2022 Fransa Cumhurbaşkanlığı Seçimleri (II): Mélenchon’un Vaat Ettiği “Halkın Zamanı” Bu Kez Gelecek mi?

Bir süredir kafamı kurcalayan şeyi hazır seçim atmosferindeyken dillendirerek yazıya başlayayım: Corbyn ve Sanders’ın kendi ülkelerinde yaptıklarına benzer şekilde aynı jenerasyondan 70’lik delikanlı Mélenchon da Fransa’daki sol siyasete damgasını vurabilecek mi? İddialı bir soru olduğunu düşünmüyorum. Zira ikinci tura kalmasından ya da cumhurbaşkanlığı yarışında ipi göğüslemesinden bağımsız olarak her halükarda daha şimdiden Fransa’da bir tür Mélenchoncu momentten bahsetmek mümkün. Benzer şekilde birkaç gün önce L'Union Populaire’in liderinin büyük bir fotoğrafını, yüz binden fazla kişinin katıldığı “Altıncı Cumhuriyet Yürüyüşü”nden devşirerek ön sayfasına taşıyan Liberation gazetesi de Mélenchon Baharı”ndan (Printemps Mélenchon) bahsediyordu. Anketlerde sol partiler arasında açık ara önde olması ve beş-altı yıl önce ülkenin en büyük iki partisinden biri olan Sosyalist Parti’nin adayını neredeyse sekize katlaması nereden bakılırsa bakılsın az buz şeyler değil. Muhtemelen o zamanlar bu ihtimal dillendirilseydi oldukça abartılı bulunacaktı. Peki on yıllardır siyasetin içinde olan Mélenchon’un son iki seçimde solun en önemli figürü haline gelmesinin arkasında yatan dinamik(ler) ne(ler)? Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turuna birkaç gün kala hem seçime dair hakkaniyetli bir analizin hem de Fransız solunun gideceği yönü öngörmenin Mélenchonculuğa daha fazla kafa yormaktan geçtiğini düşünüyorum. Elbette tek bir yazıda böyle bir tartışmanın nihayete erdirilmesi mümkün olmayacağından bu metni, bu doğrultuda mütevazı bir başlangıç olarak değerlendirmek gerekir.

“Solun Birliği”nden “Halkın Birliği”ne

2017 seçimlerinde büyük bir çıkışa imza atan Jean-Luc Mélenchon’un sol adaylar arasında önümüzdeki seçimlerin de açık ara en iddialı adayı olması sadece seçim stratejisi ya da yüksek performansa dayalı liderliğiyle açıklanamaz. Hatta bundan ziyade bu ‘başarı’, özellikle 2012’den sonra görünür olmaya başlayan ideolojik pozisyonundaki kırılmadan kaynaklanıyor. Mélenchon 2008 yılında, otuz iki yıl boyunca üyesi olduğu Sosyalist Parti’den, neoliberal yöneliminden rahatsız olduğu için ayrılarak kendi politik partisi olan Sol Parti’yi (Parti de gauche) kurmuştu. Bu dönemde, Fransız sosyalistlerinin geleneksel çizgisine sadık kalarak, zamanında Jaurès’in, Blum’un ve Mitterrand’ın başardığını tekrarlamak, sol politik aktörleri bir kez daha birleştirmek niyetindeydi. Böylece başta Komünist Parti olmak üzere çeşitli sol aktörlerin de (merkez solun solundakiler) desteğini alarak 2012 seçimlerine Sol Cephe’nin adayı (kendisinin de ilk cumhurbaşkanlığı adaylığı) olarak girdi. Ancak bu seçimlerde Mélenchon beklentileri karşılayamayıp ilk turda %11,10 oy alarak yarış dışı kaldı.

Solu birleştirme çabasının daha ilk seçimlerde hüsranla sonuçlanması ve hemen sonrasında Ekim 2012’de Arjantin’de Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un da yer aldığı bir konferansa katılması kendi düşünce çizgisinde ve politik kariyerinde bir dönüm noktası oldu. Latin Amerika tecrübesinden etkilenen Mélenchon bu tarihten sonra bir yandan politikasının merkezine sınıf yerine halkı yerleştirmeye başladı öte yandan merkez siyasetle özdeşleşmiş sol etiketini kullanmamaya özen gösterdi. Bir süre sonra da bu stratejinin politik imkânını verecek ve geleneksel partilerin hiyerarşik, katı yapısının aksine daha yatay bir örgütlenmeye dayanan Boyun Eğmeyen Fransa (LFI - La France Insoumise) hareketini kurdu. O günden bugüne istikrarlı şekilde Mélenchon sol politik elitleri/aktörleri/partileri bir araya getirme (bir tür elit ittifakı) stratejisini tamamen terk ederek farklı toplumsal kesimleri birleştirmeye odaklandı.

