Ama İmkânları Fakat Fısıltıları

Tanıl Bora’nın “Amalı Fakatlı[1] yazısını ama-fakat aralığında bir tartışma daveti olarak alıp yazıyorum bu yazıyı.

Yazı, “amasız-fakatsızlık yeminleri içip naralanmak yerine, ama’nın fakat’ın imtihanından geçmeyi” önerirken üç de somut konuya değiniyordu.

1)Yetmez ama evet (bu yazıda da bir boykotçu konuşuyor), 2)”Mine Söğüt’ün “insanlık evhamı” yazısının uyandırdığı linççi tepki”[2] ve 3) “Süreç.”

1 tarihsel bir referans, 2 ve 3 bugünün sıcak meseleleri. 2 numaralı mesele doğrudan edebiyatı ve sanatı ilgilendirdiği için o mesele ile başlayayım.

Şu varsayımla söz alıyorum: Hiç değilse bu yazı bir şeylerin kayda geçmesini sağlar başka bir şeye yaramayacaksa da. Böyle şeyler de bugünlerde memlekette düşünülmüştür kaydı düşer. En azından şunun: İnsanlar günün söylemlerine hâkim ama’sız dile hak verdikleri için sessiz değiller, ses çıkarmanın linçle sonuçlanabileceğini bildikleri için fısıldaşarak, kenarda köşede, güvenli olduğunu düşündükleri ortamlarda ama’larını fakat’larını birbirlerine döküyorlar. Ama’lar fakat’lar azalmıyor daha da çoğalıyor ve fokurduyor ama kamusal alanlarda değil, mutfaklarda. Tanıl’ın yazısı mutfaktan kamusal alana bir pencere denemesi gibi de geldi, ve insanın o zaman pencereden pencereye konuşası geliyor.

Tanıl linç kavramı üzerine çok çalışmış, üretmiş biri olarak terimi kullandığında bir durup dikkate almak gerekiyor. Yoksa bugün linç terimini kullanmak bile linçlenme sebebi olabilir, dolayısıyla güvenli ortamlarda kullanılıyor bir tek. Ben mesela şimdi kullanırken risk aldığımı düşünerek geriliyorum. Tanıl kadar konuyla ilgili çalışma yapmış değilim, sansür üzerine çok çalıştıysam[3] da linç ehliyetim tam yok. Acaba lunaparkçı aniden bütün arabaları durdurup beni bindiğim çarpışan arabadan indirir mi diye aklımdan geçiyor.

Ama zaten fısıldaşılan şeylerden başlıcası “tartışmanın imkânsızlığı”. Hiçbir şeyi hem de. Tartışmayı istemenin kendisi suç olarak –suçluyu kollamak olarak veya suçlanılan kişiyi aklamak olarak, yani aklanabileceği bir sürece izin vermenin sorumlusu olmak olarak– lanse ediliyor. Dolayısıyla keskin olan şey taraflar. Taraflar var ve taraflar arasında seçim yapmak gereken bir sahne oluşturuluyor ve her tür tartışmaya dönük adım çok sert karşılanıyor. Mine Söğüt’e yapılanın aynı zamanda bir gözdağı verme, yıldırma hamlesi olarak da düşünüldüğünü gözlemliyorum. Çünkü linççilerin en korktukları şey kanguru mahkemesinin süreçli bir mahkemeye dönüşmesidir. Açacağım bu terimi ve metaforu birazdan.  Özetle, bir kadın, en makul, sakin, kapsayıcı bir dille üstelik –ve dahası tanınmış, sevilen, iyi bir kadın yazar– konuyu tartışmaya açmaya kalkarsa bile linçlenir, ve siz geri kalanlar, ey siz diğerleri –hele ki erkekler– sakın ağzınızı açıp da bir şey tartışmaya kalkışmayın. Uslu uslu tarafınızı seçin; ya bizim arkamızda durun sessizce ya da karşımızda ezilin. Üçüncü bir pozisyon hayal etmeyin. İzin vermeyiz. Bak Mine’ye bile izin vermedik.

“Mine Söğüt’ün “insanlık evhamı” yazısının uyandırdığı linççi tepki”yi dehşetle takip ettiğim günlerde, neydi ya bu linç teriminin kökeni diye merak etmiştim. Tanıl’ın da dediği gibi, etimolojisiz olmaz.

Evet, en yaygın referansa göre[4] “linç” sözcüğü 18. yüzyıl sonlarında Virginialı yargıç Charles Lynch’ten geliyor. Lynch, Amerikan Bağımsızlık Savaşı döneminde (1770’ler) “vatan hainleri” olarak görülen kişilere mahkeme kararı olmadan ceza uygulayan bir yargıç. Bu “hızlı, delilsiz, yargısız infaz” tarzı daha sonra “Lynch’s Law” (Lynch Yasası) olarak anılmaya başlıyor. Zamanla isim fiil hâline geliyor, to lynch = yargısız biçimde cezalandırmak (çoğunlukla öldürmek) anlamında kullanılıyor.

