Suikastçı biraz da seyircinin beklentileri sayesinde evine selametle ulaşır. Bu beklenti sayısız kıyımın, insafsız filmlerin verimli karnıdır.