Mélenchon uzun süredir istikrarlı şekilde popülist bir jestle gözünü kurumsal siyasetin dışına, toplumsal alana kaydırmış durumda. Kendi politik projesinin (Altıncı Cumhuriyet) gerçekleşmesi için zorunlu gördüğü bu yönelim, bizzat diğer politik aktörlerle olan ilişkisini de belirliyor. Herhangi bir partiyle/isimle işbirliği/güç birliği ihtimalini en başından reddederek boşa düşüren Mélenchon, farklı toplumsal kesimleri (ve de onların taleplerini) bir program etrafında eklemlemeye, politik bir özne olarak kendi halkını inşa etmeye çabalıyor. Nitekim temel çelişkinin halkla elitler (ya da oligarşi) arasında olduğunu vurguladıktan sonra tepede bir ittifaka yanaşması pek olası değildi. Bu mantık gereği, kurumsal siyasetin diğer bütün temsilcileri uzlaşıl(a)maz politik muarızlar olarak görülür. Kuşkusuz bu tavır, diğer aktörler tarafından kendisinin tehdit olarak görülmesini de (ve de uzlaşmaz bir mesafe alınmasını) bir dereceye kadar açıklıyor.

Mélenchon’un seslendiği halkın daha çok ‘ilerici’ şekilde yorumlanmış cumhuriyetçi bagajdan (örneğin halk egemenliği…) beslenerek oluşturulmaya çalışıldığını söylemek mümkün. 2017 yılıyla birlikte geleneksel sosyalist sembolleri (Enternasyonal, kızıl bayrak…) arka plana atarak daha ulusal-popüler simgeleri (Marseillaise, üç renkli bayrak…) sahiplenmeye başlaması da bu çizginin doğal sonucu. Nitekim en son hologram tekniğiyle on iki kentte birden yaptığı mitingini de benzerleri gibi milli marşla bitirdi. Bu farklılık, örneklerine İspanya (PODEMOS) ve Yunanistan’da (Syriza) da rastlandığı üzere geleneksel ayrım olan sol-sağ dikotomisinin yerini antagonistik ikili olarak kurgulanan halka karşı elitler/oligarşi anlayışına bıraktığı anlamına geliyor. Nitekim kendisinin düşünsel ilham kaynaklarından olan Belçikalı filozof Chantal Mouffe da onun pozisyonunu neoliberal hegemonyanın ürünü olan oligarşik rejime meydan okuyan radikal demokratik bir reformizm olarak tanımlıyor.[i]

Sol popülist bir stratejiyle girdiği ilk seçimler olan 2017 seçimlerinde Mélenchon’un %19,58 oranında oy alması ve ikinci tura sadece 618,540 oy mesafede kalması kısa sürede pratik siyaset açısından dönüşümün sonuç verdiğini gösterdi. Üstelik bu kez, öncesinde açıkça ilan ettiği solu birleştirme amacına da hiç olmadığı kadar yaklaşmıştı. Kendisine oy veren seçmenler ağırlıklı olarak solun solunda yer alan yurttaşlardan oluşuyordu. Dolayısıyla Mélenchon bu jestiyle dağılmakta, parçalanmakta olan sol seçmenin çoğunluğunu kendi politik projesi doğrultusunda bir araya getirmeye de yaklaşarak, sosyalist lügate başvurmadan sosyalistler arasında bir hegemonya inşasının da imkânını yaratmaya başlamıştı. Ancak zafere ulaşacak mutlak bir hegemonya o dönemde söz konusu olamadığı gibi bu seçimde de inşa edilmişe benzemiyor. Dolayısıyla şu âna kadar deneyimlendiği üzere Mélenchon’un bir süredir beklediği “halkın zamanı”[ii] henüz gelmemiş görünüyor. Bu anlamda bir tür sınırlı hegemonyadan (tüm risklerine rağmen böyle bir kavramı kullanmaya cesaret ediyorum) bahsetmek mümkün. Veyahut daha doğru bir ifadeyle sol seçmenler arasında var ettiği dayanışma duygusundan diğer toplumsal kesimleri içerecek bir büyük halk inşasına geçememiş görünüyor. Mélenchon’un solda hegemonik olmasını sağlayacak ölçüde sol/sosyalist seçmen için bir cazibe merkezi haline geldiği kuşku götürmez. Ancak son yıllarda giderek büyüyen merkez seçmeni ve aşırı sağa yönelmiş alt sınıf seçmenin bir kısmını halkın bir parçası olarak henüz eklemleyebilmiş değil. Bu sınırlılık yarattığı umutla birlikte önümüzdeki seçimlerin kaderine etki edecek.

