Kamuoyunun ilgisini kısmen çekmiş olsa da “Yenidoğan Çetesi” sanıklarının mahkemede yaptıkları savunmalarda Türkiye sağlık ortamını belirleyen yasal ve fiili koşullara dair çok çarpıcı bilgiler yer aldı. Para kazanmak için çocukların sağlığını riske eden ve hatta onların ölümlerine neden oldukları iddia edilen şahıslarla arama sonsuz bir mesafe koyarak; bu kişilerin sağlık sisteminin yasal ve fiili durumundan nasıl yararlandıklarını anlamak ve sistemin açıklarını düzeltmek sağlık alanında yaşanabilecek yeni ölümleri önleyecektir. Bu nedenle sanıkların yazılı medyaya yansıyan kimi açıklamalarını analiz etmek, sağlık alanında yapılması gereken ev ödevlerine de işaret edecektir.
Dünyanın hemen her ülkesinde, hemen her konuda o ülkenin var olan yasal mevzuatına uymama sorunları yaşanmaktadır. Pek çok ülkede yaşanan bu yasadışı durum çoğu zaman istisnai bir haldir. Çünkü doğası gereği devletlerin oluşturdukları yasal mevzuat ve hükümler kuralı var ederler. O nedenle savcının “Yenidoğan Çetesi” sanığına yönelttiği, “Yasak olmasına rağmen kiralama usulü bir yerde neden çalıştın?” sorusuna Dr. DE’nin verdiği, “İstanbul'da kiralama usulü olmayan yer yok. (…) Her hastanede tüm bölümler kiraya verilmiştir. Sadece yenidoğanda değil.” yanıtı çok kritiktir. Çünkü Dr. DE, bu yanıtla, sağlık sisteminin kurallarının tümden lağvedildiğini ifade etmektedir. Bilindiği üzere Carl Schmitt, istisnai duruma karar verebilme gücünü uhdesinde bulundurmayı egemenliğin bir ölçütü olarak görmektedir. Bu bakış açısına göre sağlık ortamında kamusal otoritenin kuralını istisna yapabilecek egemen başka bir güç vardır. Zaten savcının bu sorusunu Dr. DE’nin avukatı, “Bu soru Sağlık Bakanlığı'na sorulmalı” biçiminde yanıtlayarak aslında olması gereken kamusal otoriteye atıf yapmaktadır.
Ancak Dr. DE’nin yanıtı, Türkiye sağlık sisteminde egemen gücün kamu otoritesi olmadığına, bu nedenle özel hastanelerin kuralları kendi istediklerine göre değiştirdiğine, çünkü fiili egemen gücün özel sektörün uhdesinde olduğuna işaret etmektedir. O nedenle her şey, mevzuat hükümlerini tümüyle geçersizleştirilerek özel hastanenin kuralına uygun hale getirilmektedir. Tıpkı mahkemede gerçekleşen şu diyalog gibi:
Hâkim: Nerede çalışıyordunuz? DE: Bağcılar Medilife’da çalışıyordum. Hâkim: Maaşı nerden alıyordunuz? DE: Şirketten alıyordum. Hâkim: Hastaneyle anlaşmamış mıydınız? DE: Evet. Maaş ödemesi diye geçiyordu zaten.
İlginç olan müesses nizam, bu kuralsızlığın kamusal otoriteden azade ve onun bilgisi dışında olduğumuza inanmamızı ister. İster ki fatura birkaç “vicdansıza” kesilip sistem yoluna devam etsin. Tıpkı Hollywood filmlerinde olduğu gibi! Ne kadar radikal görünürse görünsün kötülüğü sistem yerine kötülere yıkan ve onları ortadan kaldırarak sistemin kendisini yeniden aklayan Hollywood filmlerinde olduğu gibi…
Kim bilir belki de bu nedenle yargı mekanizması, tüm bunlar olup biterken, kurallar lağvedilip istisnai yasadışı durumlar kural haline gelirken, görevleri bu kuralların ihlal edilmemesini sağlamak olan etkili ve yetkililerin ne yaptığını sormadı ve sorgulamadı. Ama yenidoğan ölümlerin yaşandığı Reyap Hastanesi’ni kuran ve 2022 yılında Esenyurt Belediyesi Sağlık İşleri Müdürü ve sonrasında Daire Başkanı olan RK sorulmayan bu soruyu, “Belediyeye geçtiğimde hekim ihtiyaçları olduğunda destek veriyordum” diyerek yanıtladı ve biz de bu sayede en azından yerel yetkililerin bırakın denetlemeyi, aksine sürece destek verdiğini öğrenmiş olduk.
