Psikanaliz Niçin Korkutucudur?

Hakikat, kurgudan daha yabancıdır.

Çünkü kurgu olasılıklara bağlıdır, hakikat değil.

Mark Twain

 

Freud, psikanalizi pratikte “neredeyse başka türlü erişilmesi imkânsız olan zihinsel süreçlerin araştırılması için bir yöntem ve bu araştırmaya dayalı olarak nevrotik bozuklukların tedavisi” olarak tanımlamıştır.[1] Jacques Lacan, öte yandan, bazı seminerlerinde psikanalizi bir tedavi metodu olarak işaret etmiş olsa da bu konuda Freud kadar keskin bir duruşu yoktur. Tartışmalı olan “Psikanaliz bir tedavi yöntemi midir?” sorusu mevcut yazı ve düşünce silsilesinin dışında kaldığı için, mevcut argümanı izleyebilmenin hatrına şimdilik öyleymiş gibi kabul edeceğim. Nihayetinde, en kabaca, ruhsal ya da bedensel ızdırap çeken bir kimsenin her hafta belli sıklık ve düzende psikanalistiyle buluştuğu ve bu süreç içinde, bu kelime onun için hangi anlamı ifade ediyorsa, iyileşmesinin beklendiği bir süreçten bahsediyoruz. O halde, insan iyileşmekten niçin kaçar? Psikanaliz, niçin korkutucudur? Bir süredir gerek sesli düşündüğüm bu gibi soruları kendi pratiğim ve deneyimlerimin ışığında bir de yazarak düşünmeye çalışacağım.

Psikanaliz literatürüne aşina olan kimselerin aklına bazı cevaplar gelecektir; “psikanaliz korkutucudur çünkü kişi semptomundan sağladığı ikame doyumdan vazgeçmek istemez” ya da en geniş anlamıyla bir “direncin” mevcudiyeti kişiyi süreçten uzaklaştıracaktır. Bu gibi açıklamaların önemi yadsınamaz ancak bu tanımlar çok geniş olduğundan bu ikame doyum ya da direnç ile ilişkili spesifik ve günlük hayattan olası sebepleri tartışacağım. Bunlardan ilki psikanalize ya da psikanaliste olan “güven”. Dürüstçe söylemek gerekirse, kişi analize niçin güvensin? Güvenmemek için her hakkı varken? Sonuçta, ne kadar süreceğini kimsenin bilmediği, neyi elde edeceği kestirilemeyen, elle tutulur bir vaadi olamayan, yalnızca iki kişi arasında gerçekleşebilecek ve gözleme açık olmayan bir süreçten bahsediyoruz. Gerçekten de kişi böylesine bir sürece hatırı sayılır miktarda zaman ve parayı niçin ayırsın? Aklıma gelen ilk cevap, bu deneyimi yaşamış kişilerin fikri sorularak işe yarayıp yaramadığını onlardan öğrenmek. Fakat bu bazı sebeplerden ötürü en iyi seçenek olmayacaktır. Jacques Lacan bir seminerinde şu paradokstan bahseder. “[Analiz] deneyimi yaşamış kişiler, konuşabilir. Ancak bu konuşacakları anlamına gelmez. Çünkü bu deneyimi hiç yaşamamış kişilere konuşmak imkânsızdır, yaşamış kişilere ise, gereksizdir.” Yani, bu süreci anlatmanın zorluğu bir yana (ki bu noktada yapısal bir imkânsızlık da mevcuttur, o da, analiz süreci eğer başarabilirse arzuya alan açabilecek boşluğu açığa çıkaracaktır ki o da gerçek (réel) olan, yani kelimelerle ifade etmeye direnendir) anlatıldığında dahi bu deneyimi yaşamamış kişilerce anlamlandırılması bir hayli güçtür. O halde diğer bir seçenek olarak, anlatılması yerine bu süreçten geçmiş kişilerin yaşamındaki değişimler gözlemlenebilir. Kişiler analize mevcut durumlarından hoşnut olmadıkları için başvurmaz mı? O zaman haklı olarak herkes tarafından gözlemlenebilecek değişimler de mevcut olmalıdır. Ben yine bunun en başarılı sonuçlar veremeyeceğini savunuyorum. Şöyle ki, “quantity does not equal quality” prensibini aklımızda tuttuğumuzda, bazı kişiler için analiz diğerlerine göre çok küçük değişimleri başardığında dahi o kişinin hayat kalitesi önemli oranda artabilir. Bu dışarıdan çok önemsiz bir değişim gibi görünse bile. Ancak bu sözde küçük değişim için büyük bir çaba harcanmıştır. Birisinin, yalnızca sabahları erken uyanabilmeye başlayabilmesi, karnında yıllardır hissettiği hafif bir rahatsızlıktan kurtulması ya da bilgi eksiği olmamasına rağmen uzun süredir başarısız olduğu bir sınavı geçmesinin karşılığı diğer insanlara anlamsız görünebilir. Herkes, tarihin ünlü analizanlarından Woody Allen gibi yüzün üzerinde film yazıp bir taraftan da jazz orkestrasında klarnet çalmayacak ya da Oliver Sacks gibi ünlü bir nörolog olmayacak. Hatta bu kişilerin diğerlerine kıyasla analizden daha çok kazanım elde ettiğini söylemek doğru olmayacaktır çünkü bilinçdışı gösterenler hiyerarşik olarak örgütlenmemiştir.

