Anadolu Kültür kuruluşunun 20. yılını doldurdu. Kurumların bizzat kurum olma nitelikleriyle sistemli yıkıma uğradığı bir zamanda, sanat-kültür alanında bir kurumsal yapı inşa etmeye çalışırken, bunu geniş bir katılımla, özellikle genç sanatçı ve kolektiflere inisiyatif vererek gerçekleştirme gayretinde oldular. Bu yönde ürettikleri çalışmalar yanında, Anadolu Kültür son zamanlarda, kurucusu ve yönetim kurulu başkanı Osman Kavala'ya ve diğer yöneticileri Hakan Altınay ve Yiğit Ekmekçi'ye dönük karalama kampanyasına da malzeme yapıldı. Anadolu Kültür direktörü Asena Günal ve Anadolu Kültür bünyesinde aynı yıl kurulan Diyarbakır Sanat Merkezi direktörü Övgü Gökçe Yaşa ile konuştuk.
***
İstanbul, 2000'lerin ilk on on beş yılında uluslararası sanat-kültür faaliyetlerinin dikkate değer bir merkeziydi, değil mi? Bu dünyayla alışverişin artması gibi iyi şeyler yanında, had safhada piyasalaşma gibi kötü şeyleri de beraberinde getirdi sanırım. Anadolu Kültür bu yirmi yıldaki değişimi ve bu dinamiği nasıl tecrübe etti, ne düşündünüz?
Asena: İstanbul’un “cool city” olduğu dönemi bizzat bir kültür aktörü olarak yaşadım. O dönem Depo’nun yöneticisiydim ve özellikle Avrupa’dan sürekli işbirliği teklifleri aldığımızı, yabancı sanat kurumlarının ve sanatçıların Depo’da sergi yapmak için başvurduğunu hatırlıyorum. Türkiye’nin AB’ye uyum süreciyle birlikte demokratikleşme iddiasını da taşıdığı bu dönem, uluslararası kültür sanat alanının da ülkeye yoğun bir ilgi gösterdiği dönemdi. 2000’lerin ilk on yılından sonra artan baskılar, terör saldırıları, darbe girişimi ve olağanüstü hal, bu ilgiyi ciddi biçimde azalttı. Artık eskisi gibi işbirliği veya sergi teklifleri yağmıyor. Temel hukuk ve demokrasi ilkelerini korumaya, ifade özgürlüğünün alanını geliştirmeye yönelik faaliyet ve işbirliklerine ilgi arttı.
Öte yandan dünya ile alışveriş illa piyasalaşmayı getirmek zorunda değildi, kıta Avrupası ülkelerinde ulusal ve uluslararası kültür sanat projelerinin en büyük destekçileri devlet ve belediyeler. Türkiye’de sanat alanı, özellikle de güncel sanat, baştan itibaren büyük holding sahibi ailelerin desteğiyle gelişti. Bugün de en önemli aktörler o ailelerin kurduğu ve yönettiği kurumlar. Devletin yeterince destek sunmadığı bir ortamda önemli bir işlevleri olduğu kesin. Ama bağımsızlıkları tartışılır. Türkiye’de devlet işin içine girerse denetim ve sansür uygulayacağı ve mevcut halin -bu her ne kadar kamu kaynaklarından feragat anlamı taşısa da- daha esnek ve sanatsal ifadeden yana bir alan açtığı düşünülüyor. Oysa büyük sermayeye bağlı kurumların da devlet korkusuyla davranabileceğini görüyoruz sık sık. Tek tek bazı sansür vakaları yanı sıra sessizlikleri de çok şey anlatıyor. Osman Kavala’ya yapılan haksızlığa karşı Avrupa’dan pek çok kültür kurumu dayanışma açıklaması yaparken Türkiye’dekiler kurumsal düzeyde bir açıklama yapamadı.
Sanatta piyasalaşmanın artması ve iş dünyasından ailelerin sanat kurumlarını desteklemesi aslında Depo/Anadolu Kültür gibi ticari olmayan, siyaseten ve sanatsal üretim açısından sanatçıyı özgür bırakan ve bunu hissettiren oluşumlara ne kadar ihtiyaç olduğunu sanırım herkese gösterdi. 2000’lerin başlarında sıkça rastlanan sanatçı inisiyatifleri, mekânları, kentsel dönüşümün de etkisiyle birkaç yıl içinde kapandı, küçük ticari galeriler artmaya başladı. Yurtdışından gelen ortaklık teklifleri ne kadar azaldıysa, bağımsız sanatçıların, küratörlerin başvuruları da bir o kadar arttı.
Anadolu Kültür faaliyetlerinde bir kaygı, bir değer olarak zikredildiğini gördüğümüz çoğulcu kültür-sanat anlayışından, sadece etno-kültürel bir çoğulculuktan fazlasının anlaşıldığını çıkarıyorum. Yöntemlerle, anlayışlarla ilgili de bir çoğulculuk bu galiba, değil mi?
