Yağsız Süt Gerçek bir İhtiyaç mıdır?

“Babam öldü. Dün bir geyik avladım. Ne diyebilirim? Ya o ya ben, birimiz canından olacaktı.”

Norveç’li yazar Erlend Loe’nun, YKY’dan çıkan Doppler[1] isimli romanı bu çarpıcı girişle başlar. Ardından; romanın başkahramanı Andreas Doppler; bir ormanda, ormanda bir ağacın üstünde, elinde bir bıçakla “başka yerlerde hayatın daha iyi olduğuna inanan” ve bu yüzden oralarda dolaşan geyiklerden birine bıçağı saplar ve böylece “ya sen ya ben” ikileminde insanın nasıl davranacağını bize gösterir. Ölüm var! Yaşamak için ya sen ya ben… Birimiz canımızdan olacağız! Orta yolu yok mu bunun?

Yaşadığı ve kendini kuşatan modern şehirden kaçan, diğer insanlardan uzak kalabilmek için yaşam alanı olarak ormanı seçen, bu şekilde; insan ilişkilerinin üstünde yarattığı baskı ve acıdan kaçacağını sanan Doppler'in acısı elbette orada bitmez. Bir de vicdan denen şey var tabii ki. Freud’un üstben dediği şey. Nedir o? İçimizde anne-babanın (ve dolayısıyla toplumun ve kültürün) doğru ve/veya yanlış olarak gördüğü şeylerin içselleştirilmesi sonucunda ortaya çıkan denetleyici bir mekanizma.[2] Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında Freud şöyle demiştir; “İçgüdüsel bir gereksinim, zaten sınırlı bir gücü olan vicdana rağmen tatmin sağlayacak bir güce ulaşır; tatmin edilen arzunun doğal olarak zayıflamasıyla, önceki güç dengesi yeniden kurulur.” Freud bunlara çift değerli duygular der ve ekler, “oğullar babadan nefret ettikleri gibi onu seviyorlar da. Nefretin saldırganlıkla tatmin edilmesinden sonra, eylemden duyulan pişmanlıkta sevgi öne çıkar.”

Bu mekanizma romanda da tam olarak böyle çalışmıştır. Doppler her ne kadar geyiği görmezden gelse, yokmuş gibi davransa da annesinin ölümüne şahit olan bu yavru kaçıp gitmez, sabahları çadırın önünde dolanır. Bu da yetmezmiş gibi gözünü dikip Doppler’i işerken seyreder. (Gergin bir şekilde durmuş, ben işerken seyrediyor.[3]) Doppler peşinden ayrılmayan bu geyikle -suçluluk duygusu ya da vicdanının sesine dayanamadığı için- bir bağ kurar. Yavruya karşı sevgi ve sorumluluk duymaya başlar. Hatta bu zamana kadar “susmadan konuşan” insanlardan o kadar bıkmıştır ki, konuşamayan biriyle olmanın ne kadar harika olduğunu fark ettiğinde kendini bu yavruyla konuşurken bulur. Ona bir isim verir. Bongo! Annesini öldürdüğü için özür diledikten sonra bunu niçin yaptığına dair ilk açıklaması, gerçekten dikkat çekicidir. Önce, hayati bir ihtiyaçtan dolayı o geyiği avladığını, hayvan topluluklarının sınırsız bir biçimde büyümesinin felaketlere yol açtığını söyler. Ancak dedikleri birden kendine de manasız gelince konuşmasına şöyle devam eder; “Bugün yaşamak için geyik etine ve derisine ihtiyacımız yok ama yine de avlıyoruz. Bir tür alışkanlık. Ama ben anneni eski bir alışkanlıktan ötürü öldürmüş değilim. İhtiyaçtan öldürdüm.”[4] Sonra da anne geyiğin etleriyle takas etmek üzere markete giderek o vazgeçilmez ihtiyacının (!) peşine düşer. Eti verip yağsız süt alan Doppler, tezgâhtarın neden yağsız süt sorusunu ise şöyle cevaplar: “Sevgili dostum yağsız süt insanoğlunun ulaşabildiği en yüksek noktayı temsil ediyor.”[5] Bu cümle üzerine çok uzun şeyler yazılabilir elbette. Ama işe, kendi yağsız sütlerimizin ne olduğunu düşünerek başlamak sanırım daha yerinde bir tercih olacaktır.