Yeni Bir Sınav: İmkânlar ve Sınırlılıklar

Bir önceki seçimde olduğu gibi Mélenchon aynı stratejiyle bu kez Halkın Birliği’nin (l’Union Populaire) adayı olarak sahnede. Halkın gerçek cumhuriyetinin halksız inşa edilemeyeceğini düşünen Mélenchon ilk başlarda seçim anketlerinde açık ara gerideydi. Ancak şubat ayında yapılan anketlerin ortalamaları dikkate alındığında %10’lar civarında seyreden destek oranı seçimlere birkaç gün kala %16-17’lere çıkmış durumda. Üstelik kamuoyu yoklamalarının da gösterdiği üzere neredeyse bütün toplumsal kesimlerde popülaritesi/desteği artmaya devam ediyor. Ancak bir önceki seçimlere benzer şekilde yakaladığı bu ivmenin zafer için yeterli olacağı kuşkulu. İkinci tura kalması, hatta ikinci turda da ipi göğüslemesi kendi seçim kampanyasından ziyade dış/diğer faktörlere/aktörlere bağlı görünüyor. Bu doğrultuda hem Mélenchon’un yükselişinin arkasındaki başlıca nedenleri hem de bu ilerleyişin zaferle sonuçlanmasının önündeki temel sınırlılıkları biraz açmaya çalışayım.

Mélenchon’un ikinci tur için ihtimal olarak kalmasının birçok sebebi bulunabilir. Fakat kampanya süreci gözlemlendiğinde bunlardan en öne çıkanı kendi sadık seçmenini mobilize etme becerisi gibi görünüyor. Diğer hiçbir adayın yap(a)madığı şekilde kitlesel ve coşkulu mitinglere imza atan Mélenchon, her büyük toplantı sonrası oy oranında önemli bir sıçrama yaşadı. Bu sayede kendi kararsız seçmeninin gönlünü kazanırken diğer seçmenler üzerinde de (sınırlı da olsa) olumlu bir hava yarattı. 5 Mart tarihli bir araştırmaya göre kendi seçmeninin %46’sı henüz oy verme konusunda karar vermediğini söylerken nisan ayına gelindiğinde kesinlikle oy vereceğini söyleyenlerin oranı %66’ya çıktı. Kararını kesinleştirip sandığa gideceğini söyleyen bu seçmenin çoğunluğu (Le Pen’in seçmenine benzer şekilde) alt sınıflardan ve 24 yaş altı gençlerden oluşuyor. Nitekim sosyoekonomik düzey ve yaş yükseldikçe Mélenchon’a yönelim de azalıyor. Kuşkusuz bir tür sistem karşıtı aday olmasıyla, yeni bir cumhuriyet vaat etmesiyle mevcut durumdan memnun olmayanları, hayal kırıklığı ve öfke duyanları cezbetmesi olağan görünebilir. İlginç olan ise entelektüellerle olan bağını gösterir şekilde eğitimliler arasında da hatırı sayılır bir desteğe sahip olmasıdır. Dolayısıyla çelişkili bir durum varmış gibi görünüyor. Fakat halk birliği stratejisi tam da farklı kesimleri ortak politik proje ve belli bir karşıtlık (oligarşi) üzerinden eklemleyebilme kabiliyetine yaslanır. Teori açısından asıl çelişki ya da yetersizlik bu halka diğer toplumsal kesimlerin hâlâ bir şekilde dahil edilemiyor oluşudur.

Mélenchon, gücünün düşük gelirlilerden, eğitimlilerden ve gençlerden geldiğinin farkında olarak seçim kampanyası boyunca diğer rakiplerini satın alma gücü, ekonomik eşitsizlikler üzerinden sıkıştırmaya, kendi vaatlerinin üstünlüğünü ispatlamaya çalıştı. Nitekim yaslandığı Ortak Gelecek (L’Avenir en commun) programı da son dönemdeki mitinglerinde vurguladığı üzere ekonomik liberalizmin yarattığı eşitsiz düzenden bir kopuşu ve toplumsal adaleti mümkün kılacak daha eşitlikçi mekanizmaları (zenginlerin vergilendirilmesi, gıda ve yakıt fiyatların dondurulması, emeklilik yaşının düşürülmesi, asgari ücretin yükseltilmesi…) öngörüyor. Bu stratejinin de Mélenchon’un desteğinin artmasında belirleyici olduğunu söylemek mümkün. Zira Fransızların geleceğe dair kaygıları arasında ilk sırada satın alma gücü benzeri ekonomik faktörler bulunuyor. Ancak şu âna kadar özetlenen bütün bu olumlu havaya rağmen çeşitli ‘arızalar’ dolayısıyla Mélenchon ikinci tur için yeterli oy oranına ulaşamayacağa benziyor.