Benim için buradaki özet şu: Bir yargıç var ama bir yargılama yok. Yargılananın hangi tarafta olduğuna karar veriliyor, yanlış taraftaysan biletin kesiliyor – tanıdık geldi mi? (Siyasi mahkumlarımızın durumunu dünyaya anlatmaya çalışırken hep bu vurguyu yapmıyor muyuz?)

Lynch adlı beyefendinin simgelediği sistem net işliyor. Uzatmadan. Ama’sı fakat’ı yok. Tak tak. Bu tarihsel kökeni öğrenmek, günümüzdeki kullanımında bir isabetsizlik olmadığını düşündürüyor. Hatta işin ölüm cezasına gitmesi bile abartı değil; sonuçta intiharlar yaşandı bu süreçte –benim bilebildiğim 2 kişi– ve sivil ölüm talebi zaten ayan beyan yapılıyor. Linç sözcüğünün etimolojisine bakarken bir de metafor düştü önüme. “Kanguru mahkemesi” deniyormuş bu tip düzmece mahkemelere. İki anlamda: Birincisi insan mahkemesinde olacağı gibi yargılama süreçleri yaşanmıyor. Kanguru gibi zıplaya zıplaya veriliyor kararlar büyük bir hızla. Suçlandı, tarafı şu, suçlu, bitti / sıradaki / suçlandı, tarafı şu, suçlu, bitti / sıradaki vs. vs. İkinci olarak, kanguru kesesine bir gönderme varmış bu metaforda, yargı sonucu zaten mahkemenin kesesinde hazır anlamında. Yargılama sırasında bulunacak birşey değil, merak edilmiyor hakikat, ‘hakikat’ önden yazılmış, baştan hazır ve kangurunun kesesinde gizli.[5]

Bu yazının özetini çıkaracak yapay zekânın işini kolaylaştırayım, meramım şuna işaret etmek: Aslında gereksinim duyduğumuz şey basit. Tartışmanın, sürecin gerçekten yaşandığı, hatta yargılamanın gerçekten yapıldığı, düzmece olmadığı sahici agoralar. Tartışma talebinin yanlış tarafta olmak olarak görülüp susturulmadığı, şeytanın avukatlığını yapmanın sıradanlaştığı sahneler.

Torba yasa geçirir gibi olaylar, insanlar, sek sek sektirildi bu süreçte. İktidarı ötekileştiriyoruz ama aslında ondan çok da farklı biçimlerde iş görmüyoruz. Benim en sevindiğim şeylerden biri AKP’nin koyu İslamcı damarı. Maazallah laik olsalar, oy oranı yüzde 80-90 bandında olacak. Ahlakçılığımız, aforozculuğumuz, yönetimde karar mekanizmalarını saklama eğilimimiz, yönetimin opak olduğu iş yapma biçimimiz, ortak suçları işlerken bir şey olmuyor gibi davranma şeklimiz, korku ve hınç üzerinden kolay manipüle edilişlerimiz, ortak kültürümüzün parçaları hep.

Aşağıya ek olarak kitap tanıtımı tadında kendisiyle ilgili küçük bir yazıcığımı da eklediğim Mary Beth Willard’ın Why It’s OK To Enjoy The Work of Immoral Artists kitabı sözgelimi, bir felsefeci gözüyle yazılmış olmasının da sayesinde, kategorik olarak tartışmaya açmaya çalışıyor meseleleri.

Willard bir yerde mevcut linçlemelerin üç hukuksuzluk tipi ürettiğini söylüyor: farklı ağırlıkta suçlara aynı cezanın kesilmesi, suçun takip edilmemesi, yani keyfilik, ve bitimsizlik, onarıma yer olmaması, cezanın sonlanmaması.[6]

