Siyaset muzaffer bir özgürleşme geleceğine inanç var diye var olmaz. Siyaset bir ötekinin davası var olduğu için, yurttaşlığın kendi kendisiyle bir farklılığı var olduğu için vardır.
Jacques Rancière, Siyasalın Kıyısında.
Gülabi Aksu’ya -sanırım birçoğumuz- geçtiğimiz haftalarda DGD-SEN üyesi Migros’un Esenyurt depo işçileri tarafından başlatılan bir direniş sırasında tesadüf ettik. İçine kapatıldığı gözaltı otobüsünden, ellerinde kelepçeyle “biz”e bakıyordu. Aslında belki birçoğumuz tam da Gülabi Aksu ağlayarak kameralara baktığı ve bu bakış yayıldığı sırada Migros işçilerinin direnişiyle de tanışma fırsatı bulmuştuk. Migros İcra Kurulu Başkanı'nın bile belirttiği üzere, Gülabi Aksu ve onun gözyaşları direnişin “sembol”ü olmuştu. Gün sonunda işçilerin talepleri de karşılanmıştı, tepkilerin, çağrıların, desteklerin, paylaşımların ve dahasının yüzü suyu hürmetine.
Tepkilerin, çağrıların, desteklerin, paylaşımların ve dahasının yüzü suyu hürmetine hak taleplerinin karşılanmasının da ötesine geçen bazı gelişmeler vuku bulmuştu. İşte her şeyden evvel pek çoğumuz direnişi Gülabi Aksu’nun jesti yayılınca öğrenmiş ve bir biçimde tepki göstermiştik. “Birçoğumuz” bir tarafa, devletin kolluk kuvveti, yani Emniyet Müdürlüğü bile izahata girişmişti: “Büyük bir hassasiyetle takip ettiğimiz ve gerekli müsamahayı göstermeye çalıştığımız bu süreç içerisinde basına yansıyan kelepçeli görüntüler bizleri de derinden üzmüştür. Konu ile ilgili araştırma ve inceleme yapılmaktadır,” diyerek duyarsız kalmadığını gösterme, timsah gözyaşı dökme mecburiyeti hissetmişti. Nitekim “patron” dahi tabiatına aykırı davranmak, mevzu bahis gözyaşına, gözyaşlarıyla da direnenlere bir dönüp bakmak zorunda kalmıştı.
Nihayetinde Apollon bile Niobe’yi gözyaşları durunca, Niobe ağlamaktan yorulup durulunca taşa çevirmişti, cezalandırırken bile duyarsız kalamamıştı.
Gülabi Aksu’nun Gözyaşı
O klasik ifadeyi hepimiz biliriz: “Gözyaşlarımızın tadı aynı.” Nitekim Jerome Neu da “Gözyaşı entelektüel bir şeydir,” derken bundan bahseder ancak hemen gözyaşlarını tetikleyen düşüncelerdeki farkın altını çizer, fark yine tam orada. Neticede “gözyaşı, her zaman ve her yerde aynı manaya gelen evrensel bir işaret değildir. Evrensel bir işarettir zira o hemen hemen her şeyi ifade etmeye muktedirdir”. Böylesi müphem bir zeminde, bir jest zemininde, eklemli dilin de ötesine geçen gözyaşı dökme her zaman biriciktir; hem gözyaşı döken hem de bu gözyaşlarını gören bakımından. Ben “öteki”nden/“ben”den, görenden, yakalanandan devam edeyim.
Ağlamak “yüz”de kendini gösteren bedensel bir fiil; gözyaşlarımız yüzümüze akar neticede, yüzümüzde görülür, başkası tarafından. Gözyaşları başkası mana çıkarırsa, “öteki” bir biçimde ve geniş manasıyla suratımıza/suretimize bakarsa bir şey olur, ağlama (bazen belki gülme, gülümseme) ancak o zaman “sembol”e ve/veya “çağrı”ya dönüşür, daha doğrusu tercüme edilir yeniden ve yeniden. Bu elbette jestin “sahibi”ni yok saymak değil. Bilakis o jest, ağlama, söz ve benzerinin tam orada olduğunun ve ona yüzümüzü daha çok dönmenin, başta yüzünü dönen/öteki için ne kadar da elzem olduğunun altını çizmek gayesi mevzu bahis. Ve -Rancière’yi takip etmek suretiyle- “ötekinin davası”yla hem etik hem siyasi düzlemde ve “ayrılıkta sarmaş dolaş” olabilmenin lüzumunun altını çizmek: “Ötekilik” hasebiyle ayrılık, yine de dahil olabilmekten dolayı sarmaş dolaşlık.
