14 Mayıs Pazar günü sandığa gidip bir cumhurbaşkanı ve altı yüz milletvekili seçmek için oy kullanacağız. Cumhurbaşkanı seçimini (birinci veya ikinci turda) muhalefetin adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun kazanacağını ve mevcut iktidarın (Cumhur İttifakı’nın) meclis çoğunluğunu da kaybedeceğini varsayalım. Seçimler geniş muhalefet açısından böyle tarihî bir çifte zaferle sonuçlanacak olursa Türkiye ekonomisi nasıl yönetilmeye başlayacak? Hem cumhurbaşkanlığını, hem de meclis çoğunluğunu geniş muhalefetin kazanacağı varsayımı altında, iktisaden kısa sayılabilecek bir süre sonra (31 Mart 2024’te) yerel seçimlerin de yapılacağı hesaba katıldığında, ekonomide neler olabilir, neler yapılabilir ve yapılmalıdır?[1]
Bu varsayımlar altında, Türkiye ekonomisinde olası gelişmeleri ve politika seçeneklerini saptamak bakımından bu yazıyı kısa vadeli bir perspektifle sınırlı tutacağımı baştan vurgulamamda yarar var. Yani seneye yapılacak yerel seçimlere kadar olan yaklaşık on bir aylık evrede Türkiye ekonomisi nereye doğru gider? Mevcut muhalefetin güçlü biçimde iktidara gelmesi durumunda ve yerel seçim gibi bir siyasal kısıt altında, makro iktisadi öncelikler ve ekonominin idaresi nasıl belirlenebilir? Bu yazının konusu bu kısa vadeli sorulardır.[2]
Son haftalarda birçok iktisatçı bu konudaki görüşlerini sosyal medyada, köşe yazılarında, bloglarında ve kendileriyle yapılan söyleşilerde paylaşıyorlar. Hepsini birden ayrıntılı takip etmek mümkün değil. Bu yazıda ben daha düzenli takip etmeye gayret ettiğim akademik iktisatçılarımızdan ikisinin, Korkut Boratav ve Fatih Özatay’ın bu konudaki “farklı” görüşlerini kısaca özetlemeye çalışacağım. Yazının sonunda da böyle bir özetten nasıl bir sonuç çıkarabileceğimize değineceğim.
Korkut Boratav’ın görüşleri
Boratav 28 Nisan’da yayımlanan “14 Mayıs sonrası iktisat politikaları: Tespitler, uyarılar” başlıklı yazısında, Altılı Masa’nın mutabakat metnine dayanarak muhalefetin esasen standart makroekonomik politikalara dönüşü öngördüğünü ve vaat ettiğini vurguluyor. Yani muhalefet iktidara gelirse sermaye hareketleri ve döviz kuru (yeniden) serbest bırakılacak; bunların serbestliğini kısıtlayan makro ihtiyati önlemlere ve kur korumalı mevduat (KKM) sistemine son verilecek. Merkez Bankası’nın özerkliği sağlanacak; para otoritesinin fiyat istikrarına (enflasyonu düşürmeye) yönelik faiz politikasında siyasetçilerin tercihlerinden bağımsız kararlar alabilmesi mümkün olacak. Böylelikle sağlanacak parasal disipline, bütçe açıklarını sınırlı tutmaya yönelik “mali kural” uygulaması, yani çok sıkı maliye politikası da eşlik edecek. Bu standart makroekonomik çerçeveye dönülürken hukukun üstünlüğü ve kamu yönetiminde şeffaflığa yönelik birtakım kurumsal düzeltmeler de yapıldığında, muhalefete göre Türkiye ekonomisi yabancı yatırımcılar açısından (yeniden) güvenli ve cazip bir gelişen piyasaya dönüşmüş olacak. Böylece ülkeye hızla ve yüksek miktarda portföy yatırımı ve zamanla da doğrudan yabancı yatırım gelmeye başlayacak. Yani yabancı sermaye (ve dolayısıyla döviz) girişleri önemli ölçüde hızlanıp canlanacak ve AKP iktidarının özellikle son yıllarda altüst ettiği makroekonomik göstergeler düzelmeye başlayacak.
