Afrikalı siyah Yahudiler olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Buna vesile olan ve Türkçeye Bir Şans Daha olarak çevrilen Live and Become (2005/Radu Mihaileanu) filmi, çocuğunu Etiyopya’daki kıtlık ve savaştan kurtarmak için çırpınan ve sonunda onu bir Yahudi kimliğine büründürerek İsrail’e gönderen bir annenin heyecanı, sıkıntısı ve tedirginliğiyle başlıyordu. Bu kimlikle İsrail’de yaşamaya başlayan çocuk, gün gelip bir kıza âşık olduğunda, kızın babası onun bir Yahudi olduğuna asla inanmadı. Esasında siyah Yahudiler gerçekten vardı ve delikanlının Yahudi olmadığına dair babanın elinde hiçbir kanıt yoktu. Ama baba, tutumunda ısrarlıydı. Çünkü bir siyah, kim derse desin, tarih ve siyaset bunu nasıl kanıtlarsa kanıtlasın, kesinlikle Yahudi olamazdı. Babanın inandığı tarih ve siyaset başka bir şey söylüyordu: siyahların aşağı bir ırk olduğunu. Böylesine aşağı bir ırkın mensupları hiçbir şekilde Yahudi olamazdı.
Göçmenler, özellikle de Suriyeliler meselesi, uzun zamandır ama özellikle son haftalarda tüm medyayı sarmış durumda. Bütün haber kanallarının ikiye, dörde, altıya, sekize bölünmüş ekranlarında, akademisyeninden strateji uzmanına, milletvekilinden gazetecisine, eski askerden eski bürokratına kadar herkes ellerinde birtakım dosyalarla arzı endam ediyor. O dosyadan çıkardıkları kâğıtlardan da sürekli olarak sayılar beyan ediyorlar. Şimdiye dek gelen göçmen sayısı, vatandaşlık alan göçmen sayısı, gayrimenkul alan göçmen sayısı, suça karışan göçmen sayısı, oy kullanacak göçmen sayısı, genç ve erkek göçmen sayısı vesaire. Çoğunlukla da sayıları okurken dehşete kapılıyorlar, gözleri faltaşı gibi açılıyor, sesleri titriyor. Belli ki seyircide bir etki bırakmak istiyorlar. Ama bırakmak istedikleri etki, bilgilendirmenin ötesinde, dehşet, istila, hatta yıkım. Göçmenler tarlaya, ülkeye dadanan kımıl zararlısı gibi yakında bütün ürünü, halkı mahvedecekler.
Ama bu yazının konusu, kendilerini bu şekilde tanımlasın ya da tanımlamasın, açık göçmen düşmanları, açık ırkçılar, faşistler ya da faşizanlar, ulusalcılar ya da milliyetçiler değil. Ekranda konuşanların açık ara önde gelen kısmı bu tanımlardan birine ya da birkaçına girse de. Konu, ırkçı ya da milliyetçi duygularla göçmen karşıtı olan ve/veya göçmenler daha ucuza çalıştıkları için işsiz kalmalarından dolayı onlara ateş püsküren işçiler ya da işsizler de değil. Konu, çok başka argümanlar üzerinden işe dahil olanlar.
Ulus-devlet bildiğiniz gibi
Sol tarih genel olarak Fransız Devrimi ile başlar, başlatılır. Ondan önce Batı’da meydana gelen ve düzene karşı olan tüm aykırılıklar, sapmalar ya da başkaldırılar sanki bu devrime hazırlık gibidir. Tarih düz bir çizgide yol alıyordur ve olması gereken aşamaya yavaş yavaş geliniyordur. Sonunda da Fransız Devrimi vuku bulur ve ondan sonra her şey değişir, dönüşür, başkalaşır. İnsanlık artık olması gereken yere gelmiş, olması gereken şeyi yapmıştır. Tüm dünya artık Fransız Devrimi’nin “evrensel” değerlerine tabidir ve bu evrensellik er ya da geç tüm toplumlara sirayet edecektir. Bundan öncekilere gelince, ne Endülüs ne de Çin tarihi, ne Mezopotamya ne de Güney Amerika uygarlıklarının esamisi okunacaktır. Tarih, Batı tarafından Batı pusulasıyla yazılan Batı tarihidir ve bu tarih “gelişmiş”, “gelişmekte olan” ve gelişmemiş” ülke olgularıyla tüm insanlığa dayatılacaktır. Özellikle “insan hakları” ve “ulus” artık insanlığın değişmez yasalarıdır.