Elimizde ne kaldı diye düşünüyorum. Bilimsel metot. Şu söylenebilir, ortaya konan bilimsel sonuçlara araştırılarak psikoterapi alanında yapılan araştırmalar incelenip psikanalizin güvenilirliği sorgulanabilir. Ancak, psikoterapi alanyazınıyla haşır neşir kimseler bilecektir ki psikoterapi verimlilik çalışmaları umut vaat eden sonuçlar üretememektedir. Yapılan çalışmalar tutarlı bir biçimde psikoterapi yöntemleri arasında bir fark bulamamakla birlikte, psikoterapinin genel anlamda olumlu sonuçları olduğunu ortaya koymaktadır. Takdir edersiniz ki bütün psikoterapi yöntemlerinin benzer sonuçlar doğurduğuna, psikoterapinin her zaman olumlu sonuçlar üreteceğine inanmak güçtür ve bu bulgular terapi ekolü, terapistin yetkinliği, terapinin süresi, hastanın şikâyeti ve belki daha sayamayacağımız çok sayıda değişkeni denklemden çıkarır. ODTÜ Psikoloji bölümünde lisans okuduğum sırada psikopatoloji dersinde Doç. Dr. Deniz Canel Çınarbaş yürüttükleri bir çalışmadan bahsetmişti. Yanlış hatırlamıyorsam, dinî pratiklerle şifa arayan (hacı/hocaya başvuran) kişilerle yürütülmüş bu çalışmanın sonuçları psikoterapiler ile karşılaştırıldığında yine bir fark bulunamamıştı (detaylı bilgi için Deniz hocanın çalışmalarına bakabilirsiniz). O zaman, bilim, psikoterapiyle dinî pratikler arasında bir fark yoktur mu demektedir? Yani ruhsal sıkıntılar yaşayan kimseler psikoterapi yerine hacı/hocaya gidebilir diyebilir miyiz? Elbette ki hayır. Bu gibi sonuçların sebebi ölçüm araçlarının yetersizliği ve bu çalışmalarda çok fazla karıştırıcı değişken (confounding variable) olmasıdır. Bütün bunları düşündüğümüzde, psikanalize nasıl güveneceğiz?