Boratav muhalefetin bu yaklaşımını “aşırı iyimser” buluyor, çünkü standart makroekonomik politikalara dönülse ve birtakım kurumsal düzeltmeler yapılsa bile Türkiye ekonomisine kısa vadede (diyelim ki yaklaşık on bir ay sonraki yerel seçimlere kadar) hızla ve yüksek miktarda yabancı sermaye girişi olmayabileceğini düşünüyor. Boratav bu görüşünü, ABD kökenli ve çok uluslu bir dev yatırım şirketinin sözcüsünün bu yakınlarda Türkiye ekonomisinden beklentilerini dile getirdiği demeciyle destekliyor. “Dünyanın en büyük gölge bankası” olarak da bilinen Blackrock şirketinin sözcüsü, özetle, seçimi muhalefetin kazanmasıyla birlikte ekonomi politikalarına yaklaşımda bir değişim olabileceğini, ama 2024’teki yerel seçimler nedeniyle büyük ve kapsamlı bir değişim de beklemediklerini belirtiyor; Türkiye’ye kısa vadede önemli miktarda yabancı sermaye girişi olmayacağını öngördüklerini de açıkça söylüyor. Boratav, Blackrock sözcüsünün bu demecini iki önemli uyarı olarak yorumluyor. Birincisi, muhalefet iktidara gelirse kısa vadede yabancı sermaye girişlerine bel bağlayarak hayale kapılmasın. İkincisi, yeni iktidarın yerleşmesi için on bir ay sonraki yerel seçimlerin de kazanılması lazım.
Boratav bu tespitlere dayanarak standart istikrar politikalarına geçişin ertelenmesi gerektiğini vurguluyor. Enflasyon hedeflemesindense, reel kur hedeflemesinin en güvenli seçenek olacağına dikkat çekiyor. Boratav’a göre faizler bankalar arası rekabete bırakılmalı ve yükselmeleri göze alınmalıdır, ancak KKM sistemi sürdürülmelidir. Boratav, hem 6 Şubat depreminin hem de emekçi sınıflarda son yıllarda ivme ve yaygınlık kazanan yoksullaşmanın olumsuz etkilerini gidermek için ise maliye politikasının “gevşek” tutulması gerektiğini belirtiyor. Standart politika çerçevesine geçişte acele edilmesi, Boratav’a göre, on bir ay sonraki yerel seçimlerin AKP’ye hediye edilmesi anlamına gelebilir, çünkü mevcut koşullarda parasal ve mali disipline yönelik politikalar (kısa vadede) döviz kurunu yükselterek enflasyonu daha da artırabilir ve ekonomik büyümeyi yavaşlatarak işsizliğin de yükselmesine yol açabilir. Boratav, enflasyonla mücadelede talebi baskılamaya yönelik standart politikalar yerine, oligopolcü sanayi ve ticaret sermayesinin yüksek kârlarının denetlenmesi gerektiğinin altını da çiziyor.
Fatih Özatay’ın görüşleri
Özatay ise geçtiğimiz haftalarda yayımladığı yazılarında[3], Millet İttifakı’nın açıkladığı ekonomi programının “tam anlamıyla bir makule dönüş programı” olduğunu belirtiyor ve standart istikrar politikalarına geçişin ertelenmesine gerek görmediğini (belirli varsayımlar yaparak) nedenleriyle açıklıyor. Önümüzdeki dönemde dünya ekonomisinde ciddi çalkantıların yaşanmayacağı ve büyük merkez bankalarının politika faizlerini artırma süreçlerinin sonuna geldiği varsayımları altında, Özatay Türkiye ekonomisinin önünün epeyce açık olabileceğini düşünüyor.
