Karanlık Zamanlarda Kardeşlik Söylemi
Psikanalist Şahap Eraslan ile Söyleşi

Şahap Eraslan, yazılarını ve video analizlerini çoğunlukla Artı Gerçek’te takip ettiğimiz, Almanya’da çeşitli enstitülerde psikanaliz, etnopsikanaliz dersleri de veren Sivaslı bir psikanalist. Kendisiyle, Türkiye’nin karanlık zamanlarında politik retoriğinde -sol ya da sağ ideoloji fark etmeksizin- sıklıkla yer verdiği “kardeşlik” meselesini konuştuk.

***

 

Bu söyleşi fikrine vesile olan, Hannah Arendt’in, birçoğu New Yorker’da ve New York Review of Books’ta yayımlanan kimi makalelerinin derlendiği kitap; Türkçeleştirilmiş haliyle Karanlık Zamanlarda İnsanlar kitabı. Kitapta Arendt’in Lessing, Rosa Luxemburg, Karl Jaspers, Walter Benjamin gibi kişiler üzerine yazdığı metinleri okuyoruz. Kitabı okuduğumuzda, Arendt’in ele aldığı bu kişilerin aslında ortak paydada birleştiklerini görüyoruz; karanlık zamanlarda, kardeşlikten ziyade arkadaşlığa önem veren bu kişiler, kanıların çokluğunu kabul ederek, “hakikat saydıkları” şeyleri, dünyayı insanileştirme hevesiyle söylüyorlar. Arendt’in Lessing üzerine kaleme aldığı metinde, bu mesele hayli aydınlatılmış. Dünyaya karşı eleştirel tutumundan vazgeçmeyen, dünyanın iyiliğinin tarafını tutarken polemiğe girmekten kaçınmayan Lessing, karanlık zamanlarda insanların “kardeşlik duygusuna” daha yatkın olduğunu bildiği halde, sadece çatışmaya girmeyeceği insanlarla bir arada olmayı değil, “bütün çeşitliliği içindeki insanların aralarındaki boşluklarda oluşabilecek dünyaya” sahip çıkmak için, tartışma ve sohbeti devamlı kılmayı, bu devamlılığı yok etmeyen arkadaşlığı tercih ediyor. Arendt bu durumu olumluyor; zira Arendt’e göre, kardeşliğin insancıllığı, hakir görülmüşler ve incinmişler arasına ait olmayanlara pek “yanaşmıyor”. Bu diğerleri, kardeşlikten ancak merhametleri aracılığıyla pay alabiliyorlar. Bütün ayrımları ezip geçen bir kardeşliğin aşırı yakınlığı, kendi dogmalarını, tekçiliğini yaratıyor. Arendt’in Karl Jaspers üzerine yazdığı metinden hareketle şöyle de diyebiliriz; kardeşlik duygusunu yücelten bu kişiler, humanitas’ın kazanıldığı kamusal alana girme cüretinden de kaçınıyorlar aslında. Düşünceleri için kamusal alanda hesap vermekten, düşüncelerinden ötürü sınanmaktan uzaklaşıp “kardeşliğin sıcaklığına” sığınıveriyorlar, eylemsizleşip, gruplaşıp, tektipleşiyorlar. Jaspers’ın olumladığı, gelenek ve geçmişin iddia ettiği bağlayıcı yetke ve evrensel geçerlilik iddiasından vazgeçmeyi tercih etmeyip “içinde bütün tikel felsefi içeriklerin bireysel felsefe yapma araçlarına dönüştüğü, evrensel bir görelilik koymayı” reddediyorlar. İlk önce bu kardeşlik meselesini etnopsikiyatri açısından tartışalım isterim. Neden Lessing’in öne sürdüğü üzere, karanlık zamanlarda arkadaşlık, “dünyanın iyiliği” bağlamında daha tercih edilebilir iken, kardeşlik değil?