Sanatla ilgiliyse bir başka sorunumuz daha var. Sanatçının davranışlarının erdemsiz olduğuna ve linçlenmesi gerektiğine karar verdiğimiz anda eserlerini yasaklamanın normalleştirildiği bir süreçteyiz. Kitapları toplatılabilir, yayımlanmayabilir, eserlerinden tiyatro sinema uyarlamaları yapılacaksa yapılmaz, eserlerine dipnot verilmez, etkinliklere çağrılmaz, antolojilere konmaz, anılmaz, unutturulmaya, böyle bir yazar, böyle bir sanatçı hiç olmamış gibi yapılmaya çalışılır ve bu çaba normalleştirilir; böyle bir yönetmen hiç var olmadı, böyle filmler hiç çekilmedi, böyle şiirler hiç yazılmadı, böyle fotoğraflar hiç çekilmedi gibi yapmayı sıradanlaştırırsınız. Buna katılmak katılmamaktan daha normalmiş gibi, yani lince katılmak katılmamaktan daha normalmiş gibi davranılır. Tabii eserin kendisinin ikame edilebilirliği de netleşmiş olur. Eğer bir sergi için seçtiğim bir eser, bir yayınevinin kataloğuna eklediğim bir roman, bir antolojiye aldığım bir şiir, üreticisi erdemsiz kabul edildiği anda (ki bu sözgelimi Çin’de Kültür Devrimi [1966–1976] sırasında başka gerekçelerle yapılıyordu şimdi başka gerekçelerle yapılıyor Batı’da ve Türkiye’de [#metoo gerekçelerimiz Batı ile ortak ama Ukrayna-Rus gerekçelerimiz tam uyuşmazken İsrail-Filistin gerekçelerimiz zıtlaşabiliyor], yarın başka gerekçelerle yapılacak) iptal edilebiliyor ve yerine kolaylıkla başka bir eser, roman, şiir konulabiliyorsa tüm sanat eserleri aslında ikame edilebilir demektir. Orada olmaları keyfidir demek ki. Eserden kaynaklanan bir sebebi yoktur. Koşullara iyi uyduğu, soğuk savaş döneminde Parti’yi iyi desteklediği veya günümüzde olduğu gibi, mevcut hâkim kültürel kodlarla birebir uyumlu olduğu ve bu anlamda zararsız olduğu için oradadır ve üreticisi en ufak bir pürüz çıkarırsa yerine başka bir eser alınabilir ve bu hiç bir soruna, eksikliğe yol açmaz. Bir sürü şey konuşulur da “bir dakka bu eseri, siz çok beğenmiyor muydunuz, şimdi artık beğenmez mi oldunuz, ne oldu, daha önce beğenmenizin de aslında fazla bir kıymeti harbiyesi yok muydu, aslında sadece yazarı uyumlu olduğu için mi övüyordunuz romanlarını,” denmez.  Yoksa en azından bir yas süreci yaşanması gerekirdi, “yüreğime taş bastım” demeliydi okurlar, sanat izleyicileri, sinemaseverler. Yas süreci yaşamak yerine “aman n’olucak, öbür eseri koyarım yerine oldu bitti” der gibi bir havamız var. Demek ki en başta o eseri oraya koymamızın da öyle çok özel bir sebebi yokmuş.

Mao’nun Küçük Kırmızı Kitap’ındaki düşüncelerle uyumsuz görülenlerin hedef alınması, tasfiye edilmesi, linçlenmesi ile ilgili metinler okuyorum gerçekten, bugünü daha iyi anlamak ve sonrasını biraz olsun öngörebilmek için. Kavramak zor geliyor yer yer çünkü bu kültürel hezeyanı.

Ne ilginç değil mi, sanata böylece markanın boykot edilebileceği herhangi bir ıslak mendil gibi davranıyoruz. O ıslak mendil firması yandaş, onu almayıp bunu alalım. Ve benzer şekilde o romanı yazan romancı günün standartlarına göre iptal edilesi/bitirilesi, onu bırakıp öbürünün yazdığını alalım. Sonuçta hepsi aynı ıslak mendil, ne farkedebilir. Kime para kazandırdığımızı seçiyoruz sadece.

Daha da ilginci, sanatsal ve ekonomik erdemsizlikler ortaya saçıldığında hiç de aynı şekilde linç konusu olmuyor. Üzerinde bile fazla durulmuyor ve açıklanabilir bulunuyor ve anlayışla karşılanabiliyor. Yeni işler, konumlar öneriliyor erdemsizliği bilinen kişilere. Kariyerlerine gayet güzel devam ediyorlar, kimse onları sivil ölüm talebiyle yargılamadan. Bu da sanatçılara ve sanat yöneticilerine ahlakçı ve ahlakçılığıyla mevcut iktidarla uyumlu bir mesaj veriyor: Bir erdemsizlik yapacaksan para konularında ve sanat konularında yap, o tip erdemsizliklerin üzerine gidilmiyor. Cinsel konularda bir erdemsizlik yaparken görüntü verme. “İçki içerken fotoğraf verme yeter, pudra şekeri o kadar sorun değil”in sanatsal bir versiyonu. “Her türlü liyakatsizlik, hırsızlık, çökme, mafyavari yöntemler olur, içki kadehi olmaz”ın bir versiyonu. İçki kadehi görüntüsü yerine biz başka görüntüler koyuyoruz o kadar. Erdemsizlikler arasında ayrım yapma mantığımız aynı. 

Bu, sanata dönük her türlü sansürün önünü açan, sanatın otonomisini tümüyle iptal eden bir sahne yaratmakta maalesef. Bugün herhangi bir sanatçımız sansüre uğradığında artık onu savunamıyoruz. “Durun, bu bir sanat eseridir, otonomisi vardır,” diyemiyoruz. Herhangi bir köşe yazısı gibi yargılanmasına seyirci kalmak durumundayız. Sanata dönük sansüre karşı çıkmak için en ufak bir argümanımız kalmadı. Kendimiz otonomiyi tanımıyoruz zaten, devlet niye tanısın. Hoş, an itibarıyla hâlâ bizden daha çok tanıyor. Ayrıca bizim Silivri devletinkinden soğuk. İktidarın sansürüne uğramaktan daha az korkuyor sanatçılar, sivil ölüm cezasından ise daha çok korkuyorlar. Bir arkadaşın bana dediği gibi, “bu konularda fazla konuşuyorsun, konuşma bak, sana da kayyım atarlar!”

