Bu pandemi yılı ile birlikte hiç olmadığı kadar hissettiğimiz şey, hastanelerin bireyleri bağlamlarından koparacak kadar soğuk ve steril alanlar olmasıydı. Personeli ne kadar sıcakkanlı ve mimari yapısı ne denli güzel olursa olsun, bugün hastaneler iyi hatırlanacak yerler değildir. İstanbul’daki hastaneler de, tıpkı dünyadaki diğer hastane örneklerinde olduğu gibi nitelik yerine niceliğe değer veren küresel pazar odaklı sağlık hizmetleri zincirinin birer halkası durumundalar.
Bu hep böyle değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarına kadar İstanbul, henüz tektipleştirilmemiş, millileştirilmemiş ve profesyonelleştirilmemiş bir sağlık sistemine sahip, her biri takdire şayan birçok tedavi yönteminin buluşma noktası konumundaki bir şehirdi. Bugünkü hastane formu, Osmanlı İmparatorluğu yükselen bir kapitalist sınıf tarafından baskıya uğradığında ve Avrupa’nın tıp anlayışı diğer anlayışlardan daha üstün görülüp yurtdışında eğitim gören doktorlar ayrıcalık kazandığında devlet tarafından seçilmiş bir model olarak benimsendi. Fakat İstanbul’da hastaneler ilk inşa edildiklerinde, Michel Foucault’nun “disiplin denetim kurumları” olarak adlandırdığı gibi işlev görmediler, zira Avrupai modelin birebir kopyası değildiler. İlk hastaneler topluma ve özellikle de savunmasız insanlara sosyal bir tıbbi bakış açısıyla yaklaşmak şeklinde tanımlayabileceğimiz farklı bir misyona sahipti. Hastaneleri yakından tanıyan fakat arşivde az miktarda iz bırakan hemşirelerin, gönüllülerin, hastaların, komşuların, işçilerin ve ziyaretçilerin hikâyelerini ortaya çıkararak bir hastanenin nasıl olması ve nasıl görünmesi gerektiğine dair daha kapsayıcı ve bütünsel bir tanımlama yapabiliriz.
Bu ilk hastanelerden beşi Yedikule’deki Balıklı Rum Hastanesi (1753), yine aynı semtte bulunan Surp Pırgiç Hastanesi (1834), Elmadağ’daki Surp Agop Hastanesi (1836), Balat’taki Or-Ahayim Hastanesi (1898) ve Şişli’deki Evlogi Georgiev Bulgar Hastanesi’dir (1902’de kurulan hastane 1991 yılında Türkiye Gazetesi Hastanesi adını aldı). “Cemaat vakıf hastaneleri” olarak bilinen bu hastaneler, belirli dinî topluluklara sağlık hizmeti vermek için kurulmuşlardır. Paşalar, subaylar, sarraflar, silah tüccarları, bakanlar ve zanaatkârlar, hasta ve fakirlere bakacak hastaneler inşa etmek için para toplamak için sosyal çevrelerini seferber ettiler. Bu çaba, kısmen, 19. yüzyıl boyunca dalgalar halinde gelen kolera ve veba salgınlarının yayılmasını durdurmaya yardımcı olmayı amaçlıyordu. Bu hastaneler büyüdükçe, cemaatlerinin kentsel yaşamını tehlikelere karşı daha dayanıklı hale getirebilmek için hizmetlerini çeşitlendirdiler –özellikle de yaşlıların, yetimlerin ve akıl hastalarının bakımına yoğunlaştılar. İnsanlar bu hastanelere çoğunlukla pediyatri, geriyatri ve psikiyatri gibi (doğum, yaşam sonu, travma gibi tıp alanları) duygusal çaba ve dikkat gerektiren uzun süreli bakımlar için gittiler. Birçoğu hasta bile olmamalarına rağmen hastanelerde kaldılar, çünkü hastaneler savaştan ve etnik şiddetten de korunabilecekleri bir sığınak niteliğindeydi.