Övgü: Evet, öyle. Anadolu Kültür’ün projelerinde Ermenistan’la geliştirilen kültür sanat çalışmalarının ön planda olması, Diyarbakır Sanat Merkezi (DSM) üzerinden bölgede yalnızca Diyarbakır değil, Mardin ve Batman’la da yakın ilişki içinde ortaklıklar geliştirilmesi ya da kültürel mirasla ilgili yapılan çok sayıda çalışma… Aslında tüm bu alanlarda Türkiye genelinde yeterince çalışma yapılıyor olsaydı Anadolu Kültür’ün çalışmalarının bu alanlarda biriktiği fark edilir olmazdı, zira son derece doğal bir zemine oturuyor bunlar. Sonuç olarak Türkiye’nin toplumsal ve kültürel tarihinde güçlü bir şekilde var olan, ancak çeşitli siyasal süreçlerde üstü örtülen ve izleri yok olan bir çokkültürlü geçmişten ve mumla aradığımız bir kültürel çeşitlilik ikliminden söz ediyoruz. Ancak Anadolu Kültür’ün bu alanlarda ve içerikte işler üretirken sadece konu etmek ya da yer vermekle yetinmek gibi bir yaklaşımı hiç olmadı.
Yöntem, Anadolu Kültür’ün tüm çalışmaları için çok önemli bir tartışma alanı. İçerik geliştirirken, yeni proje tasarlarken ya da yeni bir şehirde çalışma yapılacağı zaman, ilgilendiğimiz konunun olabilecek en geniş bağlamından hareket etmek, tartışmaya açmak istediğimiz meseleleri ya da kavramları mümkün olduğunca kapsamlı bir ön araştırma ile desteklemek, dünya örneklerine bakmak her zaman başlangıç noktası bizim için. Farklı projelerde yer alan danışmanlar, eğitmenler, akademisyenler, küratörler ve sanatçılar çok farklı alanları, birikimlerini ortak çalışmaya taşıyabildikleri için de yöntemler işbirlikleri kadar çeşitli. O anlamda çocuk çalışmalarından kültürel mirasa ve sanatsal işbirliklerine çok farklı alanlarda, sergilerden son süreçte gerçekleştirdiğimiz podcast yayınlarına kadar çok farklı mecralar aracılığıyla her seferinde bir önceki çalışmanın deneyimi üzerine tartışarak yeni bir yol açmaya çalışıyoruz. Katılımcıların değerlendirmeleri, başlangıçta planlamadığımız halde gelen bir öneriyle şekillenen ve derinleşen bazı çalışmalar ya da çok uzun yıllara yayılan uluslararası ortaklıklar, koşullar değiştikçe doğal olarak yeni yaklaşım biçimlerini de zorunlu kılıyor. Ne yapıyoruz’un cevabından da önemlisi nasıl yapıyoruz oluyor çoğu zaman. Bu nasıl’ın cevabını işbirliği yaptığımız kişi ve kurumlarla birlikte her bir proje için verme süreci çalışmaların olmazsa olmaz arka planını oluşturuyor. Bu tür bir hazırlık olmaksızın başladığımız bir çalışma yok diyebiliriz.
Diyarbakır Sanat Merkezi'nin, Kürt coğrafyasındaki kültür faaliyetlerine "folklorik" ve "Oryantalist" olmayan bir bakışı temsil ettiği izlenimine sahibim. Yani "yerel/yerli kültürü tanıtma" ve "yüksek kültür götürme" perspektifine mesafeli durdu... yanılıyor muyum? Siz nasıl baktınız? Faaliyetlere katılanlar, izleyenlerin nasıl yaklaştığını gözlediniz?
