Günümüzde kapitalistler bile kapitalizmden bahsediyor. Peki, Marx’ın tekrar güncel olmasının sebebi ne?
Geçtiğimiz Mayıs ayı ortalarında Berlin’deki Humboldt Üniversitesi’nde tanınmış şahsiyetlerin konuşmacı olarak katıldığı Marx’ın eseriyle ilgili bir konferans yapıldı. Almanya’da yayımlanan haftalık Die Zeit gazetesi, bu vesileyle İngiliz edebiyat bilimcisi Terry Eaglaton’a Marx’ta kendisini büyüleyenin ne olduğu sorusunu yöneltti. Die Zeit gazetesinin 19 Mayıs 2011 tarihli sayısında yayımlanan makaleyi olduğu gibi yayımlıyoruz.
Karl Marx’a methiye düzmek, Hun imparatoru Attila hakkında olumlu konuşmak kadar tuhaf gelebilir. Marx’ın düşüncesi, diktatörlüklerden, toplu katliamlardan ve ekonomik yıkıntıdan sorumlu değil miydi? Teorisinden çalışma kamplarına ve Stalin ismiyle bilinen Gürcistanlı paranoyak bir köylüye tapmaya doğrudan bir yol çıkan bir adamın lehine herhangi bir şey söylemek mümkün müdür? Yine Marx’ın diğer bir talebesi olan Mao, modern tarihin muhtemelen en büyük kitlesel kıyımından sorumlu değil miydi?
Ancak Mao’nun suçunu Marx’a yüklemek, aşağı yukarı engizisyonun sorumlusu olarak İsa’yı görmek gibi bir şeydir. Hıristiyan uygarlığının ellerinde de sayısız suçsuz kurbanın kanı var. Buna rağmen söz konusu hunharlıkların günahını Yeni Ahit’i yazanların boynuna atmıyoruz, yine aynı şekilde modern kapitalist toplumu kurmaya katkıda bulunan büyük liberal düşünürleri, İrlanda’daki büyük kıtlıktan veya Birinci Dünya Savaşı’ndan sorumlu tutamayız. Marx, sosyalizmin yoksulun da yoksulu olan ve ekonomik bakımdan geri ulusları mancınıkla fırlatır gibi moderniteye fırlatmak için kullanılacağını rüyasında görse inanmazdı. Ancak bu gerçekleşirse, nihayetinde olacak olan aynı sefaletin tekrarlanmasıdır, diye uyarır Marx. Netice, Marx’ın genelleştirilmiş yoksulluk diye tanımladığı şey olacaktır.
Sosyalist ilişkileri yaratmak için, Marx’ın methiyeler düzdüğü bir sistem olan kapitalizmin avantajlarından yararlanmak gerekir. (Bir Marksist bir postmodernden farkını, orta sınıfların devrimci mirasına büyük bir saygı göstererek ortaya koyar.) Sosyalizm, maddi kaynaklar, demokratik kurumlar, gelişen bir sivil toplum ve aydınlanmacı liberal geleneklerin yanı sıra iyi eğitimli ve bilinçli bir işçi sınıfını gerektirir. Şayet halk açsa, eğitimsizse ve diktatörler tarafından yönetiliyorsa, bütün bunların olmasının olanağı yok demektir. Tabii ki böyle uluslar da, Rus Bolşeviklerinin yaptığı gibi sosyalist yolu seçebilirler. Ancak başarılı olmaları için, zengin ülkelerin onların yardımına koşması şarttır. Ancak Bolşevik örneğinde bu zengin ülkeler Rusya’ya girdiler ve devrimi kan denizinde boğdular.
Marx’ın temel sorusu şudur: Nasıl olur da insanlık tarihinin en zengin uygarlıkları, yoksulluk, eşitsizlik, ucuz işgücü ve sefalet tarafından bu denli karakterize edilebilirler? Bu, sadece elim bir talihsizlik midir yoksa bu tür toplumsal düzenlerin yapısal çelişkilerine ilişkin bize bir şeyler mi gösterir? Freud’un yeni bir kıta bulup “bilinçaltı” ismiyle vaftiz etmesi gibi, Marx da sistemlerin dinamiğini öyle adlandırıp örtüsünü kaldırdı ve tarihsel kökenlerini araştırarak potansiyel çöküşlerinin koşullarını tanımladı. Bir keresinde başka hiç kimsenin bu kadar para üzerine yazıp da bu kadar parasızlık çekmediğini söyleyen çulsuz bir Yahudi göçmeni olan bu adam, çoğumuz için doğal olan belli bir yaşam biçiminin gizli mekanizmasını görünür kıldı. Marx’a göre, bu yaşam biçimi artık insan doğası adı verilen evrensel bir durumla karıştırılamaz. Bugün kapitalistler bile kapitalizmden bahsediyorlar. Yumurta kapıya dayandığı zaman, sistemin ciddi güçlüklerle karşı karşıya olduğu bilince çıkıyor. Sistemin içsel krizi, sistemin doğallığını yok etti ve foyasını ortaya çıkardı.