Yine de bir topluluğa ait olmak, yalnız başına fiziksel ve psikolojik hastalıkların panzehrine sahip olmak demek değildir. İtalyan filozof Roberto Esposito’ya göre topluluk (communitas) ve bağışıklık (immunitas) kavramları Latince etimolojik köklerine bakıldığında birbirinin zıddıdır. Her iki sözcük de iki veya daha fazla kişi arasında değiş tokuş edilen bir hizmet veya hediye anlamına gelen “munus” kökünden gelir. Bir topluluk içinde munus takısı zorunluluğu, bulaş riskini ve diğer sosyal risk biçimlerini tetikleyebilir; yalnızca bu yükümlülükten muaf olan insanlar bağışıklık sahibidir. Devletler, toplum genelinde bu riski azaltmak için daha sonra “karşılıklı ayrılığı” zorlayan ve “toplumdaki ilişkileri sterilize eden” kurallar ve kurumlar dayattı.
Esposito, communitas ve immunitas kavramlarının birbirinin aksi olduğunu savunuyor, fakat yine de bu komünal hastaneler her iki kavramı bir araya getiriyor: devletler kendi vatandaşlarını koruyamadığında ve hatta bazen onlara zarar verdiğinde, topluluklar kendilerine bakmalı ve kendi bağışıklıklarını inşa etmelidirler. Topluluğun sunduğu güvenlik, devletinkinden ne daha ütopik ne de daha tehlikelidir. Jacques Derrida’nın “farmakon” (iksir) kavramı ile açıkladığı gibi; sunulan bu güvenlik ikircikli bir karakter taşır, toplum içindeki bireyleri iyileştirebileceği gibi zehirleyebilir de. Bu çelişki hem hastanelerin kentte işgal ettikleri fiziksel mekânda hem de bakım hizmeti sağlayanlar ve alanlar arasındaki sosyal ilişkilerde kendisini gösterir.
Bu hastanelerin kampüsleri geniş, yeşil ve bir dönem veya hâlâ duvarlarla çevrilmiş durumdadır. Osmanlı’daki külliyelere ve onlardan önceki Bizans manastırlarına benzer çok işlevli kompleksler olarak düzenlenmişlerdir. İç kısımlarında bahçeler, ahırlar, su kaynakları, sosyal konutlar, yetimhaneler, mutfaklar, meslek atölyeleri ve ibadet alanları bulunur. Örneğin Yedikule’de bulunan Surp Pırgiç Hastanesi’nin kendi bostanlarında ve çiftlik hayvanlarıyla dolu ahırlarında yetimler kendi geçimlerini sağlamayı öğreniyorlardı. Yerel bir gazeteci, Bulgar Hastanesi’nin önünden geçerken sarf ettiği, “Matbanın Antimoan tahallülati ve mürekkeb kokusu karışık muhitine nazaran bu parlak mavi sema, bu henüz başlayan yeşillik beni büsbütün başka bir adam etmişti,” ifadeleriyle hastanenin üzerindeki rahatlatıcı etkisini yazmıştır.
Hastanelerin kendi içerisinde ayrı birer dünya sunmaları, o zamanlar hastaları ve yoksulları kalabalık şehir merkezinden uzak tutmak için önemsendi –hastalar bugün olduğu gibi verimli kent ekonomisine engel görüldükleri için değil, temiz havaya ihtiyaç duyduklarına inanıldığı için değerliydi. Ancak bu topluluklar için şehirden ayrılmak, etnik çatışma dönemlerinde bir sığınak bulmak anlamına da geliyordu. Bunun sonucu iki yönlüydü: Balıklı Rum Hastanesi, Eylül 1955 pogromları sırasında tecavüze uğrayan kadınları tedavi etti, fakat Bulgar Hastanesi 1984’te Bulgaristan’ın orada yaşayan Türkleri sınırdışı etmesini protesto eden kalabalıklar tarafından taşlandı. Geliştirdikleri özerk yapı bir hayatta kalma stratejisine dayansa da, bu ayrışma hali söz konusu toplulukları kentsel yaşamın geri kalanından kopardı ve iyisiyle kötüsüyle topluluklar arasındaki iç bağları güçlendirdi.