Özatay’a göre standart makroekonomik politikalara geçilip yargıda ve kamu yönetiminde birtakım kurumsal düzeltmeler yapılmaya başladığında, Türkiye’nin “ülke risk primi” düşmeye başlayacak ve kademeli olarak yükseltilen politika faziyle birlikte yabancı yatırımcıların Türkiye’ye yönelmesi ve sermaye girişlerinin hızlanması sağlanabilecektir. Günümüz dünyasında döviz kurunun başat belirleyicisinin dış ticaret değil, sermaye hareketleri olduğunu vurguluyan Özatay, yüksek cari açığa rağmen önümüzdeki dönemde genel bir eğilim olarak Türk Lirası (TL) üzerinde (yüksek sermaye girişlerinden kaynaklanacak) bir reel değerlenme baskısı gözlemleyebileceğimizi vurguluyor. Böyle bir baskı her ne kadar ithalatı kamçılayıp ihracatı yavaşlatacak ve dolayısıyla cari açığı daha da büyütecek olsa da sermaye girişleri canlı kaldığı müddetçe TL’nin reel değerlenme eğilimi pek değişmeyebilir. Özatay, sermaye/döviz girişlerini Merkez Bankası’nın halihazırda negatif bölgede bulunan net rezerv pozisyonunu düzeltmekte kullandığı ölçüde TL’nin değerlenmesini kontrol altında tutabileceğinin de altını çiziyor. Dahası, TL’de böyle bir değerlenme eğiliminin ithalatı ucuzlatarak enflasyonu düşürmeye katkısı da olacaktır. Düşen enflasyonla birlikte faizleri de giderek düşürme imkânı doğacaktır. Bu çerçevede, Özatay KKM sistemine kademeli olarak son verilmesini de gerekli görüyor.
Özatay, yukarıda belirtilen varsayımlar altında gayet olumlu sonuçlar doğurmaya yatkın bu senaryoya dayanarak makroekonomide makule dönüşün (yani standart politikaları ve kurumsal düzeltmeleri uygulamanın) bir “acı reçete” anlamına gelmeyeceğini de özellikle belirtiyor. Başka ülke örneklerinde istikrar ve kurumsal değişim programlarının “büyüme dostu” sonuçlar verdiğini vurguluyor. Yüksek enflasyon ortamında ülke riskini düşürüp belirsizlikleri azaltarak yatırım ufkunu genişleten bir istikrar programının ekonomik büyüme ve istihdama da olumlu etkisi olacağına dikkat çekiyor. Dolayısıyla Özatay böyle bir programın on bir ay sonraki yerel seçimlerden önce pekâlâ uygulanabileceğini düşünüyor.
Sonuç yerine...
Mülkiye kökenli iki usta iktisatçımızın önümüzdeki seçimlerde muhalefetin çifte zafer kazanması durumunda Türkiye ekonomisinin olası gidişatına dair görüşlerini (bu yazıyı fazla uzatmamak için bazı ayrıntıları es geçerek) ana hatlarıyla özetlemeye çalıştım. İki hocamızın bu konuda farklı görüşlerde oldukları sanırım açıktır. Ancak ilk bakışta hemen göze çarpan bu farklılıkların aslında kurguladıkları senaryoların varsayımlarının farklı olmasından kaynaklandığını gözden kaçırmayalım. Meseleye böyle bakacak olursak, Boratav ve Özatay’ın tespit ve değerlendirmelerini (en azından kısa vadeli bir perspektifte) birbirini tamamlayan olası iki senaryo olarak ele alabiliriz.
