“Aklını Yitirmiş” Bir Kuşağın Meydan Okuyuşu: Halksız Demokrasiye Doğru

Beş yılda bir yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri dışındaki bütün seçimlerin artık neredeyse önemsizleştiği, bu anlamda biçimsel bir demokrasi oyununa indirgendiği Fransa’da Bölgesel Seçimlerin (Élections régionales) ilk turu 20, ikinci turu 27 Haziran’da gerçekleşti. Böylece Covid-19 pandemisi dolayısıyla mart ayında yapılması gereken seçimler “başarılı” ve “sorunsuz” şekilde geç de olsa tamamlanmış oldu. İki turlu seçim sistemine göre listelerden herhangi biri %50’nin üzerinde oy alamazsa nihai sonucu bir hafta sonra yapılan ve %10’dan fazla oy almış bütün listelerin katıldığı ikinci tur belirliyor. Yerelde önemli yetkileri bulunan bölge meclislerini belirleyen seçimler, aynı zamanda 2022 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri için de fikir veriyor. Elbette sonuçlarından bağımsız bu seçimlerin, otoriter liderlerin ya da giderek merkezileşmekte olan devletlerin dünyasında yerel bir demokrasi pratiği olarak başlı başına önem taşıdığını iddia etmek mümkündür. Yine de belediye demokrasisinin istisnai örneğini sunan Komün’ün ülkesinde tespitte bulunurken daha ihtiyatlı davranmakta yarar var. Nitekim seçim sonuçları bize seçmenlerin de aynı fikirde olmadığını gösteriyor. Yine de yurttaşlar nazarında cazibesini yitirmiş bu seçimlerin -bu haliyle de- oldukça önemli olduğunu belirtmek gerekir.

Sonuçlara Dair

20 Haziran’da yapılan ilk tur sonucunda anakaradaki 12 bölgenin 6’sında merkez sağ (Cumhuriyetçiler), 5’inde merkez sol (Sosyalist Parti), 1’inde de aşırı sağ (Ulusal Birlik) yarışı önde bitirmişti. Le Penciler, ilk sırada oldukları PACA bölgesi için oldukça umutlanmışlardı, ancak orada cumhuriyetçi cephenin (solun adayını çekmesi ve sağın topyekûn aynı adayı desteklemesi) devreye girmesi neticesinde merkez sağcı aday zaferle ayrıldı. Böylece ikinci tur sonucunda önceki seçimlere paralel olarak sağ 7, sosyalistler de 5 bölgeyi elinde tutmayı başardı.[i] Seçim sonucunda, ulusal ölçekte aldığı oy oranıyla birinci sıraya yerleşen merkez sağ bir yandan moral depolarken öte yandan partinin ağır toplarının (Xavier Bertrand, Valérie Pécresse ve Laurent Wauquiez) net zaferler elde etmeleri 2022’ye gidilirken parti içi adaylık mücadelesinin sertleşeceğini gösterdi. Fransız soluna bakıldığında ise sosyalistlerin 2017 yıkımından sonra belli oranda başarı elde etmeleri (%23-24) ve solun (sosyalistler, ekolojistler, Melenchoncular, Komünistler…) toplam oyunun ülke genelinde %35’e yaklaşması 2022 için umut yaratmışa benziyor. Ancak her bir sol aktörün kendisini öncü ve öncelikli gördüğü bir ortamda sol bir ittifakın inşası bugünden oldukça zor görünüyor.[ii]