Sıkı sosyal bağlar kendi kendine yeterliliğe imkân verebilir, fakat aynı zamanda karşılıklı münasebete de işaret eder. Osmanlı’nın son dönemi boyunca bağış faaliyetleri, “rasyonalleştirilmiş hayırseverliği” kullanarak sermaye biriktiren ve yoksul insanları üretken işçilere dönüştüren geç Viktorya dönemi hayırseverlerinden etkilenerek değişti (Cihan Tuğal). Yine de, Osmanlı hayırseverleri, bireyci bir bağışlama vizyonundan daha çok toplulukçu bir vizyona sahipti. Geç Osmanlı dönemine ait kaynaklar, yoksullara ücretsiz sağlık hizmeti sunan patriklerin ve hayırseverlerin aynı zamanda bağlı oldukları cemaatlerdeki nüfuzlarını meşrulaştırdıklarını, hem dünyadaki hem de ahiretteki konumlarını güvence altına aldıklarını ve cemaat mensuplarının bağlılığını kazanmayı amaçladıklarını gösteriyor.
Hastane yönetim kurulları, artan bütçeleri için para toplamak amacıyla balolar ve partiler düzenledi, ancak bu kutlamalar toplum genelinde sosyalleşmeyi teşvik etmekten çok bağışçı sınıfı memnun etmeye yönelikti. Surp Agop Hastanesi, düzenledikleri balolara diplomatik bir jest icabı katılan yerel ve ulusal siyasetten önemli isimlerle övünürdü. Or-Ahayim Hastanesi finansman bulmakta zorlandı, bu nedenle bağışçılar hastaneyi bizzat çok ziyaret etmemiş olsa da hastane bu kutlamaları önemli bir sosyal ağ oluşturma yöntemi olarak kullandı. Hastanelerin diğer bir toplumsal hizmeti olan istihdam da açıkça sınıfsal olarak bölünmüştü. Doktorların maaşları oldukça iyiydi, fakat temizlikçilere ve lağımcılara çok düşük maaşlar ödeniyordu. Hatta hastalar bile para karşılığı gözetmeksizin çalışıyordu.
Bahsi geçen beş hastane, kendilerine özgü yönetim kurulları tarafından, kâr amacı gütmeyen gayrimüslim vakıflar olarak yönetiliyordu. Fakat 1935’te özel kurumlar haline getirilen bu hastaneler, her ne kadar kâr odaklı birer işletme haline dönüşmeseler de, serbest bir piyasaya adapte oldular. Bu arada, Bulgar Hastanesi’ne el konuldu ve Türkiye Gazetesi Hastanesi’ne dönüştürüldü. Surp Agop Hastanesi ise yıkıldı ve tadilatı için hâlâ finansman bekliyor.
Cemaatlerinin azalan nüfusu giderek büyüyen şehir nüfusu tarafından yutuldukça, kolektif bakım uygulamalarından geriye çok az şey kaldı: yetimhaneleri ve hemşirelik okulları kapatıldı, fakat bazı bakım hizmetleri hâlâ ücretsiz ve kimi gönüllüler yaşlı hastaları eğlendirmek için hastanelere gelmeye devam ediyor –komformist bir sağlık ortamındaki istisnai durumlar. Halihazırda komünal ruhların büyük bir kısmı bugün risk altında olarak tasnif edilenlerin anılarında yaşıyor. Yine de, İstanbul’un tarihinin bir parçası olan bu hastaneler bize bugün tıp sektörünün geldiği en üst nokta şeklinde sunulan şehir hastanelerinden farklı uygulamaların ve kolektif bakım pratiklerinin hâlâ mümkün olduğunu öğretiyorlar.
Not: “Bizim Hastane” adlı bağımsız bir araştırma projesi çerçevesinde beş gayrimüslim cemaat hastanesini mercek altına alan yazarların bu araştırmasının bir kısmı, geçtiğimiz yaz Karşı Sanat küratörlüğünde ve İBB/Metro İstanbul ev sahipliğinde düzenlenen “İstanbul’da Şifa Bulmak” adlı sergide yer aldı.