Ama elbette şimdiye dek insanlık adına büyük kazanımlar sağlasa da, “insan hakları” esasında insan değil, yurttaş haklarıdır. Bir ülkenin yurttaşı değilseniz hakkınız da yoktur, sizi koruyan bir hukuk da. En fazla devletlerin, uymadıklarında pek fazla bir yaptırımla karşılaşmayacağı ya da karşılaşacağı yaptırımın konjonktürle belirleneceği uluslararası sözleşmelerin konusu olabilirsiniz. Bu anlamda da bir göçmen, mülteci ya da vatansızın, bir yurttaşa göre tabi olduğu “insan hakları” çok farklıdır. Dolayısıyla “insanın, insan olmasından kaynaklanan” haklar halihazırda geçerli değildir. Bu yüzden de bir göçmen olarak yaşam hakkınız ya da seyahat özgürlüğünüz, hiçbir şekilde garanti altında değildir. Bu haklarınızı devlet, ancak bir yurttaş olduğunuzda korur ve yine bu hakları sadece yurttaşı olduğunuz devlete karşı ileri sürebilirsiniz. Öteki türlü, göçmen botlarında Akdeniz’de boğulan insancıklar olursunuz. Fransızlar evrensel insan haklarının tarihsel temsilcisi diye, sizi sahilde çiçeklerle karşılamaz.
Ulus-devlete gelince, “ulus” diye bir şey yoktur. Hiçbir ulusun doğal olarak bir etnik temeli de yoktur. Ama toplumlar siyaseten ulus haline geldikçe etnikleşir, Türkiye’de yaşayan herkesin Türk sayılması gibi. Bundan sonra da, sanki ulus doğal bir şeymiş gibi, topluluk, ortak bir kültüre ya da çıkarlara sahip bir cemaate dönüşür. Bu ortak kültür ve çıkarlar, tüm tarihselliğinden soyutlanarak ezel ebed var olan kutsal bir şey haline gelir. Oysa “kültür” denilen şey tarihsel, çoğulcu, etkileşime açık, dönüşebilen bir olgudur. Bu anlamda da sabit bir Türk, Fransız ya da Arap kültürü yoktur. Ama “ulus” denilen olgu, her şeyi ve herkesi olduğu ya da kurduğu yere sabitleyerek değişmez ve dönüşmez bir kurgu yaratır. Tüm politik çıkarcılığını, sermaye koruyuculuğunu ve halk düşmanlığını o ulus içine hapsederek kendi için tüm dünyaya ve halka karşı bir savunma kalkanı yaratır. Bunu da yapay ulusal değerlerle, menşei belirsiz kültürle ve buna inandırdığı uyruklarıyla yapar. Oysa kültür -her halkın tarihsel koşullarda ve bu koşullar dolayısıyla meydana getirdiği fazlasıyla kendine özgü halleri saymazsak- yapay bir kavram olan ulus içine hapsedilemeyecek kadar dünyaya, insanlığa ve gerçekliğe dairdir.