Marx, tarihte hiçbir toplumsal sistemin, içinde yaşadığımız sistem kadar devrimci olmadığını söyler. Avrupa orta sınıfları, birkaç yüzyıl içinde maddi servetler biriktirdiler, diktatörleri devirdiler, köleleri azat ettiler, dünya imparatorluklarını yerle bir ettiler, demokrasi ve insan haklarına kavuşmamıza önayak oldular ve insanlığın hakiki bir evrensel biçimi için temel taşları döşediler. Bu sınıfın savunucuları için, tarih sürükleyici bir ilerleme anlatısıyken, eleştirmenleri içinse çöküşten başka bir şey değildi.
Marx, tarihte her ikisini de gördü. Modernite, onun için bir toplumsal özgürleşme tarihiydi, ama aynı zamanda uzun ve dayanılmaz bir kâbustu da. Bunun ötesinde biri olmadan diğerini anlatmak mümkün değildi. Her ikisini de ortaya çıkaran, diye düşünüyordu Marx, aynı toplumsal mekanizmalardır. Marx, burjuvazinin siyasi özgürlük, eşitlik, kişisel özgürlük ve kendi kaderini tayin gibi önemli ideallerine karşı değildi. Bunlar, kendisinin de idealleriydi. O, sadece bu ideallerin her gerçekleştirildiklerinde neden şiddet, baskı, eşitsizlik ve tahripkâr bireyciliğe meylettiklerini ortaya çıkarmak istiyordu. Kapitalizm, insanın şimdiye kadar bilinen sınırları aşan ölçüde güç ve yeteneklere sahip olmasına imkân sağladı. Ama bu güçleri, kadın ve erkekleri angaryadan kurtarmak için kullanmadı. Yeryüzünün en zengin uygarlıkları, neolitik devirdeki öncülleri gibi ölesiye çalışıyor. Marx’ın ideali boş vakitti, meşakkat değil. Onun ekonomi üzerinde bu denli yoğunlaşmasının sebebi, ekonominin üzerimizdeki despotik iktidarını parçalamaktı.
Marx, sözcüğün en iyi ve geleneksel anlamıyla bir ahlakçıydı. Aynı Aristo, Hegel ve Akinolu Thomas gibi, iyi bir yaşamın vazife ve yükümlülüklerden değil, aksine insanı mutlu kılan öz-gerçekleştirmeden müteşekkil olduğu düşüncesindeydi. Marx’a göre, etik için bahis konusu olan, insanın yeteneklerini nasıl geliştireceğini öğrenmektir. Ona göre, insanlar yeteneklerini birlikte ve birbirleri sayesinde geliştirdiklerinde insani karakter en iyi şekilde gelişir. Ya da Komünist Manifesto’da yazdığı gibi, eğer insanlar “her bireyin özgürce gelişiminin herkesin özgürce gelişiminin şartı” olduğu bir durumdan mutlu iseler. İnsanların başkalarının hayallerinin gerçekleşmesinde kendi hayallerinin gerçekleşmesini bulmasına sevgi diyoruz. Marx, böylesi bir imkânı siyasal düzlemde inceler. O, aynı zamanda ütopya üzerine lüzumsuz lakırdıları hor görür. Mükemmel topluma ise, en ufak bir ilgi bile göstermez.
Marx, bireye tutkuyla inanıyordu. Aydınlanmacı bir rasyonalist olduğu kadar, soyut teoriden sakınan ve duyusal, somut ve emsalsiz olan her şeyden heyecan duyan romantik bir hümanistti de. Bize sosyalist bir gelecek için şablonlar vermedi. Yaptığı, sadece böyle bir geleceği hâlihazırda engelleyen çelişkileri en iyi şekilde nasıl çözebileceğimizi göstermekti. Sonrasında neler olabileceği üzerine söyleyeceği neredeyse hiçbir şeyi yoktu. Geleceği kristal bir kürede gören bir peygamber değildi. Farklı yollar bulmazsak, geleceğimizin olmayacağını söyleyerek bizi uyaran -yani özgün Yahudi düşüncesinde var olanlara benzer- bir peygamberdi.