Gerçi iktidar da fena değil ve giderek sansür kaslarını güçlendiriyor. Sanatın sansürlenmesinin daha kolaylaştığını giderek farkediyorlar. Bir romandaki öğeler suç sayılıyor ve roman yasaklanıyor ve dahası romancısı romanda görülen suç yüzünden yargılanıyor ve “bir dakika ya, bu bir köşe yazısı değil ki bu bir roman,” diye haykıramıyoruz. Pek sesimiz çıkmıyor. Bu dediğim şu anda, bugün fiilen oluyor! Mahkemeye beş on yazar desteğe gidiyoruz o kadar. Bugün bu oluyor yarın daha fazla da olabilir. Nasıl haykıralım ki, romanın herhangi bir otonomisi olduğu fikrini itibarsızlaştırdık. Biz kafamıza göre sanatçıyı yargılıyor ve ardından eseri yasaklıyorsak iktidar da aynısını neden yapamasın, veya yaptığında buna kategorik olarak neye dayanarak nasıl itiraz edebiliriz ki? “Ey İktidar, sana göre iyi bize göre iyi değil, bize göre kötü o,” mu diyeceğiz, “sana göre suç olan şey bana göre suç değil mi” diyeceğiz. Siyaset bu zaten. Bana göre hayat böyle düzenlenmeli, sana göre böyle düzenlenmeli. “‘Hem kırmızı ışıkta geçilsin diyenler haklı olsun, hem yeşil ışıkta geçilsin diyenler haklı olsun’un hâkim olduğu bir trafik olmaz ki,” diyeceklerdir bize. “Trafik olmaz tabii öyle de sanat olur, hatta sanat tam da böyle olur,” yanıtını yapıştırabiliyorduk eskiden ve susturup bir otonomi alanı elde edebiliyorduk. Şimdi işte bunu kaybediyoruz, kaybetmekteyiz.

Sansür etimolojisine de bir kısa geri dönüş: Sansür sözcüğü kesme, engelleme, bastırma durdurma gibi bir kökenden gelmiyor, Latince censere’den, ahlaki olarak değerlendirmeden geliyor. Yani özetle teorik olarak hiçbir sansürcü kendi açısından kötü bir şey yapmış olamaz. Çünkü iyi ile kötüyü değerlendirmekte, kötü olduğunu düşündüğünü iyi lehine yasaklamaktadır. Kötüyü yasaklamakta ne kötülük olabilir – eğer kötüyü tanımlama yetkisi sendeyse? Sorun, onun kötüsünün benim için iyi olmasından başlar ve bu politik bir çatışmadır. Yaşamın nasıl düzenlenmesi gerektiği konusunda farklılaştığımız anda kendi iyimiz adına başkasını sansürlemeye başlarız, birbirimizi sansürleyebiliriz kendi iyimize göre. Ancak sanatı iyi kötünün dışında, kendi otonomisine sahip bir alan olarak alırsak, o zaman sansürlenmesine karşı çıkabiliriz, bugüne kadarki bütün sanatı sansürden koruyan uygulamaların, tavırların, yasaların da ana argümanı budur. Bu bir roman, bu bir sanat eseri, denir. Bu bir resim, video-art, film, heykel, öykü, tiyatro oyunu. Herhangi bir fikir yazısıyla aynı şekilde değerlendirilemez.

Ama şimdi biz ne diyoruz: Değerlendirilebilir. Eğer sanatçının erdemsiz olduğunu düşünürsek eserlerini sergilememeliyiz. (Son ifşa dalgasında birkaç sanat kurumu persona non grata’ların sergi salonlarına izleyici olarak girmelerine dahi izin vermeyeceklerini duyurdular. Dolaşım hakkı iptali cezası. Sanat mekânına bile giremezler, dendi.)

Sanat ile sanatçıyı birbirinden ayırmama sorunu büyük bir sorun halbuki.

Sanata otonomi tanıdığında sanatçıdan özellikle hiçbir şey bekleyemezsin; sanatçının hayatında iyiler ve kötüler sürekli yer değiştirebilir. Sanatçı da sürekli kötü ve erdemsiz olan olabilir. Olamaz dersek sanata atfedilen bütün isyankârlık, sıradışılık, farklı bilgi biçimi iddiası iptal olur ve sanat da diğer bilimsel, siyasal, toplumsal bilgi biçimlerinden biri gibi olur. Onlar zaten var.