Ama Fransız Devrimi ile birlikte iyiden iyiye kendini gösteren “evrensel” değerlerin ve ulus-devletin kendini tüm dünyaya dayatmasının çok acı sonuçları oldu. Çoğu Arap toplumunu da kapsayan ve yüzyıllar boyunca onlarla birlikte var olan Osmanlı İmparatorluğu, Türk-Arap etkileşimi ya da iletişiminden çok farklı olarak, Anadolu, Balkanlar ve Araplarla birlikte bir bütündü. Elbette siyasal ve toplumsal yaşam buna göre şekillendi. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren ise, muazzam toprak kayıplarının etkisiyle, imparatorlukta artık yeterince kendini göstermeye başlayan ulus-devlet, önce Jöntürkler, sonrasında da İttihatçıların etkisiyle ete kemiğe bürünmeye başlayıp, Cumhuriyet ile birlikte de tamamen hayata geçti. Elbette ”ulus-devlet” denen kurgunun, kendini inandırıcı bir şekilde var etmesinin bazı önemli şartları vardı. Irka/Türklüğe vurgu yapmak, kahramanlıktan ibaret bir tarih kurgulamak ve Türk dışında kalan unsurları da ilk olarak yok etmek, bu mümkün olmadığı takdirde inkâr etmek, bu da iş görmediği takdirde de asimile yoluna gitmek Türkiye ulus-devletinin kendini inşa araçlarından biriydi. Ama tüm bunlar T.C. için ulus-devleti kurmanın sadece bazı koşulları idi, bunun yanında o ulus-devletin Batı’nın “evrensel” değerlerini amentü yapması ve yeni inşa sürecinde tutunulacak değer olarak bunu görmesi -tarihsel olarak- kaçınılmazdı. Bir ulus-devlet, ancak menşeinden, Batı’dan kotarılabilirdi. Bu noktada da örneğin Osmanlıca, Arapça, Farsça ilkel kabul edilip modern şapkalar giyildi. Arap toplumları aşağılandı ve Türklerin geri kalmasının nedeni Araplar olarak gösterilip, Batı kılavuzluğunda hızlıca “medenileşme” yoluna gidildi.
Süslü sözlerin cazibesi
Yeni nesil ya da yeni sürüm ırkçılığın Fransız versiyonu takdire şayandır; çünkü Fransa eski sömürgeleri olan Mağriplilere karşı, onların “aşağı” bir ırk olduğunu ve Fransa gibi “evrensel” değerlerin taşıyıcısı ve koruyucusu olan bir ülkeye yakışmadıklarını artık iddia edememekle birlikte ırkçılığın başka bir yolunu seçmiştir. “İnceltilmiş ırkçılık” da diyebileceğimiz bu yeni sürüm ırkçılık, kendini önemli ölçüde “kültür farkı” ile tanımlar. Bu anlayışa göre de “kültür farkı” aşkın, insan üstü, toplumların iradesi ile değiştirilmesi mümkün olmayan, stabil ve neredeyse “Allah’ın takdiri” bir anlam kazanır. Yeni sürüm ırkçılığı benimseyen toplumlar da bu değişmez, dönüşmez “kültür farkı” karşısında çaresiz oldukları için yapacak bir şey yoktur. Taş yerinde ağırdır ve herkes oturduğu yerde oturmak zorundadır. Bu durumda da savaştan kaçanların ya da daha iyi bir yaşam isteyenlerin yaşam hakkı ve seyahat özgürlüğü gibi insan hakları, bir çırpıda “kültür farkı” olgusu karşısında geçersiz hale gelir. Ama her nedense esasen “yurttaş hakları” olan bu haklar, “insan hakları” olarak tanımlanmaya devam eder. “Evrensel” değerlerin klasik taşıyıcısı Fransa, işte bu “kültür farkı” yüzünden Mağriplilere uyguladığı yeni sürüm ırkçılığı bugün Suriyelilere uyguluyor ve onları ülkesinde görmemek için elini taşın altına koymaktan hiçbir zaman çekinmiyor.