Cumhuriyet’in aşırılıkları engelleme refleksine rağmen özellikle 2017 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde radikal sol (Melenchon) ve aşırı sağ (Marine Le Pen) önemli bir atılım göstermişti. Ancak her iki aktör, 2020 belediye seçimlerinden sonra bölgesel seçimlerde de güç kaybetmeye devam etti. Başarısızlık, büyük oranda kendi seçmenlerinin seçimlere katılmada isteksiz davranmasının sonucuydu. Sandığa gitmeyen seçmenlerin çoğunluğunu (sırasıyla %67, %73) bu iki liderin kitlesi oluşturmaktaydı. Le Penci parti Ulusal Birlik (RN) bir önceki seçimlerde (2015) %27,1 oy alırken bu seçimlerde ikinci tur sonucunda Ipsos’a göre 6,6 puanlık düşüşle %20,5’e geriledi. Aşırı sağcı popülist liderler için yaşanan büyük dalganın tersine dönmesi -özgün tikel koşullarla birlikte- Fransız aşırı sağını etkilemiş görünüyor. Bütün Fransa’da zayıflayıp başarısızlığa uğrayan, ancak Pas-de-Calais bölge meclisine solu geçerek %59,7 ile seçilen Le Pen seçim sonrasında “doğal olmayan” ittifakları suçlayarak Elysée için seferberlik çağrısı yaptı ve yeniden yapılanmaya gidileceğini duyurdu. “Süper başkan” Macron’un partisi LREM ise ülke genelinde, ilk turda %10’a yakın oy alırken ikinci turda %7’yi geçemedi ve hiçbir bölgede ipi göğüsleyemedi. Böylece Macron, 2020 belediye seçimlerinden sonra merkez sağın, sol ve ekolojistlerin, aşırı sağın çok gerisinde kalarak ikinci bir bozgun yaşamış oldu. Bütün bu sonuçlardan daha çarpıcı olan şey ise, seçimlerin Fransa’da liberal demokrasi açısından ivme kazanmış bir krize işaret ediyor oluşudur.

Halkını Yitirmiş Bir Demokrasi

Seçimlerin ilk turunda kayıtlı seçmenin %67,2’si, yani 48 milyondan yaklaşık 33 milyonu sandıklara gitmemeyi tercih etti. Yazının yazıldığı saatlerde henüz sonuçlanmamış olsa da ikinci turda da katılımın %35’lerde kalması bekleniyor. 2000 tarihli, cumhurbaşkanının görev süresini yedi yıldan beş yıla düşüren referandum hariç (%69,8) Beşinci Cumhuriyet tarihinde hiçbir seçimde, seçmenin bu düzeyde oy kullanmadığı bir seçim olmadı. Ifop’un yaptığı ölçüme göre katılımın bu kadar düşük olmasının ilk nedenini bölgesel seçimlerin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğine inanılması (%40) oluştururken, bunu siyasi partilere olan güvensizlik (%34) ve fikirlerini yansıtan uygun adayın olmaması (%32) takip ediyor. Yakın dönemdeki diğer seçimlerde de benzer bir durumun yaşanması ankete yansıdığı üzere meselenin bu seçime özgü olmadığını gösteriyor. Fransız yurttaşların çoğunluğu artık kurumsal siyasetin toplumsal-politik taleplerini karşılayamayacağına ikna olmak üzere. Nitekim yine aynı ankete göre seçmenlerin %76’sı seçim kampanyalarının ilgilerini çekmediğini dile getiriyor. Mevcut siyasi partiler için endişe verici olan bir başka durum ise oy kullanmayanların ezici çoğunluğunu gençlerin oluşturmasıydı. 18-24 yaş arası gençlerin %87’si, 25-34 yaş arası gençlerin ise %83’ü sandığa gitmezken, 70 yaş üzeri seçmenin %60’ı oy kullandı. Halk sınıflarının seçimlere ilgisini giderek kaybettiğini de söylemek mümkün. Zira bu seçimlerde işçi sınıfının (Employé ve Ouvrier) %75’i oy kullanmamayı tercih etti. Anlaşılan “aşırılar”ı seçerek tepkisini 2017 yılında gösteren yurttaşların çoğunluğu 2021’le birlikte artık kimseyi seçmeyerek gücünü ve memnuniyetsizliğini göstermek istiyor. Bu karşı koyuş, ihtiyarlar ve zenginler cumhuriyetinin reddi anlamına geliyor.