Gülabi Aksu’nun gözyaşlarına yakalanınca başımıza gelenlerden daha iyi bir emsal şu aralar yok gibi. Zira mevzu saat başına 4 TL; birilerinde olup ötekinde olmayan veyahut ötekinin cebinde olup berikinde olmayan bir 4 TL.
Bir yere kadar bu 4 TL mevzusunu (yapabilirsem) unutayım ve “yüz”, “etik” ve “öteki” demişken Levinas’la başlayayım. Ne diyordu düşünür: “Ben, Başkası karşısında sonsuzca sorumludur; Başka yoksuldur, yoksundur ve bu Yabancı'ya ilişkin hiçbir şey Ben'i ilgilendirmezlik edemez.” Zira “ben, Ben olarak varoluşunun doruk noktasına tam da her şey ona Başkası'ndan baktığında erişir”.[1] Gülabi Aksu ve elbette diğer Migros işçileri her şeyden evvel “öteki”ne/“biz”e hitap etmiştir. Ve davet etmiştir aynı zamanda “öteki”ni… Ancak ötekinin, ötekinin (biricik ve de çıplak) yüzünün, bu bahisle gözyaşının da bizi davet ettiği etik sorumluluk hemhal olmakla alakalı değil ve tabiatı icabı olamaz da. Zira başkası aynılığı, aynının egoizmini o tekinsiz ve/veya diferansiyel gelişiyle sarsandır. Ben yolunu ötekinin her gelişiyle yeniden ve yeniden şaşırır, zira o zaten kendi kendine vermemiş olduğu bir yasayı takip eder. Başka biri gelir ve beriki o vakit anonimliğe, kendi olmayışa kaçabilir, yeter ki başkaya karşı alerji geliştirmemiş olsun. Zaten o öteki “ben”le en ilişkili olduğu anda da daima “mutlak öteki” olarak kalır; öteki ve beriki asla hemhal olamaz ve ne olursa bu olamamanın “yüz”ü “su”yu “hürmet”ine olur.
“Öteki”nin 4 TL’si
Gülabi Aksu’nun biricik yüzü -üstelik gözyaşları akarken kendisine- bizi yakalar ve etik bir sorumluluk içine atar evet, ancak tam o sırada siyasi sahnenin inşası da kaçınılmaz hale gelir; kaçınmak kâfi değil. Bir öteki kişi olarak “ben”deki 4 TL “fazlalık”tan dolayı birilerinin 4 TL’si yoksa ve tam da bu “varlık”-“yokluk”, yani eşitsizlik düzleminde bir işçi direnişiyle ve gözyaşlarıyla tesadüf ediliyorsa artık ötekinin etkin ve kurucu karakteri devreye girer. Zira “endişe ve merhamet siyasal duygular değil”[2] ve bunların kifayeti de tartışmalı. Bu tartışmadan da şu soruya varabiliriz: Etik ve siyasetin, aynı anda hem asimetri hem müştereklik zemininde az ya da çok devreye girmesi mevzu bahis olmasaydı, Gülabi Aksu’nun gözyaşları sembol olabilir miydi? Bu sembol oluşun ciddi tesiriyle 4 TL’si/4TL zammı olan/olmayan pek çok kişi, topluluk ve hatta devlet müessesesi mevzuya bunca kulak kesilebilir miydi? Başa döneyim; “(mutlak) öteki”ne, mesela Gülabi Aksu’ya, Migros işçilerine, elbette Gülabi Aksu’nun gözyaşlarına bir nevi maruz kalanlara tesadüf edilmese sarsılmak nasıl bir imkân olabilirdi?