Buna kesin bir cevabım yok, ancak, belki, güvenmemiz şart değildir? Kendi sürecimle ilgili Lacancı anlamda bir pass yapacağım. Analizime başlamadan yurtdışından analizan bir arkadaşım Tim ile sohbet ediyordum. O dönem, ilk seans randevumu almayı geciktirecek engelleri önüme koymak konusunda çok yaratıcıydım. Bu engellerden bir tanesi güvenebileceğim bir analist seçmekteki zorluktu. Bu kaygılarımı dile getirdiğimde Tim bana şunu söylemişti: “Boğazına kemik saplanan kurtların köylere inişlerine dair hikâyeleri daha önce duydun mu? Bir analiste gitmeye karar vermek tam olarak böyledir. Bir şekilde, başka türlü devam edemeyeceğini hissettiğin an gidersin. Analiste, kurtların köylülere güvendiğinden daha çok güvenmemene rağmen gidersin, tam da bu zayıflık anında.” Bu sohbet bende önemli bir etki yaratmış olacak ki şimdi geriye dönüp baktığımda bu konuşmadan çok kısa bir zaman sonra ilk randevumu almıştım. O halde, belki de analiste güvenmek belki gerekli ama zorunlu bir koşul değildir. Kurtlar da benzer bir şekilde, korka korka, köylüler onlara yardım mı edecek yoksa öldürecek mi bilmeden inmiştir, çünkü boğazında saplanmış bir kemikle devam etmek mümkün değildir! Öte yandan, benzer bir şekilde, bir analistten randevu alıp neler olacağını görmek, denemek, en kötü yol olmayabilir. Bütün bunlar düşünüldüğünde, analize olan güvenin insanları analizden korkutan en büyük ve tek engel olamayacağını düşünüyorum.

Analizin öznenin kendi, çevresi ve yaşadıklarıyla ilişkili bilgiyi arttırdığı düşünüldüğünde insanları analizden uzaklaştıran, hatta belki başlamadan kaçıran ikinci bir sebebin “bilmek mutsuzluk getirir” ya da “cahillik mutluluktur” gibi çok yaygın bir söylem ile ilişkili olabileceğini düşünüyorum. Bu hem entelektüel bilgiye hem de ötekilerin ruhsal dünyalarını, içsel motivasyonlarını, kötücül yönlerini bilmeye atıf olarak kullanılabiliyor. Ancak cidden öyle mi? Bilgi niçin mutsuzluk ve acıyla ilişkilendiriliyor? Daha çok bilmek, niçin mutsuz etsin? İlk cevap, belki de, bilgi dağarcığı genişledikçe dünyanın ve insanların beklentilerimizi, iyi dileklerimizi karşılamak için dizayn edilmediği bilgisini edinmekle ilişkilendirilebilir. Hem de, özellikle bazı kişiler, sahip oldukları doğal bir gözlem yeteneği ve iç görüleriyle ötekiler hakkında çok yerinde tahliller yapıp edindikleri bilgiyle çektikleri ızdırabı bu söylemi desteklemek için kullanabilir. Gerçekten de haklı olabilirler. Freud bir yazısında şunu söylemişti, bazı insanlar var ki psikanalizle hiçbir ilişkisi olmamasına rağmen öteki insanları neredeyse bir psikanalist gibi gözlemleyip okuyabiliyor, özel bir yetenekleri varmış gibi diğerlerine karşı gayet objektif bir duruş sergileyebiliyorlar. Ancak Freud ekliyor, bu insanlar sahip oldukları objektif duruşu kendilerini değerlendirmede kullanamıyor, bu yeteneklerini nevrozlarını mantıksallaştırarak, hastalığa daha çok yapışarak semptomatik hayatlar sürdürüyorlar. Ruhsal alanda, şu bilgiyi unutmamak lazım ki o da ötekinde işaret edebildiğimiz eksik, kendi boşluğumuzdan öte gelir. Bu kişilerin ötekilerin eksikleri hakkındaki şaşırtıcı düzeyde keskin gözlemleri bu kişilerde bu eksiğe dair bir boşluk bulunmasaydı mümkün olabilir miydi? O halde, bu kişileri haklı bir biçimde korkutan bilgi, çoğu zaman ötekinin bilgisi değil, ötekinin bilgisiyle ilişkili bildiğini bilmediği kendi bilinçdışı bilgisi olabileceğini düşünebiliriz. Hepimiz biliriz ki, zaman zaman bir arkadaşın ya da sevgilinin bile derdini dinlemek kolay değildir, ki analistlerin kendi analiz süreçleri ötekinin bilgisinde kendi kör noktalarını ortaya çıkarması ve bu bilgiyi duyuş kapasitesini arttırmak bağlamında kullanması tam da bu bağlamda gereklidir. Bu olmasa bile, yine de, örneğin, kötülüğü yeterince bilmek, dünyayla ilişkide daha etik bir pozisyonda konumlanmak için bir fırsat sayılamaz mı? Karanlıktaki bir düşmandansa, açık seçik olan mücadele etmek için daha kolay değil mi?