Medeniyetin ulaşabileceği en üst noktayı temsil eden nedir? Kullandığımız cep telefonlarının kamera sayısı mı?  Arabaların yerden yüksekliği mi? Beş şeritli yollar mı? Yüz katlı gökdelenler mi? Özel uçaklar mı? Dolaplar dolusu giysiler mi? Her şey dâhil ultra istekler mi? Eğer bu konuda kendimize dürüst davranırsak belki de Doppler’in yağsız süt isteği oldukça masumdur.

Bu istek aslında Doppler’in kaçtığı yaşantıdan miras kalan arzuların bir sembolüdür. ABD ve İngiltere’nin Irak’a harekât başlattığı gün, yenilemeye çalıştıkları banyo için karısıyla fayans seçmeye çalışan Doppler, fayanslar İtalyan mı olsun İspanyol mu diye kafa patlattıkları o anı şöyle aktarır bize; “sesini kıstığımız televizyonda bombalar Fırat’ın ya da Dicle’nin ya da her ikisinin birden üzerine yağarken, küveti banyoda nereye yerleştireceğimizi çizdik.”[6]

Ormana yerleşmesiyle sonuçlanacak bu farkındalık halini, sonrasında şu cümlede görürüz.  “Çok acıklı, insan bir var bir yok, bir gün var bir gün yok.”  [7]

Doppler’i insanlardan ve insanların temsil ettiklerinden kaçıran şeyin ne olduğuna baktığımızda, etrafında gördüğü bu ikiyüzlü tutum olduğunu anlarız. Bunun izlerini kendi hayatında ve eylemlerinde görecek cesaretinin olduğuna tanık oluruz. Önce her insan gibi “dünyada olup bitenlerin benimle en ufak bir alakası yok,” ruh halindedir. Ancak insan bir kere kendine ve çevresine doğru gözle bakmayı becerdikten sonra bu yüzleşmeden kaçış yoktur. “Düzen” denilen ve bitmek bilmeyen harala güreleyi fark ettikten sonra bu düzene dâhil olmak ona iğrenç gelmeye başlamıştır. Ve işin tuhafı hayat arkadaşı ile arasındaki mesafe açılmış, iyi günde kötü günde, diye çıktıkları bu yolda en büyük sorun; “aynı günün biri için iyi diğeri için kötü olarak tanımlanması” [8]olmuştur. Bu farklılık onları şüphesiz bir yol ayırımına getirir. Artık Doppler için ormanda bir çadırda yaşamak çılgınlık değil zorunluluktur. Hem yüzleşmenin verdiği utançtan hem de tüm insanlara karşı, “tiksinti” olarak tanımladığı duygulardan kurtuluşu buna bağlıdır. Çaresizlikten çıkış için bulduğu yöntem budur.

Doppler’i mevcut hayatından ardına bakmadan kaçma noktasına getiren şey kitapta şöyle ifade bulur. “Allah çocuklarımı benim kadar başarılı olmaktan korusun. İnsan bir kez başarılı olmaya görsün. Çevresinden övgüler almaya devam etmek için elinden geleni ardına koymaz.”[9] Yazarın burada ifade etmeye çalıştığı başarı; kendisinin de değindiği üzere, Schrödinger’in kedisi misali, bizi  “hem yaşıyor hem yaşamıyor” durumunda tutan ya da MIŞ gibi yaşatan bir başarıdır.[10] Çoğunluğu statü belirleyicisi olan o ŞEY’lere ulaştıkça, toplum tarafından başarılı bulunarak kabul gördüğümüz ama onlara yaklaştıkça kendi hakikatimizden uzaklaştığımız ve en nihayet Doppler ‘in Bongo’ya söylediği o yalın cümle gibi “babamızın gerçekte kim olduğundan haberimiz yok” noktasına kadar kendimize yabancılaştığımız bir “başarı” hikâyesidir bu. Ya da bir oyun. Ama öyle bir oyun ki kuralları koyan kişiden başka oyunun amacını bilenin olmadığı bir oyun.  Homo Ludens adlı kitaptan bir alıntı: “Oyun, özgürce razı olunan ama tamamen emredici kurallara uygun olarak belirli zaman ve mekan sınırları içinde gerçekleştirilen, bizatihi bir amaca sahip olan, bir gerilim ve sevinç duygusu ile “alışılmış hayat”tan “başka türlü olmak” bilincinin eşlik ettiği, iradi bir eylem ve faaliyettir.”[11]

Etrafımızı saran aynılık, tam da bunun zıddı gibi görünen kişiselleştirici farklar ve yapay olarak yeniden çeşitlendirilmiş modeller üretimiyle yönetilir. “Tüketim Toplumu” adlı eserinde Baudrillard bunu şöyle ifade eder:

“Kişiselleştirmede çevrenin her yanında gördüğümüz ve doğayı gerçeklikte öldürdükten sonra bir gösterge olarak yeniden oluşturmaktan başka bir şey olmayan doğallaştırmanınkine benzer bir yan var. Doğayı temsil edecek birkaç ağaç…”[12]

Doppler ormanda bir çadıra yerleşerek ve medeniyeti reddederek aslında bir yandan da bu tüketim toplumundan kaçmış oluyordu. Tüketim toplumunun en temel özelliği, varoluşunu yok ederek sağlamasıdır. Her şeyin yenisini (üstelik uzun süre kullanmamak üzere) almak ihtiyaç halini alır. Bize gerekli olan şey ve arzuladığımız şey birbirine karışmıştır.

“İhtiyaç duyduğumuz şeyi istememiz insanca bir davranıştır. Yalnızca gerekli olanı değil arzulanır bulduğumuz şeyleri istemek de insancadır. Hastalıklı olan; gerekli olan ile arzulanır olanı aynı şiddetle arzu etmek, kusursuzluk özlemi yüzünden ekmeksiz kalmış gibi acı çekmektir. Romantizm hastalığı budur işte. Sanki sahip olmanın bir yolu varmış gibi aya göz dikmek.”[13]

Kentte var olan yapı, tüketimin devam etmesi üzerine inşa edilmiştir. Kent bir tüketim merkezine dönüştürülmüştür. Kitabın araladığı bu düşünce kapıları bize Frankfurt Okulu’nu hatırlatır. Tüketimin devam etmesi kaçınılmaz olduğunda, ister istemez bunun bir endüstrisi de olur. Teorisyenlerin “Kültür Endüstrisi” adını verdiği bu olgunun temel hedefi “her zaman daha iyi yaşamak, daha çok üretmek, daha çok tüketmektir. Burada can sıkıntısına yer yoktur. “Sürekli bir şeyler yapmak ya da yapacak şeyler icat etmek zorunda olduğumuz fikri içimize işlemiş. Ne pahasına olursa olsun sıkılmak istemiyoruz. ” [14]

Bu endüstrinin bir parçası olan insan için; yemek, içmek, bakmak, seyretmek, sevmek, uyumak, gezmek bir tüketim nesnesine dönüşmüştür. Bu yaşam tarzına erişenler bunu ancak kendilerini tüketen bir çaba pahasına elde ederler. Mekân, zaman, temiz hava, yeşillik, su, sessizlik… Eskiden bedava olan bu mallar şimdi ayrıcalıklıların erişebildiği lüks mallar haline gelmiştir. Tarihin en meşhur sakallısının dediği gibi ; “ Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser.”

Doppler durup kendini dinlemek için sessiz bir mekân ihtiyacı duymuştur. Mekân değişikliği ihtiyacının bir kısmı da aslında otoritenin baskısından kaçış ihtiyacıdır. “Otorite gücünü egemen olduğu mekân içindeki nesneleri düzene sokarak gösterir. Okul, hastane, fabrika ve kışlada insanların ve nesnelerin nerede, nasıl duracakları, ne zaman ve nasıl eyleyecekleri kurala bağlıdır. Otorite için kişiyi cezaevine kapatmak, dört duvar arasında tutmak değildir. Önemli olan duvarlar arasında yaşamanın koşullarını belirleyebilmektir. Çünkü ancak o zaman iktidar olunur.” [15] Doppler iktidarın-oyun kurucunun-  kurallarından o kadar bunalmıştır ki insanın ruhsal yaşamında, daha önce yaşanmış bir hazdan vazgeçmekten daha zor bir şey olmadığını bilmesine rağmen izolasyonu tercih eder. Bunu şu şekilde ifade etmiştir. “ Ben ormana adımımı attım bir kere. Ve burada başka kurallar geçerli. Burası artık ne Oslo ne de Norveç. Burası Orman!”[16]

Buna ilk karşı çıkan, toplumun en küçük parçası olarak önce ailesi olur. Gürültüyü kabullenmesi istenmiştir kendisinden. Kesintisiz söz akışına maruz kalarak artık sessizlikten korkmaya başlayan birey, bu hikâyede Doppler ile çemberin dışına çıkmayı başarmıştır. Kartacalı şair Terentius’un “insanım ben, insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir”[17] dizesinin aksine, “ insana ait olan her şey bana yabancı” diyen kahramanımız, hikâyenin ilerleyen sayfalarında karşımıza çıkan hırsızlık olayında,  kültür endüstrisinin esiri olan insanlara yabancı gelen bir davranışla olaya yaklaşır. “Gel benimle biraz otur,” diyerek elini uzattığı hırsızla karşılıklı içki içer ve evde kullanılmayan elektronik eşyaları hatta oğlunun sürekli kullandığı DVD oynatıcısıyla birlikte tüm filmleri hırsıza hediye eder. [18]