Çok uzun süredir Fransa’da yaygın bir refleks seçmen davranışına yön veriyordu: İlk turda kalpleriyle, ikinci turda akıllarıyla oy verme. Cumhuriyet için tehdit olarak tanımlanan aşırı sağ (ki haklılık payı bir hayli yüksek) ve onunla eşitlenen radikal sol rasyonel bir tercihle düşmana dönüştürülmekteydi. Nitekim Le Pen’e karşı güç birliği yanı sıra Melenchon’a karşı da gerekirse solun merkez sağla ittifak yapması gerektiğine dair tartışmalar iki tur arasında da çokça tartışıldı. Her iki politik güç 2017 yılında aldıkları oy oranıyla kendileri açısından prangaya dönüşen bu mantığı kısadevreye uğratmıştı. Dayatılan ve yurttaşların da çoğu zaman kabul etmek zorunda kaldığı bu ehveni şer siyaset(sizliğin)in sonucu rejimin hegemonik biçimi ayakta kalmaya devam ederken (bu sayede) halkın çoğunluğunun taleplerinin görmezden gelinebilmesiydi. “Cumhuriyet’i korumak için zararlı düşmanlara karşı kim olursa olsun seçmeliyiz” dayatması, giderek otoriterleşen merkez neoliberal cumhuriyetçi tahakkümün sürekliliğini gizleyen bir paravan gibi işliyordu. Ancak uzun zamandır işaretlerine rastlanılan ve en son yapılan bölgesel seçimlerle de kristalize olan şey; bu zoraki demokrasinin (kimi bölgelerde etkili olsa da) artık miadını Fransa’da doldurmak üzere olduğudur. Bu “cumhuriyetçi” mantık, seçmenlerin sandıktan bütünüyle uzaklaşmasına yol açarak neredeyse işe yaramaz bir şeye dönüşmeye başladı. Eski kuşakların belli oranda sadık kaldığı bu davranış kalıbı seçmen kitlesinin önemli bir kısmını oluşturan 20’li yaşlardaki müesses nizamdan rahatsız gençler için neredeyse anlamını yitirmiş durumda. Başta gençler olmak üzere bir süredir seçmenin çoğunluğu, artık kalbimizle oy veremiyorsak aklımızla da oy vermeyeceğiz diyor. 20’li yaşlardaki gençler (mekanik ve çoğu zaman da faydasız bulduğum meşhur tabirle “Z kuşağı”) için artık akıllı olan ikinci turda cumhuriyetçi cepheye dahil olmak değil, mevcut rejimin olduğu gibi sürdürülmesinden başka bir anlam taşımayan, kendilerine dayatılan bu Cumhuriyet’i bütünüyle reddetmektir.

Bu “gençlik isyanı”yla birlikte Fransız kurumsal siyasetinin yakın dönem bilançosuna bakıldığında halk katmanlarının sürekli haklarının tıraşlandığı bir süreklilikten bahsetmek mümkündür. Fransız “Cumhuriyetçi krallar” (cumhurbaşkanları) on yıllardır küçük bir azınlığı memnun etmek adına, neoliberal merkez cumhuriyeti ayakta tutmak için bütün güçleriyle mücadele yürüttüler. Müesses nizam bu uğurda halk katmanlarının taleplerine kulaklarını tıkarken neredeyse toplumun her kesimini mağdur etmekte epey mahir davrandı. Tam da bu yüzden (biraz karikatürize etmek gerekirse) yakın dönemde kır emekçileri (kamyoncuların, çiftçilerin eylemleri), beyaz orta-üst sınıf Fransızlar (Gece Ayakta hareketi), orta-alt sınıf beyaz Fransızlar (Sarı Yelekliler), göçmenler (banliyö ayaklanmaları), yaşlılar (emeklilik reformu), işçi sınıfı (Khomri yasası) haklarının gasp edilmesine karşı seslerini sokakta duyurmaya çalıştılar. Önce terör saldırılarının, sonrasında da Covid-19’un yarattığı güvenlik kaygısı, neoliberal politikaların yarattığı ekonomik eşitsizlikler ve güvencesizlik, otoriterleşmekte olan rejimin kıstıkça kıstığı politik özgürlükler halkın giderek liberal demokrasiye yabancılaşmasına yol açtı. Gelinen noktada halkın önemli bir kesimi artık sizin bize biçtiğiniz ve hiçbir şeyi değiştirmeyen bu katılım biçimini, çizdiğiniz sınırları ve bizi sömürerek inşa ettiğiniz zenginler cumhuriyetini kabul etmiyoruz diyor.