Hastane Sahipleri
Çeteye dahil olduğu iddia edilen sağlık çalışanlarının meslek etiği ya da insanlık değerleri konusunda fazla söz etmeye gerek yok elbette. Gözlerinin önünde yaşanan kuralsızlıklara ve meslek etiği ihlallerine itiraz etmek yerine o ihlallerin parçası olmayı seçmişler. Bu nedenle gereken mesleki ve adli cezayı fazlasıyla hak ettiler. Ancak aynı sorumluluk hastane sahiplerini neden kapsamıyor? Oysa ilaç satan bir hemşirenin mahkemede ifade ettiği, “İlaç satışından totalde 30-40 bin kazandık. (…) İlacı alırken hastanenin haberi vardı. (…) Hastanenin birden 3 milyon ciroya çıkması, kimsenin gözünden kaçacak bir şey değil.” beyanı, hastane sahiplerini de içerecek biçimde davanın genişletilmesini gerektirmez mi?
Hastane sahiplerinin ve özel hastanelerin yönetim kurullarının tek sorumluluğu ilaç satışı konusunda da değil üstelik. Sanık bir hemşirenin, “İstanbul'daki özel hastanelerin yüzde 70'inde gece doktor olmaz. Doktor olmadığı zaman çocuğa biz müdahale ederiz. Müdahale etmesek 'Niye etmedin?' derler” ifadesi, özel sigorta ve hastalardan çeşitli adlar altında devlet hastanelerine göre oldukça yüksek alan özel hastanelerin, giderleri kısmak adına hasta güvenliğini hiçe saydıklarını göstermiyor mu?
Elbette suç kişiseldir ve özel sektörün tümü bir çırpıda suçlanmamalıdır. Ancak mahkemeye yansıyan, “Bu bebe(ğin) hastaneye sevki yapıldı. Aileden 38 bin ya da 40 bin lira aldık. 25 bin lira hastaneye verdik. Geri kalan parayı FS aldı. Bu bütün özel hastanelerde dönen bir şey” ifadesi, söz konusu hastaneler dışındakileri peşinen suçlu ilan etmeden tüm özel hastanelerin dikkatlice ve şeffaf biçimde kayıtdışı ücretler yönünden gözden geçirilmesini zorunlu kılmaz mı?
Öte yandan, “Bazı sistemli yapılan usulsüzlükler var ama bu hastanelere özgü değil. Evrak üzerindeki oynamalar daha fazla para almak için yapılıyordu. 10 yıl önce çalıştığım hastanelerde de yapılıyordu.” ifadesi, özel hastanelerin daha fazla para kazanma uğruna yaptığı “usulsüzlükler”in birkaç hastane ile sınırlı olmadığını, aksine sağlık sisteminin egemen gücü olarak istisna olması gereken yasadışılığı adeta kurallaştırdığına işaret ediyor. En azından iddia bu yönde ve bu iddia duyulup geçilecek bir iddia mıdır? Daha önemlisi bu iddianın dayanabileceği çok sağlam maddi temeller vardır. Çünkü ifadelere de yansıdığı gibi, “Her hastane sahibi para kazanmak ister (ve) daha fazla para kazanmak için Dr. FS’ye baskı kuruldu”ğu gibi başka hekim ve hemşirelere de kurulmuş olabilir. Çünkü pek çok hastane, “A hastanesini dolduracağına, B hastanesinin yoğun bakımını doldurup para al”ıyor ve “Bunun karşılığında da hastane komisyon veriyor” olabilir.