İlk önce psikanalitik açıdan,  iki insanın ilişkilenmesinde “kardeşlik” olumlanabilir bir şey midir bunu ele alalım. Kardeşlik mitolojilerinin bugün dahi canlılığını koruduğunu görürüz; bizim inancımızdaki ilk kardeşlik öyküsü, Habil ile Kabil’in öyküsüdür ve onlar, birbirlerini öldürmüşlerdir. Mezopotamya’ya baktığımız zaman Mısır mitolojisinde Set, kardeşi Osiris’i öldürmüştür ve hatta kardeşinin tüm parçalarını Mısır’a dağıttırmıştır. Hikâye bu. Roma mitolojisinde, Romulus, kardeşi Remus’u öldürtür. Osmanlı İmparatorluğu’nda da birçok sultan iktidar uğruna, kardeşlerini katlettirir. Kardeşlik ilişkisine narsisizm, beğenilme, takdir edilme ve iktidar girdiği zaman, bu ilişki ideal bir ilişkilenme biçimi olmaktan çıkar. Şunu bilmek gerek; “kardeşliği” denetleyen her halükarda “kutsal” olandır. Kutsal olanın gözetimindeki kültürel konumlanmalarımızla biz, kendi kendimizi ahlâki açıdan tartarız ve kendimize hiyerarşik düzende bir yer ediniriz. Anne ve baba, doğduğumuzda vardırlar ama bizi erken terk ederler. Sevgili hayatımıza sonradan girer. Bir insanın hayatındaki en uzun ilişkidir kardeşlik ve ölene kadar da sürer. Doğduğumda anne ve babamın sevgi pastası sadece bana aittir. Her doğan kardeş, bu pastadan pay alır. Sevginin paylaşılması ise rekabeti, kıskançlığı ve hasedi üretir. Bu anlamda kardeşlik agresyon üreten bir ilişki biçimidir… Aslında bu agresyonun adresi anne ve babadır. Ama anne ve babadan çekinildiği için bu agresyon, kardeşlik ilişkisine yansıtılır…

Kardeşlik ilişkilerinde her halükarda bir “abla” ya da “abi” vardır; ki zaten bizim gibi erkek egemen toplumlarda kardeşlikten bahsedildiğinde, çağrışım yapan genellikle iki erkek arasındaki kardeşlik ilişkisidir. Buradan bakınca bile kardeşlik ilişkisinin ne kadar problemli olduğu açığa çıkacaktır. İnsan ilişkilerinde kardeşlik vurgusu eşitliği amaçlasa da, kardeşlik ilişkisi asimetrik bir ilişkidir. İki insan bir araya geldiğinde, başka bir ilişkilenme biçimini neden düşünmeyelim? Bizim toplumumuzda iki yabancının bir araya gelişi, güvenli bir çerçeveye alınmadığı vakit çok tehlikeli görünür. Tam da bu yüzden “abi” ya da “abla” retoriğine başvurulur zaten. Şimdi bir yabancı olarak herhangi bir köye gitsem, oradaki birine bir şey danışsam, ilkin, beni sülalesindeki akrabalık ilişkilerinin içine koyacaktır; ya beni abi yapacak, ya amca, ya dayı; kadınsam abla, hala yahut yenge yapacak ve öyle ilişki kuracaktır. Kendi ilişkilenme biçimlerinden yola çıkarak benimle diyalog kurmaya çalışacaktır. Buradaki karşılaşma, iki yabancının karşılaşmasıdır ve aralarındaki yabancılığı azalmak için, bir çerçeve oluşturmayı denerler. Kardeşlik böyle bir çerçevedir. İki insan yabancıdır ama kardeşlik üzerinden tanıdık, bilinen bir ilişkilenme yaratılarak, bu yabancılık azaltılmaya çalışılır. Bernhard Waldenfels’in söylediği gibi “tanıdık -kardeşlik üzerinden- yabancı” olurlar… Kardeşler arasında ensest tabu da vardır. Yabancılar birbirlerini kardeş ilan ederek, ilişkilerine aseksüel bir çerçeve de çizerler ve gerilim üretebilecek cinselliği, ilişkinin parantezi içine alarak denetlemeye çalışırlar. Beyefendilik ya da hanımefendilik (simetrik ilişkiler), şehir hayatında öğrenmeye çalıştığımız bir şey. Yabancıyla, yabancı olarak ilişkilenmekte ve yabancıyı entegre etmekte zorlanıyoruz. Entegrasyon tek yönlü değildir. Birilerini entegre ederken, biz de entegre oluruz… Bizim toplumumuzda yabancı, korku objesi olarak kalıyor. Ve biz bu zorluğu, “kardeşiz” retoriğiyle geçiştirebileceğimizi sanıyoruz… Hal böyleyken, yine bu toplumda, bir aileye gelin yahut damat gittiğinizde dahi, ölene kadar elkızı, el adamı kalıyorsunuz; canlarını emanet ettikleri insanlar, birden yabancı oluveriyorlar. Yok mu bir çelişki burada? Kadın evlenmiştir, ismi hâlâ Kürt gelindir, Ermeni Müslüman olmuştur, diyelim üç defa hacca gitmiştir, hâlâ ismi Gâvur Osman, Gâvur Ali’dir. Bizim, “göz hizasında ilişkilenme” geleneğimiz yok, bu da işimizi zorlaştırıyor. Çünkü biz, demokratik, eşit bir ilişki kuramadığımız için kardeşlik gibi geleneksel bir söyleme yapışıyoruz ve bu da problemli bir model.