Türkiye ekonomisinin yerel seçime kadar performansını, esasen, önümüzdeki on bir ayda yabancı sermaye girişlerinin canlanıp canlanmayacağı (ve canlanırsa ne ölçüde canlanacağı) belirleyecek. Bu bir sır değil. Başta Boratav’ın kendisi olmak üzere, Özgür Orhangazi ve Erinç Yeldan gibi akademik iktisatçılarımız, uzun zamandır Türkiye’de ekonomik büyümenin önemli ölçüde yabancı sermaye girişlerine bağımlı hale geldiğini ayrıntılı olarak yazıp anlatageldiler.[4]
1989 yazında Özal’ın inisiyatifiyle ödemeler dengesinin sermaye/finans hesabının (gerekli yasal ve kurumsal hazırlıklar yapılmadan) apar topar serbestleştirilmesiyle (yani sermaye kontrollerinin ve döviz düzenlemelerinin kaldırılmasıyla) başlayan bu “finansal açıklık” süreci, 2001 krizinden sonra pekişerek devam etti ve Türkiye ekonomisi (pandemi öncesine kadar) ancak yüklü sermaye girişleri olduğunda hızlı büyüyebildi. 2002-2006 ve 2010-2011 dönemleri bu durumun en belirgin örnekleridir. Sermaye girişlerinin yavaşladığı evrelerde ise büyüme yavaşladı. 2007-2009 ve 2012-2020 dönemleri de bu durumun en belirgin örnekleridir.[5] (2020 sonrasında ise sermaye girişleri durağanlaştığı için AKP iktidarı büyümeyi büyük çaplı yurtiçi kredi genişlemeleri ile sürdürdü ama döviz kurunun ve enflasyonun patlaması pahasına tabii).
Bir ekonominin büyüme için yabancı sermaye girişlerine bu denli bağımlı hale gelmiş olması ciddi bir yapısal sorundur ve bunu kısa vadede çözmek maalesef mümkün değildir. Kısa vadede öncelikle yapılması gereken AKP iktidarının 2016’dan ve özellikle de 2021 sonbaharından itibaren altüst etmeye başladığı makroiktisadi ve finansal göstergeleri düzeltmeye başlamaktır. Yerel seçimlere kalan on bir aylık kısa vadede (büyümeyi aksatmadan ve işsizliği yükseltmeden) enflasyonu dizginlemek ancak şansımız yaver giderse mümkün olabilir.
Şansımız yaver giderse diyorum, çünkü önümüzdeki kısa dönemde Türkiye ekonomisine kayda değer miktarda yabancı sermaye girişi olabilmesi için Özatay’ın senaryosundaki varsayımların gerçekleşmesi gerekiyor. Yani bizim geniş muhalefet güçlü biçimde iktidara gelip “makul” politikaları uygulamaya ve kurumsal düzeltmeleri yapmaya başladığında Türkiye’ye yüklü miktarda sermaye girişi olabilmesi için “makule dönüşün” yanı sıra, dünya ekonomisinde ciddi çalkantıların yaşanmaması ve büyük merkez bankalarının önümüzdeki süreçte politika faizlerini artırmayı durdurması lazım. Dünya ekonomisinde kayda değer bazı sorunların baş göstermesi ve/veya büyük merkez bankalarının faiz artışlarını sürdürmesi gibi durumlarda, bizim geniş muhalefetin makule dönmesi ekonomik performası iyileştirmek için muhtemelen yeterli olmayacaktır. Kısacası önümüzdeki kısa dönemde, Türkiye ekonomisinin nereye gideceği konusunda, sadece bizim yurtiçinde başlatacağımız makroekonomik ve kurumsal normalleşme hamleleri değil, aynı zamanda dünya ekonomisindeki gelişmeler de çok belirleyici olacak.
Başka bir anlatımla, Özatay’ın iyimser senaryosunun gerçekleşebilmesi, Boratav’ın (ve Blackrock sözcüsünün) öngörüsünün gerçekleşmemesine bağlı görünüyor. Tersine, Boratav’ın önümüzdeki kısa dönemde Türkiye’ye kayda değer sermaye girişi olmayacağı varsayımı gerçekleşirse, Özatay’ın senaryosu gerçekleşmeyecektir. Bu bakımdan, Türkiye ekonomisini önümüzdeki kısa dönemde çok kritik bir sürecin beklediğini vurgulamak lazım. Boratav’ın senaryosunun gerçekleşme eğiliminin daha güçlü olduğu bir küresel konjonktürde Özatay’ın önerilerini uygulamak yeni iktidarın ekonomik performansını düşürebilir ve bu da yerel seçimleri AKP’ye hediye etmekle sonuçlanabilir. Özatay’ın senaryosunun gerçekleşme eğiliminin daha güçlü olduğu bir küresel konjonktürde de Boratav’ın önerilerini uygulamak benzer sonuçlar doğurabilir.