Özetle; mahkeme ifadeleri orta yere yanıtlamamız ve sonrasında gereğini yapmamız gereken bir soruyu bırakıyor: Tüm bu iddiaların üzerine neden gidilmiyor? Kamuoyuna “çete lideri” olarak yansıyan Dr. FS’nin, “Bizim muhatabımız hastane yetkilileriydi. Mesela hastane sahibi AD gibi. Beylikdüzü Medilife Hastanesi’nde O Hoca ve A Bey’le konuşuyorduk. Hastanede her şeyin hastanenin bilgisi dahilinde olacağını konuştuk” ifadesiyle sanığın açık biçimde adını verdiği hastane yetkilileri neden sorgulanmıyor?
Ve bunun kadar önemli bir soru: Sağlık sisteminde var olan mevzuata ve kurallara uyarak sağlık hizmeti sunan özel hastaneler, kendileri için haksızlık anlamına gelecek bu usulsüzlüklerin ortaya konularak uygun olmayan özel hastanelerin sistem dışına çıkartılmalarını neden talep etmiyorlar?
Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK)
Her ne kadar mahkeme sorgulamaları kamusal otoriteler hakkında bir yol kat etmemiş olsa da kimi ifadeler sistemin kamusal ayaklarının da gözden geçirilmesinin kaçınılmaz olduğuna işaret ediyor. Örneğin, “SGK’den para almak için normalden uzun yatırıyorlardı hastaları.” ve “Hastayı entübe gösterirseniz hasta '3. basamak' olur. SGK'den daha fazla para alırsınız.” ifadeleri, SGK’nin geri ödeme koşullarını sorgulamamız gerektiğini düşündürüyor.
Kuşkusuz bu noktada asıl sorun hizmet için ödenecek ücretin hastaya sunulacak sağlık hizmetini değiştirecek olmasıdır. Oysa hastaya sunulacak sağlık hizmeti, o hizmet için ödenecek ücrete ya da puana göre değil, aksine hastanın ihtiyacına bağlı olmalıdır. SGK’den alınacak ücrete göre hastanın ihtiyacı olmadığı bir sağlık hizmeti ona asla sunulmamalıdır. Ancak bu işleyişin olabilmesinin ilk koşulu, hastaya hizmet sunan sağlık çalışanları ile hastaneye SGK’nin ödediği ücret arasında var olan ilişkinin ortadan kaldırılmasıdır. Ancak hayat, olması gereken bu durumun tam tersi konumdadır. Özellikle hekimlerin hemen tamamı özel hastanelerde hemen hiç sabit ücret (maaş) almamakta ve gelirlerini tümüyle “hak ediş” adı altında hizmet başı ödeme sistemine göre temin etmektedirler. Kuşkusuz bu durum hekimleri, iyi niyetlerinden ve etik tutumlarından bağımsız olmak üzere, SGK ya da özel sigorta ödemelerine doğrudan bağımlı hale getirmektedir. Dönüşen sağlık sisteminde icat edilen “şahıs şirketi” gibi uygulamalarla hastaya sunulan sağlık hizmetinin ücretine tümüyle bağımlı kılınan hekimler, ivedilikle aldıkları eğitime ve yüklendikleri sorumluluğa yakışır güvenceli maaşa tabi kılınmalıdırlar. Özel ve devlet hastanelerinde hekimlere “hak ediş / prim / performans / teşvik” gibi çeşitli adlarla yapılan ek ödemeler maaşlarının %30’unu aşmamalıdır.
Benzer bir durum daha can yakıcı biçimde hemşireler başta olmak üzere hekim dışı sağlık çalışanları için de geçerlidir. Çünkü “Yenidoğan Çetesi” duruşmalarında ifade edildiği gibi, “Aldıkları büyük sorumluluklara rağmen, yargılanan hemşireler asgari ücretten biraz fazlaya çalış”maktadırlar. Oysa özel hastanelerin kâr payları pek çok sektörün üzerindedir. Özel hastane sahipleri ve yönetimleri, hekim ve hemşireler başta olmak üzere hastanelerinde sağlık hizmeti sunarak kurumlarına değer katan sağlık çalışanlarını ucuz işgücü olarak görmekte ve onları şirketleşme başta olmak üzere çeşitli yollarla uzun mesai ve düşük ücret döngüsüne mahkûm etmektedirler. Ne yazık ki böylesi bir çalışma ortamı, onaylanmasa da meslek etiğini ortadan kaldırarak sağlık çalışanlarına etik dışı yoldan gelirini arttırma yollarını doğurmaktadır. Bu durum Dr. FS’nin ifadelerine de, “İstanbul’da her taraf işletme. Sözleşme ise 'hizmet işbirliği sözleşmesi' olarak adlandırılıyor. (…) Bu sistemi ben keşfetmedim, bu sistem zaten vardı.” biçiminde yansımaktadır.