Bariz gibi gözüken durumlarda bile durum aslında o kadar stabil değil. Sözgelimi şu anda İsrail–Filistin meselesinde Filistin’i tutmalı bir sanatçı, diye düşünebilirsiniz [en azından Türk solundan veya Türk sağından geliyorsanız]. Ama olaylar gelecek 20 yılda diyelim ki şöyle gelişmiş olsun: Büyük savaşlar çıkmış, taraflar dengeler değişmiş, ve Arap ülkeleri tüm İsrail’i yok edip soykırıma uğratmış olsun. O gün geldiğinde beliren söylemlerde 2023–2025’teki krizde İsrail’i tutan sanatçıların solcuymuş gibi değerlendirildiği bir akım hâkim olmuş olsun. Ne olacak, geriye dönük olarak sanat tarihi buna göre yeniden mi düzenlenecek? Bugün Filistin’i savunan yazarların kitapları antolojilerden çıkarılacak mı?  

İstanbul’da konserine gittiğim Rus bir piyanist eve dönünce Putinci açıklamalar yapmış, hatta Putin’e –aslında kötü tavsiyelerdi muhtemelen, bilmediği konu belli ama hevesi tam– Kiev’i işgal etmesi için savaş taktikleri bile vermişti. Şimdi o konser kötü mü oldu? Bir daha çağırmayacak mıyız? Bir daha çağırdığımız Rus piyanistlerin önce Putin’e küfretmesini mi isteyeceğiz?

Politik olarak protesto edeceksek edelim, tamam, ama sanattan saymamaya başlamak ve sanattan çıkarmaya kalkmak sanatın kendisinin iğne ipliğine bağlı olduğunu gösterir.

Sanatta ama’sız-fakat’sız pozisyon demek sanatın o günün ve o coğrafyanın genel geçer iyi-kötüsüne bağlı olması demek, bu da aslında sanat diye bir kategoriyi gereksizleştiriyor. Aşırı araçsallaştırarak önemsizleştiriyor. Etkisizleştiriyor. Kamu spotuna dönüyor sanat. Fazla ciddiye alınacak bir yanı kalmıyor. Diğer bilgi biçimleri zaten var.

***

Dolayısıyla geldiğimiz noktada şöyle bir sanat dünyamız oluyor, günün iyi–kötü algısına göre sanatçıların edimleri iyi veya kötü bulunuyor ve kötü tarafta olduğuna karar verilirse erdemsiz olduğuna karar veriliyor. Sanatçının erdemsiz olduğuna karar verilirse sanatçıdan bağımsız bir otonomisi olduğu fikri çöpe atılan, geçersiz kılınan sanat eseri sansürleniyor. “Bir dakika bu sansürlemeyi bir tartışalım,” demeye kalkan olursa ama’sız-fakat’sız olmama cezasına çarptırılıyor kanguru mahkemesinde. Ne sözkonusu erdemsizlik iddiası tartışılabiliyor ne de verilecek ceza. Çok bariz bir adaletsizlik görünür olduğunda da gene oluşan tartışma ihtimalini bastırmak için çok duyduğum şu iki argüman öne sürülüyor: a) boşver gerekirse kurunun yanında yaş da yansın b) tahterevalli etkisi bu kuzum, yıllarca erkek egemen adaletsizlik oldu, şimdi de bu adaletsizlik olacak ve dengelenecek.

Bu iddialar tartışmanın olMAMAsı gerektiğini öne sürüyorlar. Aslında belki de önce bunu tartışmalıyız esas.

Bir tartışmaya gerek var mı, yoksa tahterevalli teorisi ve kurunun yanında yaş da yansın boşver teorisi mi doğru? Eğer bunlar doğru diyorsak sanatı falan boşverelim, yakaladığımızı asalım, bende ip var diye bağıralım. Tanıl’ınki gibi ama’ya fakat’a alan açma girişimlerini, benim bu yazı gibi yazıları kınayalım ve hatta yasaklayalım. Yok eğer tartışmaya gerek var teorisi doğru diyorsak, o zaman da ciddiye alalım tartışmayı, -mış gibi yapmayalım.

***

Batı’dan Türkiye’ye doğru biraz yavaş ve ağırdan da olsa sonunda yayılan politik doğruculuk tartışmaları kendi terimleriyle, kendi hashtagleriyle (#metoo) birlikte geldi ve kimlik siyaseti üzerinden genel olarak politikayı da etkiledi belki ama sanat dünyasını çeşitli etmenler sayesinde daha fazla belirledi. Kimi iptal kültürü diye ünlemler koydu, kimi bunu Türkçede bitirme kültürü daha iyi karşılıyor dedi noktalar koydu, kimi bu adlandırmanın kendisinin iptal edilmesi gerektiğini söyledi. Her halükarda meselenin başlangıç ve tanıtım aşamasında değiliz, coşkulu zirve günlerinde de değiliz, hatırı sayılır bir birikimin oluştuğu, pratiklerin istiflenebilecek denli çoğaldığı, geriye başı şöyle bir çevirip gelinen yola bakmak, neredeydik bir zamanlar şimdi neredeyiz demek, buradan hangi yollar uzandığını araştırmak aşamasındayız.