Analizin üçüncü korkutucu yanı, bir kayıp korkusuyla ilişkili. Psikanaliz bağlamında kayıp kavramı birçok çağrışıma gebe olsa da benim üzerinde durmak istediğim ve birinci elden deneyimleyip gözlemlediğim bir korku, idealin kaybının ve çölleşmenin korkusudur. İdealler, Freud’un yazılarında neredeyse süperego ile değişmeli kullanılan bir kavram ve onun formasyonlarından biridir. Bir neslin arzusu, diğerinin ideali olabilir. Çocuğunun hukuk okumasını isteyen bir baba için adalet mefhumu onun öznel tarihçesinde önemli bir yer tutmuş, her zaman bir avukat olmayı istemiş olabilir. Kimisi bu yolda herhangi bir çatışma yaşamadan yürüyebilir. Annesinin ya da babasının mesleğini devralmış, büyük keyif ve arzuyla sürdüren kişiler mevcuttur, örneğin. Ancak kimisi için, ebeveyninin arzusu, onu sürekli zorlayan, ulaşamayacağı talepler yaratan, ulaştığı takdirde bile yeterli bulmayan, sürekli baştan çıkaran, alaya alan ve küçümseyen süperegoik formasyonlar ve ideallerle ilişkilidir. Süperego, verdikçe daha fazlasını isteyen doymak bilmez bir kurumdur. Onun tatmini imkânsızdır. Bu kişiler için iki yol mümkün gibi görünüyor. Ya zorlantılı bir biçimde ebeveynlerinin arzusunun baskısı altında kalacak ya da onları protesto edecektir. İkisi de benzer mekanizmalara sahipler. Ebeveynini tatmin etmek için canla başla çalışan bir kimse ile tam tersine onları tatminsiz bırakmak isteyen kişiler bunu benzer şekillerde bir zorlantı ve “yabancılık duygusuyla” gerçekleştireceklerdir. Sahip oldukları hayat onların değilmiş gibi. İlk grup açıklamayı gerektirmezken (elbette, kendilerinin hayatları ebeveynlerinin onlar için dilediği hayat arasında benzerlikler olduğu için hissettikleri yabancılık anlaşılırdır) ikincisi ilk bakışta anlaşılmaz. Ancak örneğin, çocuğuna muhafazakâr bir yaşam stilini aşılamış bir ailenin çocuğu ilerleyen dönemlerde tam tersine uçlarda ve aykırı bir yaşam stilini benimsediğinde yine ebeveyninin arzusunun alanında olacaktır. Aynı doğrultunun farklı yönleri gibi düşünebiliriz. Bu yüzden, bu kişiler de benzer şekillerde ebeveynlerini ne kadar protesto ederse etsin ne ailelerinden “hıncını” alabilecek ne de süperego, ego üzerinde bu baskısını kesecektir (herkes için konuşmadığımı tekrar söylemeye gerek yoktur sanıyorum, daha önce dediğim gibi bu yaşam stilini herhangi bir çatışma yaşamadan da sürdüren kişiler mevcuttur).