Hikâyenin sonunda; Doppler acaba kaçtığı şehir hayatına geri dönecek mi? Yoksa tüm toplum kurallarına ve tüketim alışkanlıklarına rağmen ormandaki hayatına devam edecek iradeyi gösterecek mi? Asıl irade ormanda yaşamak mı yoksa bu çarkın tam orta yerinde durup düzene savaş açmak mı? İnsan denen varlık tüm ormanları yok ederek oralara da medeniyet (!) getirmek üzere tek ağaç kalmayana kadar kesecek mi? İçine sıkıştığımız bu düzenden kaçış var mı? Tek çare Oslo’da bir ormanda yaşam kuran Doppler ya da Çökertme Köyü’nde modern yaşamdan uzak bir hayat kuran Mandıra Filozofu olmak mı?

Yazıyı kitabın son sayfasında yer alan alıntılarla bitirelim.

“Norveç’te yaşıyorsan koşullar hakkında doğru bir fikrin olmuyor.”[19]

(Biz yine de dipnotumuzu yazarın ülkesinin verilerini kullanarak hazırlayalım. Yaşadığımız ülkenin verileriyle karşılaştırmak da kitap bittikten sonraki düşüncelerimize kalsın.)

“Bu ülkenin dışında hiç tanımadığım bir dünya var. Yardıma muhtaç. Benim gibi bir avcı toplayıcının, bir başka deyişle sikli Doppler ‘in yardımına muhtaç. Bu bir seferberlik.

Bizler, son nefesimize kadar savaşacak askerleriz.

Akıllılığa karşı. Aptallığa karşı.

Çünkü ortada bir savaş var. Bir savaş.”[20]


[1] Doppler, Erlend Loe, Yapı Kredi Yayınları, 2016

[2] (Psikeart/ Sayı 25 Vicdan: Makale Hakan Atalay)

[3] S.11

[4] S.13

[5] S.17

[6] S.21

[7] S.22

[8]  S.26

[9]  S.30

[10] S.31

[11] Homo Ludens “Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme”, Johan Huizinga, Ayrıntı Yayınlar,2020,  S.53

[12] Tüketim Toplumu, Jean Baudrillard, Ayrıntı Yayınları, 2016, S.104

[13] Huzursuzluğun Kitabı, Fernando Pessoa, Can Yayınları, S.86

[14] S.61

[15] Panopticondan F Tipine Tecrit, Cem Kaptanoğlu, Birikim Dergisi, Sayı 136, Ağustos 2000

[16] S.60

[17] “Homo sum, humani nihil a me alienum puto”

[18] S.57

[19] Erlend Loe, Norveçli bir yazar. Norveç Kuzey Avrupa’da bir ülke. 5,3 milyon nüfusu var. Başkenti Oslo. AB üyesi değil. Çünkü yaşam standardı AB üyesi ülkelerin üzerinde. Kıyıları petrol rezervleriyle dolu. Milli Geliri (2019) 403 milyar usd. Kişi başına gsyih 69.000 usd. Enflasyon %2 Ortalama yaşam süresi 79 yıl. Okuma yazma oranı %100.

[20] Doppler, Erlend Loe, Yapı Kredi Yayınları, 2016, s.116

Kaynakça

Tüketim Toplumu, Jean Baudrillard, Ayrıntı Yayınları, Ocak 2016

Uygarlığın Huzursuzluğu, Sigmund Freud, Metis Yayınları, Aralık 2014

Sessizliğin Tarihi, Alain Corbin, Kolektif Kitap, Nisan 2021

Huzursuzluğun Kitabı, Fernando Pessoa, Can Yayınları, Mart 2018

Homo Ludens  “Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme” , Johan Huizinga, Ayrıntı Yayınları , 2020

Psikeart Sayı 25, Yıl 2013, “Vicdan”, Hakan Atalay

Frankfurt Okulu ve Kültür Endüstrisi Eleştirisi, Mustafa Kemal Şan, Politika Dergisi

Tüketimin Yeniden Üretildiği Bir Alan Olarak Mekân, Cansu Kösem Işık, Maltepe Ünv.

Panopticondan F Tipine Tecrit, Cem Kaptanoğlu, Birikim Dergisi, Sayı 136, Ağustos 2000