Avrupa son zamanlarda mültecilere yönelik tuhaf bir uygulamanın, daha da tuhaf biçimde hızla yayılmasına sahne oluyor. Nazi Almanya’sını anımsatan çağrışımlar içerdiği yönündeki eleştirilere rağmen, giderek daha fazla gelişmiş devlet, ülkeye giren sığınmacıların üzerindeki nakit para ve değerleri eşyaya el koyuyor. İsviçre’de uzun zamandır yasal dayanağı bulunan bu önlem, 2015’teki sığınmacı akınıyla hatırlanmış ve yoğun biçimde uygulanmaya başlamıştı. Sosyal devlet anlayışının ve demokrasinin beşiği olarak anılan Danimarka’da el koymanın etik boyutları tartışılırken, Almanya’nın Bavyera gibi büyük eyaletleri ocak ortasında, el koyma tedbirlerine girişti. Nihayet ocak sonunda da Danimarka’daki tartışmanın galibi merkez sağda duran, iktidardaki Liberal Parti oldu ve BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin mülteciler açısından onur kırıcı olduğunu ifade ettiği el koyma işlemine ilişkin yasa tasarısı Parlamento’dan geçti. Yasa’ya göre ülkeye giriş yapan sığınmacılar, üzerlerinde ancak 10 bin Kron değerinde nakit para ve değerli eşya bulundurabilecek. Fazlasına devlet tarafından el konulacak. Üstelik polisin üst ve çanta arama yetkisi olacak. El konulabilecek eşyalar arasında mücevher, saat, bilgisayar ve telefon da var. Danimarka, Kuzey’in sosyal devlet cömertliğinin bir göstergesi olarak nikâh yüzüğü gibi manevi değeri olan eşyaları uygulamadan muaf tuttu. El konan eşyaların açık artırmayla satılmasıyla elde edilecek gelirle, sığınmacıların ülkede kalma masraflarının karşılanması amaçlanıyor. Hükümet, işsizlik maaşıyla geçinen Danimarkalıların da sosyal yardımlardan faydalanabilmek için önce kendi kaynaklarını tüketmeleri gerektiğini vurgulayarak, yasanın ayrımcılığa neden olmayacağını savunuyor.
Bununla birlikte Avrupa’da destekçileri her geçen gün artan göçmen karşıtı siyasi partilerin üzerinde en fazla durdukları konulardan biri, hayli yüksek sayıdaki göçmenin topluma entegrasyonun imkânsızlığı. Bu nedenle Danimarka’daki yasanın da gerçek amacının, sığınmacıları Danimarka’ya gelmekten caydırmak olduğu düşünülüyor. Nitekim hükümetin, sığınmacı statüsü verilen kişilere yapılan yardımların azaltılması ve Lübnan’da gazetelere sığınmacıları caydıracak ilanlar verilmesi yönündeki önceki uygulamaları da aynı doğrultuda alınan tedbirlerdi.
Avrupa’da mülteciler aleyhine yaygınlaşan bu uygulamaların nedenleri, kıtada daha önce yaşanan mülteci sorunlarıyla birlikte ele alındığında nispeten anlaşılır oluyor. I. Dünya Savaşı ve imparatorlukların çözülmesiyle, Avrupa’daki mülteci nüfus milyonlarla ifade edilmeye başlamıştı. Ancak Birleşmiş Milletler bünyesinde kurulan mekanizmalara kadar, her bir özel durumun ortaya çıkardığı belirli sığınmacı grupları için özel düzenlemelere başvuruluyordu. Örneğin Bolşevik Devrimi’nin neden olduğu Rus mülteciler için vesikalar düzenleniyor, Nazi Almanya’sından kaçan Yahudiler için yardım fonları oluşturuluyor ya da İspanya İç Savaşı’nın yerinden ettikleri, uluslararası anlaşmalarla korumaya alınıyordu. 1951’de faaliyete başlayan BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, bütün mültecileri kapsayan ve hepsi için tek bir mülteci tanımının kabul edilmesini sağlayan niteliğiyle , mültecilik meselesini bambaşka bir boyuta taşıdı. Aynı sene imzalanan Cenevre Sözleşmesi (ya da tam adıyla “Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme”) ise 144 taraf devletle kapsadığı alanın genişliği ve kendinden sonra düzenlenen mültecilerle ilgili uluslararası ve bölgesel düzenlemelerin hemen hepsine referans olması nedeniyle mülteci hukukunun kutsal kitabı haline geldi.
Ancak hukuku yapılageliş yaratır ve I. ve II. Dünya Savaşlarının yapılagelişinin yarattığı Cenevre Sözleşmesi, adil olup olmaması bir yana, günümüzün mülteci krizine yeterince etki edememekte. Bugün artık taraflarının, Cenevre Sözleşmesi’ne aykırı tutumları, istisnai bir durum değil. Gazetelerde her gün, insan hakları savunucularını infiale uğratan yeni bir hak ihlalinin yer alması da bunun göstergesi. Sözleşme’nin en temel ilkelerinin ihlali biçimindeki sınır kapatma, sınır dışı etme ve geri gönderme uygulamaları bir yana, (Galler’de olduğu gibi) sığınmacılara bileklik takılması ve yeni gelenlerin değerli eşyalarına el konulması türünden absürt uygulamalara başvuruluyor. Üstelik geleneksel, devletlerarası savaşlardan farklı biçimde günümüzde iç savaş, ayaklanma, terörizm şeklinde süren ve çatışan tarafların belirsiz olduğu savaşvari durumlar, II. Dünya Savaşı sonrasının atmosferinde oluşturulan mülteci tanımını da çöküntüye uğratıyor. Buna paralel olarak gelişmiş devletlerin hükümet liderlerinin söylemlerinde demokrasi ve insan hakları atıflarının yerini, sınır güvenliği ve entegrasyon konularının almış olmasıysa, meşruiyetin artık başka yerlerde arandığı anlamına geliyor. Ancak gidenin yerine nasıl bir söylem üretileceği ya da güvenlik atıflarının yeterli olup olmayacağı belirsiz. Bu aşamada yapılması gerekense Avrupa değerleri miti ve insan hakları kurgusundan sıyrılıp, tam da o tüm çıplaklığıyla önümüzde dururken, kendisine meşruiyet arananın ne olduğuna bakmak.
[1] Bkz. Bülend Daver, İnsan Hakları ve Mülteciler Meselesi, http://www.politics.ankara.edu.tr/dergi/pdf/8/1/11_BULEND_DAVER.pdf (erişim tarihi 27.01.2016).
[2] Gökçen Alpkaya’nın hatırlattığı gibi. Olduğun Yerde Kal Uluslararası Hukuk Cehennem Biziz, http://www.politics.ankara.edu.tr/dergi/tartisma/2004/uluslararasi-hukuk.pdf (erişim tarihi 16.01.2016).