Bununla birlikte mahkemede Dr. FS tarafından ifade edilen, “SGK, 37 haftanın altında doğan bebeklerde 'Curosurf' ödemesi yapıyor ama büyüklerde yapmıyor. Ama büyük bebeklerin de bu ilaca ihtiyaçları olabiliyor.” saptaması, kanser ya da kistik fibrozis gibi pek çok hastalığın tedavisinde yaşandığı gibi, dünya genelinde kamu ödeme listesine alınan kimi ilaçlara ülkemiz insanının ulaşamadığına işaret etmektedir. Ne üzücüdür ki, Sağlıkta Dönüşüm Programı sonrasında Türkiye toplumu, bir yandan kışkırtılmış hizmet sunumu nedeniyle gereksiz hizmete maruz kalırken, diğer yandan da SGK’nin gider azaltma politikası nedeniyle gerekli bilimsel tedavilere ulaşamama riskiyle karşı karşıya kalmışlardır.
SGK konusunda ifade edilebilecek son söz ise parayı ödeyen kurum olarak gerekli denetimleri yapmadığı ve yurttaşların prim ödemeleriyle oluşan kamu kaynağını uygun biçimde kullanımını sağlamadığı için hukuki sorumluluk kapsamında olduğudur.
Sağlık Bakanlığı
Mahkeme sorgulamaları adeta yaşanan bu usulsüzlük, yolsuzluk ve yaşam kayıplarının sağlık sisteminde olmadığını düşündürmektedir. Oysa yaşanan bu olumsuzluklar sağlık sisteminde yaşanmıştır ve Sağlık Bakanlığı, olup bitenlerin olmamasını sağlamakla yükümlüdür. Dönüşen sağlık sisteminin kurucu aktörlerinin beyanatlarında olduğu gibi, sağlık alanında var olan özel sektörü ciddiyetle denetleyip kazanç uğruna yoldan çıkmasını önlemek ve yolda çıkanları da sistemin dışına çıkarmakla yükümlüdür Sağlık Bakanlığı. Ancak gerek hazırlık dosyası, gerekse savcı ve hâkim sorgulamaları bu maddi gerçeğin ortaya konulmasını şimdiye kadar sağlayamamıştır. Kanaatimce ancak kamuoyu baskısı ve talebiyle bu mümkün hale gelebilir.
Öte yandan mahkeme heyetine karşı ifade edilen “İstanbul’da bebekleri taşımak için yalnızca 4 adet kuvözlü ambulans var. Yenidoğan ünitelerine sahip her (özel) hastanede (ise) kuvözlü ambulans bulunuyor (…) Bu yüzden sevk zinciri bizim gibi kişiler aracılığıyla kırılıyor ve hastane bulunuyor.” sanık beyanı, zincirin zayıf halkasının kamu ambulans hizmetindeki yetersizlik olduğunu gösteriyor. Benzer biçimde çetenin temel isimlerinden birisi olduğu iddia edilen Dr. FS’nin, “Hor görülen sevk sistemi için beni milletvekilleri de arardı, herkes aradı. Çünkü yoğun bakımda yer yoktu” ifadesi, özellikle İstanbul’da kamu sağlık kurumlarının alt yapı ve teknik donanım açısından yetersizliği ve güçsüzlüğünün bedelini çocukların hayatlarıyla ödediğine işaret ediyor. Bu bağlamda İstanbul’da yenidoğan yoğun bakım yataklarının sadece %3,8’inin Sağlık Bakanlığı’na ait olması ve oluş(turul)an bu boşluğu özel sektörün doldurması çeteleşmeye giden bir zemini oluşturmaktadır.