Bu kapsamda bazı kriterlerin norm haline geldiği, etik olarak uygunsuz bulunan sanatçıların bazen dalgalar halinde bazen tek tek bitirilmelerine doğru evrilen sanat dünyası pek çok hayati soru üretti. Ve sözkonusu soruların bir kısmını tek tek ele almak gereksinimi büyüdü, sadece makaleler yetmez oldu, kitaplar peş peşe sahne aldı.

Bunlardan ikisini, yanık yüzlü bir kısa romanla birlikte okumayı önereceğim.

Ortak soru net: etik olarak sorumluluk sahibi bir hayran, bir sanatsever, bir sanat profesyoneli veya takipçisi, canavar erkekler tarafından üretilmiş iyi sanatla ne yapmalı? Soru kuşkusuz politik de bir soru, bir “ne yapmalı” sorusu köküne kadar. Sanat eserini sevmeye, kötüden çıkan iyi sanatın tadını çıkarmaya devam etmeli mi etmemeli mi?

Claire Dederer’in Canavar: Hayranların İkilemi kitabı tam da bu yol ayrımının kitabı. Roman Polanski üzerine düşünerek başlıyor meseleyi kurcalamaya Dederer. Polanski’nin sanatını seviyor, önemsiyor, hatta inceledikçe feminist mesajlar buluyor içinde ama gelgelelim Polanski’nin 13 yaşında bir kız çocuğuna yaptıklarının eserlerinin üzerine bıraktığı lekenin gözünde genişlemesini de engelleyemiyor. Dahası engellemeli mi engellememeli mi ondan da emin olamıyor.

Canavar kitabının yaptığı, bütün ışığı okurun, izleyicinin, seyircinin, ziyaretçinin, kısaca alımlayanın üzerine çevirmek: Sanatçıların suçlarını araştırmıyor, bu suçlarla iş sanatını tüketmeye devam edip etmemeye geldiğinde ne yapacağımızı sorguluyor. Polanski, Woody Allen, JK Rowling, Pablo Picasso, Ernest Hemingway, Vladimir Nabokov, Michael Jackson, Carl Andre vd. üzerinden tartışmayı ilerletiyor belki ama bu figürler değil ana konusu; bunların arasında kendine sanatsal bir beğeni yolu bulmak isteyen alımlayıcı bireyi öne çıkarıyor.

Dederer, canavarı sevme sorunsalı olarak koyuyor meseleyi. “Korkunç bir şey yapmış birini sevme sorunsalı” olarak. Politik uyanıklığı diri tutarken “önemli ve değer verdiğim şeyler yapan herhangi bir kötü insanı gene de sevebilir miyim”e kaydığı ya da “kötü insanın yaptığı iyi şeyleri sevebilir miyim”e kaydığı yerler de var. Polanski filmlerinden söz ederken filmlerini suçunu affettiğim için sevmedim, onu hiç affetmedim ancak “Gerçek şu ki filmlerini izlemek istiyordum çünkü çok iyiydiler,” diyor. Ve kitabın asıl vurgusunu bir makine fantezisi mükemmelen üretiyor: “keşke çevrimiçi bir hesap makinesi bulsalar, diye düşündüm; insan buraya sanatçının adını girdiğinde makine işlediği suçun korkunçluğu ile icra ettiği sanatın büyüklüğünü değerlendirip sonucu –bu sanatçının eserlerini tüketebilir ya da tüketemezsiniz– iletebilirdi.” Tekrar tekrar üzerinde çalıştığı temanın, “yaratıcıyı yaratılandan nasıl ayırırız?” sorusunun teknik bir çözümü olurdu böylesi bir hesap makinesi.

Claire Dederer, film eleştirmenliğinden gelen ABD’li bir gazeteci ve yazar. Canavar’ın dışında yoga pozları üzerine çok satan bir başka kitabı ve bir de kırklı yaşlarda bir kadın olmayı aktardığı otobiyografik anlatısı var. Canavar kitabı da deneme tadında, okurla diyalog kuran, akıcı bir eser.

Önereceğim diğer bağlantılı kitap, Mary Beth Willard’ın Why It’s OK To Enjoy The Work of Immoral Artists’i. Bu henüz Türkçeye çevrilmedi. Mary Beth Willard da ABD’li bir felsefe profesörü. Felsefeyi yaygınlaştırmaya dönük projeleri sevdiğinden, felsefeye giriş ve çağdaş ahlaki sorunlar gibi dersler verdiğinden olsa gerek onun kitabı da kolay okunuyor.