Sol/sosyalist bir ideolojiyle harmanlanmış popülist strateji, Mélenchon’un yükselişinin imkânını yaratırken bazı çelişkilere de neden oldu. Mélenchon seçim süreci boyunca sürekli program vurgusu yaparak, vaatlerini öne çıkarıp fikir odaklı bir hareket olduğunu dile getirdi. Fakat bu vurguya rağmen popülist stratejisinin de gereği olarak pratikte adaylığı daha çok güçlü bir liderliğe yaslanıyor. Hatta hareketin kendisi bizzat Mélenchon’la özdeşleşmiş durumda. Neredeyse seçim sisteminden de kaynaklı olarak tek başına Mélenchon konuşuluyor. Üstelik bu fikirler/program etrafında bir araya getirilecek halkın kendisi kaçınılmaz şekilde liderin performansına bağlı. Burada popülizme dair bir tartışma elbette yürütmeyeceğim. Sadece bu haliyle (radikal sol) popülizm açısından hâlâ bir çelişkinin olmadığını söylemekle yetineceğim. Fakat asıl sorun hem kendisine oy veren hem de bu konuda kararsız olan seçmen için Mélenechon’un liderliğinin bizzat sorun teşkil etmesidir. Programının yarattığı (duygusal-rasyonel) yakınlık, karakterinin (ve de liderliğinin) neden olduğu uzaklıkla bertaraf ediliyor. Dolayısıyla Macron arzu edilmeyen programına karşın karakterine duyulan güven dolayısıyla tercih nedeni olurken Mélenchon’da durum tam tersine işaret ediyor. Yakın tarihli bir araştırmaya göre seçmenlerin %64’ü kendi fikirlerine daha yakın fikirlere sahip olduğunu düşündüğü için Mélenchon’a oy vereceğini söylerken; %21’i başka bir adayın kazanmaması için onu tercih ettiğini; %15’i ise Mélenchon’a güvendiği için oy vereceğini dile getiriyor. Bu durum popülist stratejisi konusunda daha dikkatli olması gerektiğini gösteriyor. Nitekim 2017 seçimleri sonrası anketlerde %5’lere kadar düşmüş olmasının temel nedeni (bu seçimlere de dezavantajlı başlamasına neden olan) tam da bu zorluktan kaynaklanıyordu. 2018 yılında bir soruşturma dolayısıyla kolluk kuvvetinin ofisine girmesini engellemesine karşı yaptığı cumhuriyet benim (La République, c'est moi) çıkışı esasen popülist bir jestti. Ancak bu söylem, halkın bizatihi kendisi olarak, onun çıkarına göre hareket eden biri olarak algılanmasından ziyade halkın özneliğini boşa düşüren kibir dolu bir jest olarak anlaşıldı. Seçmenler dışında, diğer sol aktörler için de Mélenchon otoriter çizgiye kayabilecek bir karakter olarak görülüyor. Son olarak, onunla olan mesafesini meşrulaştırmak için ekolojist aday Jadot’nun, Mélenchon’u anti-Amerikancı olması koşuluyla bütün diktatörleri desteklemekle suçlaması bu durumu özetlemek açısından oldukça semptomatiktir.