Türkiye’nin politik kültürüne içkin olduğunu düşünüyorum “kardeşlik” retoriğinin ve “kardeşçe” politik bir arada olma şekillerinin. Sanıyorum ki “karanlık zamanlarımızda”, hem aydınların, hem de siyasilerin “dışlama pratiklerinde”, yıllardır gözlenebiliyor bu tavır.

Bakın, bana bir hasta geldiğinde ve sorunlarını anlatmaya başladığında, ilk önce sorunlarını dinlerim ve ardından sorarım: “Bu mesele nerede başladı?” Mutlaka geçmişe giderim; kişi o yaşa gelinceye değin, o sorunun nasıl kültür edindiğini görmek için uğraşırım. Türkiye için düşünecek olursak da aynı; geçmişe, kaynağa gidelim. “Kardeşler arasındaki” bu sorunu anlamak için, evveli analiz edelim. Geçmiş kuşakları sorgulayalım; zira bir kuşağın halledemediği sorunlar, mutlaka bilinç ötesiyle ve bilinçle, öteki kuşağa aktarılır. Kuşaklar arasındaki çözülmemiş problemler “kuşaklar arası aktarım” üzerinden günümüze taşınmıştır. Biz hem “kardeşlerimizle” bugün, aramızda vuku bulan sorunları hem de geçmişte çözül(e)mediği için bugüne kalmış sorunları çözmek durumundayız... Türkiye açısından, Osmanlı’nın son dönemleri, Cumhuriyet’in kuruluş dönemleri, çeşitli travmaların yaşandığı dönemler. Toprak kayıpları, talan, zorunlu göçler, katliamlar… Cumhuriyet’in kuruluşuyla beraber bu travmalar, var olma mücadelesiyle diyelim, paketlendi ve bir kenara konuldu. Psikanalizde “bastırılanın geri dönüşü” olarak adlandırdığımız bir şey var; bastırılan, bir dönem sonra şiddetli bir biçimde geri döner. Geçmişe ait bu bastırılanları açmaya çalışanların hepsine karşı, travmaları bastıranların tepkisi sert, radikal oluyor. Pandora’nın kutusu açılınca... O yüzden Tahir Elçi, Hrant Dink vuruluyor, Kürtler susturuluyor… Geçmişte travmayı yaratanlar, bu travmanın açığa çıkmaması için travmadan söz edenlere sürekli şiddet uyguluyorlar ve böylece, bir fail geleneği oluşturuyorlar. Demokrasi, özgürlük diyenlerin sürekli baskı altına alınma sebebi de travmalar ile ilişkilidir. Failliği “fail travmasına” dönüştüremiyoruz. Suçluların, yaptıklarının farkına varıp mağdurlarla özdeşleşmeleriyle, onların duygularını hissetmeleriyle olabilecek bir şey bu. Yani, şiddetin failde suç bilinci oluşturmasını ve zulmün, zalimde travmatik bir iz bırakmasını kastediyorum; “Ben bunları nasıl yaptım?” sorusunu sorup şok yaşamasını ve faildeki dönüşümü anlatıyor fail travması... Kardeşlik retoriğini bir yana bırakıp geçmişle ve günümüzde olanlarla yüzleşmemiz ve bu zulmü fail travmasına dönüştürmemiz gerekiyor ilkin. Türkiye’de bana bir tane grup gösterin ki biz mağduruz demesin. Bu kadar mağdur varsa fail kim? Anlatı yoluyla oluşturulan kurgulanmış travmalarımızla da yüzleşmemiz gerekiyor, birbirimize “kardeşim” demeden evvel. “Kurgulanmış travma” ile, kendi zulmünü gizlemek için, yaşanmış tekil olaylardan yola çıkarak, anlatıyla yaratılan bir travmadan söz ediyorum. Siyasal İslâmcıların anlatılarını incelediğimizde, yaşanan olumsuzlukların travmaymışçasına anlatıldığına, bu anlatılardan acılar üretildiğine ve acıların travma gibi sunulduğuna rastlarız mesela... Aziz Nesin’in Sivas’a gitmesi Sivaslılarda “Tanrılarının ellerinden alınacağı” korkusu yaratmış ve bu korku travma gibi sunulmuştur...