Dolayısıyla, yeni iktidarın önümüzdeki dönem için dünya ekonomisindeki öncü göstergeleri çok yakından ve büyük dikkatle izleyip analiz edecek ve kısa periyotlu dünya ekonomisi raporları hazırlayacak liyakatli bir “uluslararası-iktisat uzmanları kurulu” oluşturması oldukça yararlı olabilir. Dünya ekonomisinin dinamiklerini ayrıntılı analizlerle inceleyip Türkiye’ye sermaye girişi olanaklarını haftalık veya aylık tahminler doğrultusunda senaryolaştırarak hükümeti ve ekonomi yönetimini önceden uyaran ve bilgilendiren “proaktif” bir kurul...
[1] Cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimleri elbette muhalefetin çifte zaferiyle sonuçlanmayabilir. Diğer olasılıklar şunlardır: Mevcut iktidar çifte zafer kazanabilir veya bu iki seçimin birini geniş muhalefet, diğerini de mevcut iktidar kazanabilir. Bu diğer olasılıklardan biri gerçekleşecek olursa, Türkiye ekonomisinin kısa vadede nereye gideceğini irdelemek farklı ve daha karmaşık yazıların kaleme alınmasını gerektirir. Ben bu yazıda yarım asırlık bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak biraz siyasal-iktisadi sezgilerime, biraz da bugünlerde iyimser tutmaya gayret ettiğim öngörülerime dayanarak geniş muhalefetin 14 Mayıs 2023’teki seçimlerde çifte zafer kazanacağını varsayıyorum. Dileyen bunu bir hüsnükuruntu saymakta özgürdür elbette.
[2] Öte yandan, Türkiye ekonomisinde birkaç on yıldır birikegelen ve çözümleri orta ve uzun vadeli bir perspektif gerektiren birçok yapısal sorunun olduğu da çok açıktır. Orta ve uzun vadeli bir çözüm ufku gerektiren bu türden sorunların bu yazının kapsamında olmadığını belirtmeliyim. Türkiye ekonomisinin hem kısa, hem de orta ve uzun vadeli sorunlarını birlikte saptayan daha kapsamlı değerlendirmeler için ilgili okuyucuya, örneğin, Özgür Orhangazi’nin bu yakınlarda yayımladığı “Seçimler ve ekonomi–1” ve “Seçimler ve ekonomi–2” başlıklı yazılarını önerebilirim.
[3] Özatay’ın yazıları aşağıdaki bağlantıdan takip edilebilir: https://www.ekonomim.com/yazar/fatih-ozatay/85. Özellikle 21 Mart, 11 Nisan, 13 Nisan, 25 Nisan ve 27 Nisan 2023 tarihli yazıları benim bu yazıda odaklandığım konuyla doğrudan ilgilidir.
[4] Güncel ve kapsamlı iki örnek: Orhangazi, Özgür ve Yeldan, A. Erinç (2021), “The Re-making of the Turkish Crisis”, Development and Change, 52(3), s. 460-503; Boratav, Korkut ve Orhangazi, Özgür (2022), “Neoliberal Framework and External Dependency versus Political Priorities, 2009-2020”, Political Economy of Development in Turkey, 1838–Present içinde (ed. Emre Özçelik & Yonca Özdemir), Palgrave Macmillan, Singapur, s. 287-314.
[5] Türkiye’de ekonomik büyümenin belirgin ölçüde yabancı sermaye girişlerine bağımlı hale geldiğini (1999-2020 dönemi için) gösteren pratik ve net bir grafik için bkz. Boratav ve Orhangazi “Neoliberal Framework and External Dependency versus Political Priorities, 2009-2020”, s. 292, Şekil 10.1.