Bölgesel Seçimler 2022 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri İçin Ne Anlama Geliyor?

Bölgesel Seçimler’in sonuçları öncelikle 2022 cumhurbaşkanlığı yarışı için neredeyse Macron-Le Pen düellosuna hapsolmuş Fransız kamuoyunu başka ihtimalleri düşünmeye sevk etti. Elbette mevcut durumda bu düello hâlâ güçlü bir seçenek olarak karşımıza çıkıyor. Böyle bir tabloda bu seçimlerin de gösterdiği üzere kurumsal siyaset arenası halkın iradesine karşı şekillenmeye devam edeceğe benziyor. Zira Macron bütün memnuniyetsizliklere rağmen şimdilik Le Pen’den daha tercih edilebilir bir aday. Ancak bir kez daha cumhurbaşkanlığı yarışını kazanacak olsa bile bunun 2017’de olduğu üzere bir Pirus zaferinden öte anlamı olmayacaktır. Zira en iyi ihtimalle toplam seçmenin %15-20’sinin desteğini alması bile bugünden başarı görünmektedir. Bu durumda, halkın artık neredeyse tek katılım biçimine dönüşmüş seçimlere sırtını büyük oranda dönmesinin kalıcılaşması söz konusu olabilir. Dolayısıyla Macron-Le Pen dayatmasının neticesinde halkın seçimlere olan kayıtsızlığı devam ederse tehlikeli bir eşik aşılabilir.

Öte yandan beklenenin aksine bölgesel seçimler Le Pen-Macron düellosunun çantada keklik olmadığını gösterdi. Özellikle merkez sağ Cumhuriyetçiler’in ikinci tura kalıp seçimleri kazanması uzak bir ihtimal değil. Ancak bu sonuç rejimin yapısal krizini aşmak için yeterli olmayabilir. Zira merkez sağ nöbetleşe devraldığı iktidarlarıyla bu krizin derinleşmesinin bizatihi müsebbiplerindendi. Şimdilik ihtimaller arasında en öne çıkan bu iki seçenek de “düzen partisi”nin egemenliğini sürdüreceği anlamına geliyor. Üstelik Fransız solunun şu anki haletiruhiyesi dikkate alınırsa bu senaryoları boşa düşürme ihtimali zayıf görünüyor. 1981’deki kızıl dalga artık pek mümkün değil, belki yeşil-kızıl ittifakı bu aczi ortadan kaldırabilir. Fakat ufukta -zaferi getirmesi muhtemel tek seçenek olan- solun güç birliğine gidebileceğine dair emareler şimdilik görünmüyor. Etkili bir lider olarak öne çıkan (ama son dönemde etkisi giderek azalan) Melenchon’un seçim sonrasında, Cumhuriyet’in krizde olduğuna, yurttaş inisiyatiflerinin geliştirilmesine, çekimser oyların hesaba katılmasına ve en nihayetinde altıncı bir Cumhuriyet’in kurulması gerektiğine dair vaaz vermesi ise toplumsal olarak örgütleme kapasitesinin zayıflığından dolayı pek bir anlam ifade etmiyor. Bu konjonktürde halkın halk için halk adına egemenliği neredeyse kronikleşmiş bir monarşik Cumhuriyet tarafından hiçe sayılarak yol almaya devam edeceğe benziyor. Tabii, etkili politik bir aktör olan sokak buna dur demezse…

Sonuç Yerine: Quo Vadis?