Bu tartışmayı aklımızda tuttuğumuzda, analize gelen kişilerin zaman içinde yavaş yavaş sahip oldukları hayatların üzerinde ötekilerin önemli etkilerini gördükçe bir bilişsel çelişki ve korkuya düşebilirler. O da, bugüne kadar, her ne kadar bir yabancılık duygusu hissetseler de, bütün hayatlarını inşa ettikleri inançların kendilerine ait olmadığı, basitçe ifade etmek gerekirse, sahip oldukları hayatın kendi hayatları olmadığı korkusuyla ilişkilidir. Sanki, analitik süreçte edindikleri bu bilgiler, hayatlarını tepetaklak edecektir. Edebilir de. Ancak şimdi ne yapacaklar? Bugüne kadar hep bu ideallerin peşinden gitmişlerdir, her ne kadar kaygı, korku, yetersizlik duygusu yaratsa da. Bu ellerinden alınırsa, ne olacak? Özellikle de bugüne kadar başka türlü bir yaşam tarzı deneyimlemedikleri düşünüldüğünde. Bu korkunun makul bir yanı olsa da kişilerin analitik süreçlerinin bir parçası olduğu ve direnç ile ilişkili olduğu unutulmamalıdır. Gerçekten de, analiz boyunca süperegoik talep ve idealleri neredeyse yok olmuş kişilerde dahi, arzu otomatik olarak belirmeyebilir çünkü arzuyu baskılayan süperegodan başka kurumlar da vardır. Bu nokta bir anlamda çölleşmeye benzer. Kişi kendini, idealin baskısından kurtardığında dahi hareket edemiyor halde bulabilir. Ancak direncin analizi gerçekleştiğinde[2] birçok zaman ortaya çıkar ki, elinden alınacağından korkulan hayatları değil, seçilen hayatla ilişkili şikâyetin kaybı tehlikesinin yarattığı şikâyettir. Bir diğer deyişle, bugüne kadar seçtikleri yolu yürümeye devam ederken bu yolu seçmelerinde sorumluluğun hep Öteki sebepler (çevresel koşullar, ekonomik durum, ebeveyn vb. birçok şey ya da birçok şeyin toplamı olabilir) oluşundan ben ile ilişkili oluşuna doğru kayan öznel bir tutuma itilmektedirler. Zorlayıcı olan da budur. Yani şikâyet edilen şey, şikâyet edemeyecek olmanın şikâyetidir. Bu mekanizma, analiz boyunca hayatları daha iyiye giden kişilerin analizde teşekkür etmektense (ki bu benim bile kulağıma komik geliyor) süreçten memnuniyetsizliklerini dile getirmesine benzer. Bu memnuniyetsizlik anlaşılabilir. Her ne kadar yitirdikleri kurtulmak için getirdikleri şikâyet olsa da şikâyetten kurtulmakla kaybolan bir zevk de (jouissance) mevcuttur. Ancak tam bu noktada, özne için yeni bir olasılık ortaya çıkar. O da sürekli kendilerini birçok öteki nedenlerin sonucunda bir kurban ve edilgen bir pozisyonda konumlanmış bulmaktansa aktif, öznel ve dahil bir pozisyonda konumlanma şansıdır. Bu, içinde bulundukları durumdan başta şikâyet ettikleri gibi ötekilerin payını çıkarmak değil, tam tersine ötekinin payını daha net bir biçimde tayin edebilmekle de ilişkilidir. Eğer bu daha açık bir hale gelebilirse, özne kendi ızdırabına sunduğu katkıyı da daha net görme ve bu acıya sunduğu katkıyı çekme şansına sahip olacaktır.


[1] Freud, S. (1923). “Two Encyclopedia Articles”, I. Smith (ed.), Freud: Complete Works.

[2] Freud’un tekrar tekrar vurguladığı şey -analizin, çoğunlukla direncin analizi olduğu- unutulmamalıdır. Freud, bastırılanın zaten analistin arzusundan bağımsız olarak konuşmak ve kendini konuşturmak için yer aradığını, ancak bastırılana alan açmakla beraber aynı, hatta daha güçlü bir biçimde bastırılan bilinçdışı malzemeye karşı bir direnişle karşılaşıldığını ve bunun analizin en meşakkatli tarafı olmasına karşın öznenin analizden en çok kazanımı sağladığı süreç olduğunu da vurgulamıştır.