Mélenchon’un seçime kadar yükseliş trendini sürdürmesi olası görünse de aşırı sağcı aday Le Pen’in de oy oranını (neredeyse Macron’u yakalayacak şekilde) sürekli arttırıyor oluşu en büyük engellerden birine dönüşmüş durumda. İkisi arasındaki makasın kapanmıyor oluşu tek başına Mélenchon’un çabasının yeterli olmayacağını gösteriyor. Diğer aşırı sağcı aday Zemmour’un düşen popülaritesi totalde aşırı sağ için bir şansa, sol için de şanssızlığa dönüşmüş durumda. Üstelik Mélenchon için bir tür doğal seçmen olarak görülebilecek alt sınıflarda Le Pen’in oy oranı hâlâ çok yüksek. Oranı hâlâ yüksek olan kararsız/çekimser seçmeni sandığa kendi lehine çekebilmesi bunu kısmen telafi edebilir. Yine de başka bir koşul daha gerekli. Bu koşul, Mélenchon’un aynı zamanda en zayıf yönünü gösteriyor. Mélenchon’un ikinci tura kalabilmesi için sosyalist/komünist sol dışında kalan daha merkezde konumlanan sol seçmeni ikna etmesi gerekiyor. Christiane Taubira adaylıktan çekildikten sonra onun seçmeninin önemli bir kısmı Mélenchon’a kanalize olsa da hâlâ merkez sol seçmen kendisine oldukça mesafeli. Mevcut cumhuriyete büyük bir bağlılık gösteren bu seçmen grubu için Mélenchon’la ilgili asıl sorun monarşik olarak tanımladığı Beşinci Cumhuriyet’in kurumlarını yıkacak olmasıdır. Ayrıca uluslararası ilişkiler konusunda gösterdiği ‘aykırı’ tavır da bu kesimlerde kabul görmüyor. Batı’nın krizlerle dolu bir döneme girdiğini düşünen merkez sol seçmen (ve temsilcileri) için Mélenchon Rusya konusunda daha ‘tarafsız’ kalmasıyla, NATO’dan çıkmak istemesiyle, AB ile anlaşmaları gözden geçirmeyi vaat etmesiyle güvensiz ve hatta tehlikeli görünüyor. Dolayısıyla önceki yazımda belirttiğim yurttaşın liderlerine rağmen Mélenchon’u tercih etmeye dönük inisiyatif kullanma ihtimali hangi tarafın (içe dönük ekonomik temelli vaatleri ve dışa dönük istenmeyen vaatleri) ağır basacağına bağlı olarak sonuca etki edecek. Bu açıdan terazinin dengesinin öngörülmesi pek de kolay değil. Yine de bir yenilgi olacaksa (ikinci tura kalınmayacaksa) şayet, önceki seçim süreçlerinden Le Pen’in hep daha yüksek ölçüldüğü dikkate alınırsa, bunun tahmin edilenden daha düşük bir farkla olacağını söylemek mümkün.

İlk tur sonucunda hangi tablo çıkarsa çıksın yeni ve apayrı bir seçim süreciyle karşılaşacağız. Bu anlamda farklı temaların tartışılacağı, farklı kampanyaların öne çıkacağı ve diğer politik aktörlerin tavırlarının belirleyici olacağı bir seçim söz konusu olacak. O yüzden şimdiden ilan edilmiş anketler üzerinden özellikle ikinci tur için mutlak/net tahminlerde bulunmanın Fransız seçim sistemi ve siyasi kültürü dikkate alındığında anlamlı olmayacağını, isabetli sonuçlar vermeyebileceğini düşünüyorum. Bu düşünce tam da sonraki yazıyı ikinci tura kalmasını beklediğim Le Pen’e ayırmamın nedenini oluşturuyor. Macron’un İslâm-göç-güvenlik vurgusuyla dolu beş yılı, bu temaları merkezine alan aşırı sağı daha da güçlendirmekten öteye bir işlev görmedi. Üstüne Zemmour faktörüyle Le Pen’in giderek daha makul bir aday olarak görülmeye başlaması sürpriz bir sonuca yol açabilir. Dolayısıyla bir süre önce Trump’ın yenilgisiyle dünyada gerilemeye başlayan aşırı sağ yakın dönemde Macaristan’daki seçim sonuçlarının da gösterdiği üzere ters bir rüzgâra yol açabilir. Yeni bir karşı dalganın oluşabileceğini gösteren gelişmeler Fransa’da aşırı sağ için bir bahar havası yaratabilir. Tam da seçim süreci boyunca başka vesilelerle savunduğum gibi bunu boşa düşürecek tek şey aşırı sağa karşı baraj imkânının (cumhuriyetçi cephe) ancak birinci turda mümkün olduğunun farkına varılmasıdır. Bunun devreye girmemesi durumunda 24 Nisan’dan sonra aşırı sağın tarihi oy oranını konuşmak durumunda kalabiliriz. Umarım Mélenchon hoş bir sürpriz yaparak bu senaryoyu boşa düşürür…


[i] Mouffe, C. (19 Nisan 2017). “Mélenchon: A Radical Reformist Against Mounting Oligarchy”, Verso Blog, https://www.versobooks.com/blogs/3171-melenchon-a-radical-reformist-against-mounting-oligarchy

[ii] Mélenchon’un 2014 tarihinde yazdığı L'Ère du peuple isimli kitabına gönderme yapıyorum.