Rancière’yi takiple yine, siyasal eylemlilik manasındaki etkin oluş “öteki”yle hemhal olmak, aynının hegemonyasını inşa etme çabası değil, yine bilakis, “ilk olarak, belli bir kendilikle ilişkili özdeşlikten çıkmak”.[3] Mevzubahis olan asimetriyle müşterekliği bir arada düşünebilmek. Ne başkasının davasına dışarıdan (/yukarıdan) el vermek ne de onu asimile etmek… Onur Kartal’ın Rancière’den mülhem ifadesiyle söyleyecek olursam:
Ben ve başkası, siyasal iktidara karşı konumlanışlarında bir haksızlık etrafında topluluğu meydana getirirler. Başkasının uğradığı haksızlığa tanıklığın başkasıyla özdeşleşmeyle sonuçlanması değildir söz konusu olan. Daha ziyade başkasıyla özdeşleşmenin imkânsızlığında kendilikten kopuşun, ben ve başkasını bir araya getirecek bir topluluğu tesis eden türden bir edim olmasıdır: Siyaset, amacını aynının rejiminin hüküm sürebilmesinde değil, başkasının davasının sahneye çıkabilmesinde, benin kendiyle özdeşliğini koparabilmesinde bulur.[4]
Nitekim -yine- “başkasının davası” sahneye çıkar. 4 TL’si olmayanın/verilmeyenin, 4 TL’si olanların ve tüm diğer öteki kimselerin aynı yerden bakamayacağı ve de ağlasa da aynı yerden ağlayamayacağı “başkasının davası”; mesela Gülabi Aksu’nun da üyesi olduğu Migros işçilerinin. O ötekinin, yüzüyle, jestiyle, sözüyle bir şekilde, birilerine dahiliyeti kaçınılmaz. Bu dahiliyetin yaratacağı sarsıntı, kendiyle özdeşleşme krizi de kaçınılmaz… Hitap var… Bir de müştereklik… İyi-kötü bir 4 TL’si olanın da, Rancière’in verdiği emsaldeki gibi, Cezayirli “karşı”sında Fransız olanın da bir şekilde maruz bırakıldığı o sayılmama hali var. Leke var… (Mesela gözyaşı da bir leke.) Sadece ve hatta esas olarak insan olmaktan kaynaklı haysiyetten değil sayılmamaktan, muhtelif sebeplerle lekeli ve harcanabilir olmaktan gelen müştereklik (ihtimali) var. İmkânsız özdeşleşmenin peşi sıra gitmeye sebep…
Bitirirken
Benjamin “Tek Yönlü Yol” başlıklı metninde şöyle der: “‘Yoksulluk kimseyi lekelemez.’ Pek iyi, pek hoş. Ama onlar lekeliyor yoksulu. Lekeliyorlar, sonra da bu küçük özdeyişle avutuyorlar.”[5] Nurdan Gürbilek de Sessizin Payı’nda -yer yer Benjamin’e de atıfla- Orhan Kemal’in yoksullarından bahsederken yaygın söylemin aksine yoksulluğun “ayıp” olduğunu söyler ve sorar, başka şeylerden pek bir pay düşmezken bu karın doyurmayan haysiyet temsili olarak neden en çok işçinin payına düşer? Oysa yoksul her zaman 1 Mayıs afişlerindeki gibi çıkmaz ortaya, bazen başı eğiktir belki de tam da yoksul olduğu için ve bazen ağlıyordur tam da 4 TL zamdan mahrum bırakılan bir işçi olduğu için. “Haysiyet sahibi bir insan” olmak neye yarar tam o noktada? Şu kutsal insanlığımızı (!) arkamıza alıp merhamet göstermek kâfi mi, haddimize mi tam o noktada?
[1] Emmanuel Levinas, “Aşkınlık ve Yükseklik”, çev. Hakan Yücefer ve Zeynep Direk, Sonsuza Tanıklık, haz. Zeynep Direk ve Erdem Gökyaran, Metis, İstanbul, 2016, s. 123.
[2] Jacques Rancière, Siyasalın Kıyısında, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Metis, İstanbul, 2016, s. 129.
[3] A.g.e., s. 130.
[4] Onur Kartal, Başkasının Politikası: Husserl, Heidegger, Levinas, Fol, Ankara, 2021, s. 254.
[5] Walter Benjamin, “Tek Yönlü Yol”, çev. İskender Savaşır, Son Bakışta Aşk, haz. Nurdan Gürbilek, Metis, İstanbul, 2012, s. 58.