Freud’un sözünü ettiği bir olgu var: İnsanlar geçmişlerinde yaşadıkları, anımsadıklarında keyiflerini kaçıran olayın üzerini  “güzel anı perdesi”yle örterler. Bu olayı her düşündüklerinde akıllarına bu güzel anı gelir ve kötü anılar bu örtüyle gizlenir... Kurgulanmış travmalar bazen bu işlevi görürler. Ermenileri, Kürtleri, Alevileri konuşmaya başlayınca, her yerden “biz daha çok acı çektik” sızlanmaları, belki de bu nedenle geliyor... Madımak önündeki kalabalığı devletin teselli etmesi, bu gelenekle de ilgili... Bunları konuşurken her acının ciddiye alınması gerektiğini de unutmamak gerek. Her insana çektiği acı çok ağır geliyor çünkü; ama bu, acı yarıştırmaya dönüşmemeli...

Barışma geleneğimize bir bakalım. Çatışma olduğunda ne denir; kalkın öpüşün, geçsin gitsin. Öpüşüp de barışmaya çalışanlar barışamadığı için, biz senede iki gün barışmaya dair bayram yapıyoruz. Öpüştüğünüz zaman gerçekten barışıyor musunuz? Barışmamız için birbirimize yaralarımızı göstermemiz gerek. Bu öpüşme pratiğini siyasi mecrada en son nerede gördük biliyor musunuz? Özal dönemi televizyonlarda, kimi solcular ile MHP’liler tam da böyle öpüştüler; ‘’siz vatansever diyordunuz biz yurtsever diyorduk, biz de emperyalizme karşıyız, e kardeşiz o vakit hadi öpüp barışalım’’. Barıştık mı? Barışacaksak, içimizde, sırtımızda, cüzdanımızda sakladığımız hikâyeleri, masanın üzerine koymamız gerek. Fail ile mağdurların aynı masada oturmalarıyla zor görünüyor bu barış; bir üçüncüyü, tarafsız olanı gerektiriyor, hakikat komisyonlarında olduğu gibi. Çok öfkeliyiz birbirimize çünkü.

Türkiye’nin şimdiki siyasi atmosferinde; kurulmaya çalışılan ittifaklarda, helalleşme, tövbe retoriklerinde de gözlemliyorum benzer şeyleri.

Biraz önce bahsettiğim “öpüp barışın” meselesi helalleşmeye tekabül ediyor işte, dinsel bir kontekst üzerinden. Unutun, geçer. Helalleşme, yaraların üzerini örtmeyi, görmemeyi tercih eder. Marcel Maus insanlar arasındaki her ilişkinin bir takasa, alışverişe dayandığını söyler. Kültürler bu alışverişin hakkaniyet içinde olmasını sosyal olarak denetlerler ve kutsal olan, tüm sistemi, her şeyi bilen ve gören olarak kontrol eder. Helalleşmek bir yandan ayrılığa; radikal ayrılığa (ölüm) işaret eder. Bir bakıma, insanlar arasındaki alışverişlerin nihayetinde, borçların gözden geçirilmesi ve ödenemeyecek borçların da hibe yoluyla silinmesidir helalleşmek. Bir başka açıdan da, ayrılık olmaksızın, insanların kendi aralarındaki takas ilişkilerini sıfırlayarak, aralarındaki borçlanmayı yeniden başlatmaları halidir. Bir fincan kahvenin ödenmesi, zaten kırk yıl hatır saymakla olur. Helalleşmede asıl olan, alacaklının/mağdurun tutumudur. Fail durumunda olanın borçları sildim demesinin bir anlamı yok. Bu tartışmada önemli olan, altı çizilmese de, adlandırılmasa da, devletin bazı suçlarının/borçlarının olduğunu itiraf etmesidir. Aynı cümlede hem helalleşip hem de ödeşelim demesini eşelemek gerekir.