Fransız cumhuriyetinin yakın dönem seyrini cumhurbaşkanlığı erki üzerinden tanımlamak gerekirse karşımıza şu tablo çıkar: Üçüncü ve Dördüncü Cumhuriyet dönemlerinde iki Meclisin seçtiği muktedir olmayan cumhurbaşkanından sonra Beşinci Cumhuriyet’in başlarında büyük seçmenlerin seçtiği yarı-muktedir cumhurbaşkanına, oradan da 1962 müdahalesiyle birlikte doğrudan halkın seçtiği tam muktedir cumhurbaşkanına geçildi. Son olarak yakın dönemdeki seçim sonuçlarının gösterdiği üzere, yeni dönem halkın çok küçük bir kesiminin belirlediği süper cumhurbaşkanlarıyla farklılaşabilir. Fransız politik sahnesinde cumhurbaşkanı dışındaki aktörlerin -zaten zayıf olan- gücü gün geçtikçe aşınmaya devam ediyor. Bugün Fransa’da -başka birçok yerde olduğu gibi- politik partiler belli bir liderin işini kolaylaştıran aparatlara ve seçim makinelerine dönüşmüş durumdalar. Tarihsel olarak siyasi partiler, erken dönemlerinde farklı doğrultuda tercihte bulunabilen üyeleriyle tutarsız bir görünüm sergilerken, günümüzde bütün üyelerinin neredeyse -Aydınlanma’dan nasibini almamış gibi- gözü kapalı şekilde liderlere sadakat göstermeleriyle âdeta birer tarikata dönüşmüş durumdalar. Fransa’da birkaç istisna hariç lideri dışında partilerin herhangi bir hükmünün olduğunu söylemek güç. Bu anlamda pratikte ideolojiler hakikaten son bulmuşa benziyor. Macron da, Le Pen de, ortak bir program vurgusuyla sürekli öne çıkan Melenchon da bu durumdan azade değil. Bugün partilerin performans alanı olan Fransız Parlamentosu büyük oranda yürütmedeki teklerin sürekli artan gücüyle etkisiz birer paravana dönüşmüş durumdadır.

Kolektif bir gücün yokluğu, entelektüel ahlâki liderliğin yitikliği belli politik aktörlerin iki dudağı arasında dönen bir politik manzaraya yol açıyor. Bu yüzden sınırlı biçimde dillendirilen yeni bir Cumhuriyet vurgusu yurttaşlarda beklenen etkiyi yaratmıyor. Pratiğin çarpıcılığından dolayı mevcut rejimin adını koymak için siyasi rejimler literatürünü uzun uzadıya katetmeye gerek yok. Duverger’in isim babası olduğu yarı başkanlık artık Fransa’da Fransız tipi bir süper başkanlığa dönüşmüş durumdadır. Öyle olunca da bütün dünya bu süper başkanın etrafında dönüyor. Demokrasi, büyük oranda özel çıkara dayalı otoriter, şahsileşmiş iktidarlara karşı yürütülen mücadelelerle şekillendi. Bu anlamda günümüzde halkın genel çıkarını dikkate almayan “süper çocuklar”ın seçimine indirgenmiş seçimlere katılımın halkın çoğunluğu tarafından reddedilmesi, aynı mantık gereği son derece demokratik bir jest olarak değerlendirilebilir. Çok da derin düşüncelere dalmaya gerek yok. Cumhuriyet Fransa’da artık halkın halk için halk tarafından egemenliği değildir. Halksız bir demokrasinin ya da cumhuriyetin ise çok da gideceği bir yolu olmasa gerek.


[i] Merkez sağ Cumhuriyetçiler, Paris’in de bulunduğu Île-de-France, Paca, Auvergne-Rhône-Alpes, Hauts-de-France, Pays de la Loire, Grand Est ve Normandie bölgelerini kazanırken; Sosyalist Parti Centre-Val-de-Loire, Occitanie, Bourgogne-Franche-Comté, Nouvelle Aquitaine ve Bretagne bölgelerinde ipi göğüsledi. Korsika’da da Korsika milliyetçisi Gilles Simeoni yarışı önde bitirdi. Ayrıntılı bilgi için bkz. https://www.linternaute.com/actualite/politique/2535036-direct-elections-regionales2021-les-resultats-definitifs-les-reactions-les-analyses/

[ii] Mevcut gücünü korumakla övünmekte olan sol 2010 yılında Alsace hariç 12 bölgenin 11’ini kazanmıştı. Ayrıntılı bilgi için bkz. https://www.interieur.gouv.fr/Elections/Les-resultats/Regionales/elecresult__regionales_2010/(path)/regionales_2010/index.html