Hatırlanacağı üzere yakın zaman önce İstanbul Planlama Ajansı (İPA) tarafından yayınlanan “Bir İnsan Hakkı Olarak Sağlığa Erişim: İstanbul’da Sağlık Altyapısının Sektörel Bazda İncelenmesi” başlıklı rapor, kent özelinde oluş(turul)an kamu sağlık hizmet sunum boşluğunun sadece yenidoğan alanıyla sınırlı olmadığını ortaya koymuştu.[1] Söz konusu rapor, İstanbul’da sağlık hizmetlerinin büyük oranda özel sektör tarafından sunulduğunun, nitelikli sağlık hizmetler dikkate alındığında özel sektör sunum payının daha da arttığının, kamu tarafından sunulan sağlık hizmetlerinin kısıtlı bir kapsamda kaldığının ve bu olumsuzluğun da sosyoekonomik durumu kötü olan kişi ve hanelerin sağlık hizmetlerine erişimini sınırladığının ve hatta bazı durumlarda sağlık hizmetlerinden yararlanamamalarına sebep olduğunun altını çizmişti.
Gerçekten de İPA tarafından yayınlanan bu raporda özel hastane oranının Türkiye genelinde %37 iken İstanbul’da %70 olduğu; özel hastanelerdeki yatak oranı Türkiye genelinde %21 iken bu oranın İstanbul’da %34’e ulaştığı; 2021 yılı itibarıyla Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastanelerde çalışan hekimler arasında uzman hekim oranının Türkiye genelinde %43 olmasına karşılık İstanbul’da %38’e düştüğü; Türkiye genelinde 100.000 kişi başına düşen toplam 47 diş hekimi varken bu oranın İstanbul’da 64 olduğu; 2021 yılı dikkate alındığında diş hekimlerinin Sağlık Bakanlığı’na bağlı kurumlarda çalışma oranı Türkiye genelinde %29 iken İstanbul’da %17’e gerilediği; buna karşılık İstanbul’da özel sağlık kurumlarının ilçe nüfuslarından bağımsız olarak sırasıyla Şişli, Kadıköy, Üsküdar ve Bakırköy gibi sosyoekonomik düzeyi yüksek ilçelerde bulunduğu; benzer biçimde İstanbul’daki muayenehanelerin %53’ünün Kadıköy ve Şişli’de olduğu dikkat çeken veriler olarak kamuoyu ile paylaşılmıştı.
İstanbul Planlama Ajansı tarafından gündeme getirilen sağlık verileri şüpheye yer bırakmayacak biçimde Türkiye’nin ekonomik başkenti sayılan İstanbul’un kamu sağlık hizmet kapasitesinin yetersiz kaldığını / bırakıldığını, oluş(turul)an boşluğu özel sektörün doldurduğunu ve bu çerçevede İstanbulluların sağlığının öncelikle para kazanmayı hedefleyen özel sağlık sektörünün insafına terk edildiğine işaret etmekteydi. Oysa gün geçmiyor ki Sağlıkta Dönüşüm Programı sonrasında başta İstanbul olmak üzere ülkenin dört bir yanından -hem de pek çok gelişmiş ülkeleri kıskandıracak biçimde- mucizevî bir sağlık haberi gündemimizde yer almasın. Ancak yenidoğan skandalı, Türkiye’nin / İstanbul’un sağlık ortamının gerçekleri ile sağlık alanında iktidarın yarattığı illüzyon arasındaki farkı can yakıcı biçimde gözler önüne serdi.
Umalım ki; neden olduğu tüm acı ve kötülüğe rağmen ülkemizde yaşanan bu sağlık skandalı, sağlığın ileri teknoloji kullanımı gerektiren sıra dışı tekil gelişmelerde saklı olmadığını; aksine ahalinin çoğunu ilgilendiren rutin sağlık hizmetlerinin niteliğinin ve kamu sağlık yapılanmasının gücünün bireylerin ve toplumların sağlık düzeyini belirlediğini hepimize anlatmış olsun.
En azından kaybettiğimiz suçsuz çocuklarımız hatırına bu sistemi yeni baştan kurgulamak ve kurmak da boynumuzun borcu olsun…
[1] https://ipa.istanbul/kent-gundemine-bakis-bir-insan-hakki-olarak-sagliga-erisim-istanbulda-saglik-altyapisinin-sektorel-bazda-incelenmesi/