Ölen insan için sana “Hakkını helal ediyor musun?” diye sorarlar; inanırsın ki Tanrı seni görüyordur, gözetleniyorsundur ve hakkını o yüzden helal edersin. Kutsal olan açısından bakarsak; hakkımı helal ettiğimde, Tanrı’nın gözüne girerim. Öbür dünyada Tanrı’nın beni cennetle ödüllendireceğini düşünürüm. Travmaları siyasi olarak helalleşme ile halletmeye çalışmak, devlete Tanrısal bir suret kazandırmaya eşdeğerdir. Ve samimi değildir. Bakınız travmalar, unutalım, üstünü örtelim, helalleşelim de geçsin denilip paketlenecek şeyler değildir. Üstünü örtersiniz, gece rüyanıza girer. Almanya’da Yahudilerle de çalışıyorum; üçüncü kuşak, rüyalarında hâlâ gaz odasına, sobalara atıldığını görüyor. Travma yaşayan insanların “dili yoktur”; biz psikologlar, onların travmalarını dillendirebilmeleri için çalışıyoruz. Nasıl hatırladıklarını, olayları bilinçlerine nasıl kaydettiklerini anlamaya çabalıyoruz. Bu kadar zor bir süreçken travmaların iyileşmesi, helalleşmeyle, tövbeyle, öpüp koklaşmayla oldubittiye getirilebilir mi? Özellikle kurgulanmış travmalar, tarihe dair bilincimizi sürekli manipüle etmeye başlar, bunların yüzeye çıkarılması gerekiyor. Psikoanalize, sosyoanalize, pedagojik, ekonomik analize ihtiyaç var. Sözcükler arasındaki eslerde, türkülerde, masallarda, şarkılarda duraklamak, deşifre etmek gerek travmaları.

Meselemiz kardeşlik olgusuna ışık tutuyorken, Türkiye’de de olumlanan “halkların kardeşliği” söylemini ele alalım. Can Kakışım, Sınıf, Etnisite ve Kimlik adlı çalışmasında[1] reel sosyalist uygulamada etnik grupların taleplerinin, genel olarak “halkların kardeşliği” söylemi içerisinde ele alındığından; bu söylemin milliyetçilik ve faşizm ile sarılı bütün olumsuz anlamlara karşın sosyalist siyasette kendisine bir alan açmayı başardığından bahseder. Şöyle diyor Kakışım: “Sosyalistlerin milliyetçi söylemlere karşı ‘Sovyet ve Çin uygulaması’ veya ‘Yugoslavya örneği’ vb. özgün deneyimleri göstermek dışında, kuramsal bazda yürütmüş oldukları en kilit tartışmalar, halkların kardeşliği söylemi çerçevesinde olmuştur. Bu söylem, her ülkenin kendine has tarihsel konumu içinde farklı biçimlerde ele alınmış da olsa sosyalist çevrelere etnik ve kültürel farklılıkları tartışabilme olanağını sunmuştur. Tarihsiz halklar anlayışı dâhilinde Marx tarafından eleştirel bakılan, onun ardıllarınca da halkların kardeşliği kapsamında çözümlenmeye çalışılan azınlık kültürel gruplar ve hakları meselesi böylelikle daha görünür hale gelmiştir.” “İyi” niyetli, “kapsayıcı” kardeşlik algısından, eleştirel bilinci olumlayan ve çoklu hakikatleri dışlamayan bir kardeşlikten bu anlamda bahsedebilir miyiz? 