Felsefi kategorilerle, felsefecilerden alıntılarla, sürekli ne anlama geldiğini araştırarak ilerletiyor tartışmayı ve pek çok kritik meselenin gözönüne gelmesini sağlıyor. Estetik deneyimin neliğinden başlayarak tartışıyor ve sanatı neyin nitelediğini, bir mecra olarak tanımlayıcı farkını anlamaya çalışıyor. “Hepimiz kolektif amnezi geçirsek ve bütün Beethoven müziklerini unutsak ve kayıtlarını da olağanüstü bir olay sonucu yitirsek, onun yerine binlerce kez Brahms’ı ya da başkasını dinleyerek Beethoven dinlemenin yerini tutabilir miyiz?” diye soruyor sözgelimi. İptal etmenin mekanizmalarını bir yargılama ve cezalandırma tipi olarak fazlara ayırarak ele alıyor; ama sanırım en önemlisi meselenin başka bir yol ayrımında karakterini bulduğunu ortaya koyması. Otonomculuk ve etikçilik dediği iki yoldan bahsediyor. Sanatın otonom olduğunu, olması gerektiğini, sanat olarak yargılanabileceğini söyleyen, sanatın erdemli de erdemsiz de olabileceğini söyleyen pozisyon ile etikçilik dediği sanatın erdemli olmak zorunda olduğunu ve ahlaki değerlendirmelerle değerlendirilebileceğini söyleyen pozisyon.

Tabii kaçınılmaz olarak bu tartışma sanat bir nedir, ne değildir’e dönmeyi de kışkırtıyor. Sanat hakikatin açığa çıkmasının bir yolu, hakikatin sanat eseri olarak kendini kurması, sanat eseri de varlığın hakikatini açığa çıkaran bir olay mıdır? Sanat, hakikati doğrudan söylemeyen, biçimsel olarak yansıtan ve estetik deneyim değil, toplumsal antagonizmaların izini süren bir alan mıdır? Estetik kimin neyi görebileceğini, söyleyebileceğini ve duyumsayabileceğini belirleyen rejimlere müdahale eden bir alan düzenleyici iktidar sorunu mudur? Sanat, sadece estetik bir haz üretmenin ötesine geçip tarihin bastırılmış kırılmalarını açığa çıkarmakla ilgilebilir mi? Estetik deneyimi “güzel”le değil, gösterilemeyenle, “temsil edilemeyenin temsili” ile ilişkilendirebilir miyiz? Sanat, anlamın sınırına geldiği yerde mi doğar? Sanatın görevi, sistemin dışında kalan duyguları, olayları, boşlukları ve kopuşları düşünmeye mi zorlamaktır? Sanat, teolojik, politik ve kültürel stratejilerin bir alanı mıdır yoksa? Sanatın anlamı “güzellik”ten çok sosyal etki, çatışma ve müdahale üzerinden mi sorgulanmalıdır?

Tüm bu ve benzeri soruların ve vargıların Dederer ve Willard’ın tartışmaları üzerinde tayin edici etkileri olduğu açık. Her ne sonuca varılacaksa ya bunlardan biri benimsenecek ya da örtük olarak benimsenecek demektir. Canavar sanatçı imgesi fazla uzatmadan, neredeyse bir kaç düşünsel adımda soruyu “sanat nedir” ve “canavar nedir”e getiriyor nihayetinde.

Demişken bir de Canavar isimli novella önermek istiyorum. Etik değerlerle toplumsal normların bir küçük çatışması. Ahlak ve içindeki çürümüşlük. Felaket ve insanın didiklenmesi. Stephen Crane’in (1871–1900) Canavar’ı (ilk yayımlanışı 1898) hayata erken veda edecek 27 yaşında bir yazarın ırk sorunlarına ve ötekileştirmeye keskin bir yanıtı. Kitap tümüyle şuna dayanır; saygın bir beyaz doktorun sevilen siyahî yardımcısı, evde çıkan bir yangına ânında müdahale edip doktorun küçük oğlunu alevlerin arasından çekip almış, kurtarmıştır. Ancak bu sırada alevler siyahî yardımcının yüzünü yalamış ve yaraları korkunç bir görünüme kavuşmasına yol açmıştır. Tanınmaz hâldedir. Ağzı ve göz kapakları bile işlevsizdir artık. Konuşamaz, yürüyemez, yüzü grotesktir. Ancak hayattadır. Kitap, bu çirkinleşen, canavarlaşan iyi adamın nasıl siyahından beyazına kasabadaki herkes tarafından dışlandığını kademe kademe anlatırken, oğlunun hayatını fedakârca kurtarırken sakatlanan adamı sahiplenmek istediği için zamanla saygın doktorun saygınlığını dahi sarsacak bir leke olarak çirkinliğin, ucubeliğin, canavarlığın topluma nasıl yayıldığını anlatıyor.

Canavar, canavarın yüzünü düşündürüyor. Kimler canavarın yüzüne bakmaktansa onu aforoz etmek ister diye sorarak…


[1] Tanıl Bora, “Amalı Fakatlı”, Birikim Haftalık, 29 Ekim 2025. https://birikimdergisi.com/haftalik/12197/amali-fakatli.