Türkiye’de göç politikasının düzenlenmesi gerektiğini söyleyen sosyalistler, komünistler ve anarşistlerin en belirgin argümanı “demografik hasar”a geldi, dayandı. Öncelikle, bahsi geçen göç politikasının düzenlenmesi, göçmenlerin adaptasyon sağlayabilmeleri için eğitilmeleri gerektiği, ayrıca “herkesin elini kolunu sallaya sallaya” Türkiye’ye girememesi, bunun için de her göçmenin değil, eğitimli olanların kabul edilmesi halinde göç zararının azalacağı vesaireyi de içeren birtakım yöntemlerin önerilmesiyle ortaya çıktı. Oysa, aksi takdirde Türkiye demografisinin hasara uğrayacağını, bozulacağını söylemek, eğitimsiz göçmenlerin “evrensel” değerlere sahip olmayan varlıklar olduğunu kabul etmek anlamına gelir ve bu durumda “evrensel” değerlere sahip Türkiye yurttaşlarıyla onlar arasında “kültür farkı” var demektir. Bu yeni sürüm “inceltilmiş” ırkçılığın kastettiği kültür farkı, göçmenlerin etkisiyle Antep yemeklerinin ya da Karadeniz horonunun bozulacağı şeklindeki geleneksel “kültür farkı” ile birlikte, “evrensel” değerlerin alt sınıf göçmenler nedeniyle bozulması tehlikesi olan “kültür farkı”dır. Ulus-devletin cazibesine bu kadar kapıldığı halde, kendini her nasılsa sosyalist, komünist ya da anarşist olarak tanımlayanların, örneğin Suriyelilerin ezici çoğunluğunu -genel olarak da Arapları- “kültür farkı” nedeniyle aşağı bir ırk olarak gördüklerini kendilerine itiraf etmeleri zor olabilir. Ama aynı sayıda Avrupalı göçmenin Türkiye’ye gelmesi halinde demografik yapının bozulduğundan söz etmeyecekleri, hatta Batı ile olan “kültür farkı”na rağmen “evrensel” değerlerin de onlarla birlikte geleceği için mutlu olacakları söylenebilir. Bu durumda da “kültür farkı” Mağripliler ya da Suriyeliler karşısında olduğu gibi değişmez, dönüşmez, stabil değil, aksine Türkiye’yi dönüştürücü, ilerletici ve “ilerici” olacaktır. Aksi bir ihtimal yoktur. Her halkın bir konumu vardır: aşağı ve yukarı. Onca “evrensel” değere rağmen üstelik.
Kendini aşırı solda tanımlayanların “kültür” denilen olguyu algılama ve tanımlama biçimi elbette tarihseldir. Hepsinin -anarşistler de dahil- bir şekilde Marksizm’i nirengi noktası olarak kabul ettiğini kolaylıkla varsayabileceğimize göre, onun Aydınlanma ve Modernite olumlaması da, ilerlemeci tarih anlayışı “göç politikasının düzenlenmesi” ya da “demografik hasar” adı altında tanımlanan yeni sürüm ırkçılığa haklılık kazandırabilir. Tarihsel nedenlerden biri de budur. Nihayetinde Marx, İngiltere’nin Hindistan sömürüsünü “ilerlemecilik” adı altında alkışlamıştı. Ama ideolojileri körü körüne kabul etmekle, onu geliştirip uyarlamak arasına fark olması gerektiği gibi, her nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ister “kültür farkı”, ister “demografik yapının bozulması” densin, alt metninde açıkça ırkçılık olan argümanların bir an önce terk edilmesi gerektiği açıktır. Ulus-devletin kısır milleti yerine zenginleştirici kozmopolitizmi, kültürler arası iletişimi savunmak, yapay “evrensel” değerlerden daha sahici olduğu gibi, gerçek anlamda ilerleticidir de. Savaştan ve yoksulluktan kaçan insanları nazik kelamlarla dışlamak yerine, bu koşullarının düzeltilmesi için alınacak önlemlerle, izlenecek yöntemlere kafa yormak, ulus-devletçi ezber değerleri savunmak yerine göçmenlerle güçlü bağlar kurarak onlar için daha iyi bir yaşamın yollarını aramak -evet burada, Türkiye’de- sosyalistlere, komünistlere ya da anarşistlere daha çok yakışır.
Live and Become’daki baba, belli ki Yahudileri aşağı bir ırk olarak gören Nazileri ve İsrail toprağının Yahudilere neredeyse bir tazminat olarak verildiği unutmuştu. Ezel ebed o topraklara sahip olduğuna ve siyahlar karşısında üstün olduğuna inanmıştı. Oysa Naziler için de Yahudiler ve Almanlar arasında -bu cümlede tarihsel, dinsel, sosyal ve ekonomik sebepler göz ardı edilmiştir- “kültür farkı” vardı. Türkiyeli sosyalistler, komünistler ve anarşistler de bir gün bu ülkeden toplu halde ve canhıraş kaçmak zorunda kaldıklarında, Fransa’dan, İngiltere’den ya da Almanya’dan “kültür farkı”, “göç politikasının düzenlenmesi” ya da “demografik hasar” ifadelerini kesinlikle duyacaklardır. Ne kadar ilerici, modern ve “evrensel” değerlere sıkı sıkıya bağlı olduklarını bağırıp durdukları halde üstelik.