Kardeşlik söylemine biz, sol kültürde Fransız Devrimi’nde rastlarız; bu kardeşlik söylemi, sonunda, “devrim, çocuklarını yedi” söylemine evirildi. Kardeş olarak adlandırdığı onun gibi düşünmediği vakit, giyotinle kafasını kestirdi. Fransız Devrimi’nde kardeşlik söylemi ilkin, ilerici ve devrimci bir söylemdi. Kral ve soylular kendilerini, halk ve Tanrı arasında bir yerde görüyorlardı ve kardeşlik söylemi, onları bizim hizamıza çekti. Fakat dediğim üzere, sonu iç açıcı olmadı. Kardeşlik ilişkiden doğar, otorite yasalarla kardeşlik yaratamaz. Yugoslavya’da, Sovyetler’de birbirlerine kardeşim diye seslenenlerin çoğu, düzen yıkıldığında birbirlerini öldürmeye başladılar. İnsanlar yaşadıkları grubu da aile metaforuyla kurguluyorlar. ANA vatanımızda devlet BABA’nın gözetiminde tüm insanların kardeş kardeş yaşayacağını sanıyoruz. Feminist eleştiri ve psikanalitik eleştiri,  aile arasındaki ilişkilenmelerin çok da masum olmadığını gösterdi bize; dolayısıyla buradan doğan söylemlerin de pek yüceltilebilecek bir yanı kalmadı. Şiddete dair istatistikler, şiddetin en çok aile içinde olduğunu, tecavüz vakalarının da sıklıkla, evlilik maskesiyle gizlenerek ya da başka adlar verilerek eşler arasında gerçekleştiğini söylüyor. Bize ne kadar aksi söyleniyorsa da bu haliyle, aile kutsal bir kurum değil yani...

“Hepimiz kardeşiz” çok popülist bir söylem, ama bize yardımcı olmaz. Halkların kardeşliği söyleminin, önemli bir işlevi olduğunu kabul ediyorum; ırkçılığa, kolonyalizme vb. karşı durup, kendini üstün olarak konumlandıranları göz hizamıza çekebilmek açısından. Fakat bu söylemle hayatlarımızı kuramayız. İletişim teorileri açısından yaklaşalım meseleye; Werner Schiffauer’a göre, Türklerin bir kamusal bir de özel diskuru vardır. Komşunuz geliyor size misafirliğe, “Nasılsınız iyi misiniz, eşiniz nasıllar?” diye karşılarsınız onu, fakat gittiğinde, “Yahu bu moruk da zırt pırt geliyor,” dersiniz. İlki kamusal, ikincisi özel diskurunuzdur. Bizim kültürümüzde, bir kişi hakkındaki fikirlerimizi olduğu şekliyle ifade etmek, agresyon olarak kabul edilir. Fikirlerimizi o yüzden ima ederek dillendiririz ki, tam da bu nedenle, bu kültür, kendi içinde çok fazla sembol ve anlatım yöntemi geliştirmiştir. Ben yabancıyla kardeş olduğum vakit, hangi diskur ile konuşacağım peki? İçimizdeki kötü, travma geçirmiş insanlarla nasıl konuşacak? Ötekinin bize dair çoğu zaman olumsuz olan söylemlerinin, gerçekten de “bize ait” olduğunu nasıl anlayacağız? Kardeşlik diskuru retorik açıdan güzeldir, fakat pratikte maalesef ideal bir ilişkilenme biçimi değildir. Demokratik, insan haklarına dayalı, eşit bir ilişkinin peşinde olmamız gerek. Lessing’e tam da bu minvalde yaklaşabiliriz.

Bunun için aydınlar nasıl tavır almalı peki?

Kabul ettiğimiz “kutsalları” bir kenara bırakabilmemiz gerek öncelikle. Özellikle aydınlar, Werner Schiffauer’ın bahsettiği kamusal diskurla birbirleriyle ilişkileniyorlar, bu çok sıkıntılı. Bakınız, demin hakikat komisyonlarından bahsettik; komisyonlar ağlama, çıldırma yerleridir. Yüzleşme basit bir şey değildir; öfke, nefret, çaresizlik gibi birçok duygu eşlik eder. Kendimize, birbirimize samimi olmamız gerekiyor her şeyden evvel. Birbirimizi gerekiyorsa takdir etmemiz, gerekiyorsa da acımasızca eleştirmemiz lazım. Bu da yandaşlıkla, kardeşlik söylemleriyle falan olacak şey değil…

Benimle olan ilişkisinde, tonton ve tatlı biri olan dedemin, başkalarıyla ilişkisinde bazen zalim olduğunu kabul etmenin zorluğunu yaşamadan olmuyor galiba...


[1] Can Kakışım, Sınıf, Etnisite ve Kimlik: Sosyalist Paradigmanın Evrimi, İletişim, İstanbul, 2016.