[2] Tanıl’ın yazısında referans veriliyor, ama buradan da direkt ulaşabilmek için bkz. Mine Söğüt, “Kadının Beyanı ve İnsanlık Evhamı”, T24, 28 Ağustos 2025. Tepkiler için –önemli bir kısmı Instagram story’si gibi uçucu mecralarda– çok fazla sosyal medya postuna gönderme yapmadan tam bir dipnot kaynakçası vermek mümkün değil – zaten muhtemelen aynı sebeple Tanıl da vermemiş.

[3] Daha önceki bu yazıma da link vermem şart tartışmanın sürekliliği açısından. Süreyyya Evren, “Ahlâklı, Ahlâksız ve Woke: Yazar, Sanatçı ve Yönetmen Linçlerinin Açtığı Neo-Sansür Yolu”, Birikim Güncel, 6 Temmuz 2022.

https://birikimdergisi.com/guncel/11066/ahlakli-ahlaksiz-ve-woke-yazar-sanatci-ve-yonetmen-linclerinin-actigi-neo-sansur-yolu.  

[4] Diğer olası yargıç referansları için bkz. https://bianet.org/haber/tanil-bora-linc-en-asikar-medeniyet-kaybidir-182318.

[5] ‘Kanguru mahkemesi’ nedir, nasıl işler diye bir araştırayım diyorum bu yazıyı yazarken, bulduğum en sıradan hukuk bilgilendirme kaynakları bile ufkumu açıyor: “Genel bir kural olarak, bir sahte mahkeme, tanık çağırma hakkı, suçlayıcıyla yüzleşme hakkı ve adil ve tarafsız bir yargıç önünde duruşma gibi olağan usul güvenceleri olmadan adil bir yargılama veya duruşma taklidi yapmaya çalışan herhangi bir yargılamadır. Sahte mahkeme yargılamaları genellikle, delillere veya sanığın suçluluğuna veya masumiyetine bakılmaksızın sonucun önceden belirlendiği, yasal yetki olmadan yürütülen bir aldatmacadır. Bir şeye "kanguru mahkemesi" demek, genellikle yürütülme biçimleri nedeniyle olumsuz bir çıkarım doğurur. Bir "kanguru mahkemesi"ni, normalde kabul görmüş adalet ve hakkaniyet ilkelerinden ayıran üç özellik şunlardır: Kanunların geriye dönük uygulanması yani bir düzmece mahkemenin sonucu önceden belli olduğundan, bir kişinin suçlu bulunmasını sağlamanın bir yolu, yasalar oluşturmak ve bunları geçmiş davranışlarına uygulamaktır. Geriye dönük yasalar, gerçekleştirildiği sırada yasa dışı olmayan geçmiş davranışları suç sayar. Geriye dönük yasaların, bir düzmece mahkemeyi yönetenler için faydası, mahkumiyetin garanti altına alınmasıdır. Kişinin, gerçekleştirilmesi halinde kanunu ihlal edecek davranış türünü önceden bilme hakkını elinden alır. Bu en temel usul hakkının kaldırılması, düzmece mahkemelerin bir özelliğidir.

Tarafsız yargıçların eksikliği yani herhangi bir delil sunulmadan önce sonuç önceden belirlendiğinden, düzmece mahkeme duruşmalarına savcılık lehine taraf tutan bir hâkim veya hâkim heyeti başkanlık eder. Düzmece mahkemede yapılan bir duruşma sırasında hâkimler genellikle sanığın savunma lehine delil veya tanık sunma çabalarını sınırlar veya engellerken, savcıların sunmasına izin verilen delillere neredeyse hiçbir kısıtlama getirmezler. Bir düzmece mahkemedeki hâkimin sahte bir sürecin parçası olması nedeniyle, sanığa verilen ceza genellikle sanığın suçlanıp mahkûm edildiği davranışa dayanarak normalde haklı gösterilebilecek cezayı aşar. Düzmece mahkemelerde sert ve ağır cezalar yaygındır. En temel anayasal hakların yokluğu yani tipik bir düzmece mahkemede kendini suçlamama hakkı, tanıkları çapraz sorguya çekme hakkı ve masumiyet karinesi eksiktir. Anayasal güvenceler, bir düzmece mahkemenin önceden belirlenmiş sonuca ulaşmasının önünde engel teşkil eder.”

Bu uzun alıntıdan sonra tekrar aynı noktaya geliyorum. Gereksinim duyduğumuz şey gerçekten karmaşık değil, düzmece yargılamalar yerine gerçek tartışmalar, hepsi bu. Bkz. www.thelawdictionary.org.  

[6] Mary Beth Willard, Why It’s OK To Enjoy The Work of Immoral Artists, (New York ve Londra: Routledge, 2021),  s. 114-115.