Övgü: Bu sorunun açtığı tartışma alanı oldukça çetrefilli ve kolay bir cevaba direnen türden; çünkü hem Türkiye’nin toplumsal ve kültürel tarihinin ürettiği refleksler, hem de Diyarbakır’ın son yirmi yılda çok farklı dönüm noktaları üzerinden şekillenen siyasi tarihi, kültüre dair çoklu algı biçimleri üretti ve üretmeye devam ediyor. Diyarbakır Sanat Merkezi, 2002’de olağanüstü hal devam ederken Diyarbakır’daki kültür sanat ortamının canlanmasına katkıda bulunma, şehirdeki sanatçıların kendi projelerini geliştirebilecekleri ve sunabilecekleri, sanatseverlerin nitelikli kültür sanat etkinliklerine erişebilecekleri bir buluşma mekânı yaratma hedefiyle yola çıktı. Bu anlamda “yerel/yerli kültürü tanıtma” gibi bir perspektife herhangi bir noktada yakın durduğunu söylemek gerçekten de mümkün değil çünkü her şeyden önce Diyarbakır’da şehrin göbeğinde kurulmuş, Diyarbakırlı sanatçı ve izleyicilerin uğrak yeri olmuş ve burada üreten insanların işlerini gösterip tartışmaya açabileceği bir yer olma özelliğini hep taşımış bir mekân. Dolayısıyla dışarıdan bir bakış yerine, burada üretilenlere birlikte buradan bakmak gibi önemli bir işlev üstleniyor DSM. Kaldı ki, son yirmi yılda görsel sanatlar ve özellikle de güncel sanat alanında yoğunlaşan üretimlerin de var olan yerel kültüre bütünüyle yaslandığını söylemek zor; Diyarbakır’da ve bölgede üretilen güncel sanatın, kaynağını buradan alırken aynı zamanda ona mesafe alma ve yeni bir şey söyleme gayesi taşıdığını gözlemlemek mümkün. Burada önemli bir nokta var; Diyarbakır’da bir gereklilikten doğan, geleneksel kültür ve sanata bağlılık içinde haklı bir korumacı refleksle üretilen çalışmalar son yirmi yılda büyük ölçüde müzik, tiyatro ve bazen de fotoğraf alanında yoğunlaştı. Dışarıdan bakıldığında bu alanlarda yapılan üretimlerin önemli bir kısmının “yerel/yerli kültürü tanıtma/gösterme/muhafaza etme” işlevini taşıdığını daha net bir şekilde görebiliyoruz. Bu tarz üretimlerden farklılaşan daha deneysel bir damarın DSM’nin ilk on yılında özellikle güncel sanat alanında yer verdiği etkinliklerde hayat bulduğunu söyleyebiliriz.
Öte yandan, DSM’nin faaliyet alanı sadece buradan üretilen işlerle sınırlı değil; özellikle ilk on yılında aralıksız etkinlik sunan yapısıyla Batı’dan, özellikle de İstanbul’dan çok fazla sanatçının Diyarbakır ve bölgedeki uğrak yeri olmuş bir mekândan da söz ediyoruz. İzleyicileri nitelikli kültür sanat etkinlikleriyle buluşturma hedefi, doğru fırsatlar oluştuğunda pek çok sanatçı ve küratörün ya da edebiyat alanından sayısız yazar ve şairin Diyarbakır’a gelebilmesini sağlamış. Bienal ve çeşitli festivallerle yapılan ortak etkinlikler, uluslararası işbirlikleri ve tüm bu ağın harekete geçmesinde İstanbul’da bulunan Anadolu Kültür’ün etkin olması elbette “yüksek kültür” olarak nitelendirilebilecek pek çok işin programa dahil edilmesi ile sonuçlanmış gibi görünüyor. Özellikle ilk dönemle ilgili kişisel anlatılarda programın fazlaca “İstanbul’dan” yapıldığına ilişkin değerlendirmelere sıklıkla rastladım. Ancak yüksek kültür tartışmasının buradan bakıldığında neye göre ve nasıl tanımlanacağını da sorgulamak ve DSM’nin programlarına yön veren temel unsurun etkinlikler kadar izleyicinin profili olduğunu da hesaba katmak lazım. Kültürün ve kültürel ürünün alımlanma sürecinin “oradan” değil, “buradan” tarif edildiği bir durumda, İstanbul’dan farklı olarak seyircinin güncel sanatı da, politik belgeselleri de eşit derecede takip edecek esnek bir yerde durması “yüksek kültür”ü tanımlama çabasını da şüpheli bir hale getiriyor. Yakından tanık olduğum son on yıllık sürecin bilgisiyle baktığımda ben, donanımlı, çoğunlukla ne istediğini bilen, coğrafi pozisyonuna referansla kendini ikincil bir yerde saymayı reddeden, Türkiye ve dünya izleyicisiyle aynı noktadan kültüre erişim hakkını talep eden bir izleyici görüyorum. Hatta pek çok noktada izleyicilerin, politik iklimin baskısını yoğun bir şekilde hisseden ve belli tartışmalarla kendini sınırlandırabilen yereldeki kültür ve sivil toplum aktörlerine nazaran daha özgür düşünebildiğine tanık olduğumu da söyleyebilirim. Hem kültür üreticilerinde hem izleyicide zaman zaman politik alışkanlıkların etkisi altında kalan varsayımlara ya da tutumlara da rastlamak mümkün; DSM de değişen farklı dönemler içinde bunlardan mutlaka nasibini almıştır. Nitelikli içerik üretimi ve yaklaşımdaki kapsayıcılık konusunda takdir görürken, çalışmalarımızın önemli bir kısmında koşulları zorlayarak Türkçe-Kürtçe-İngilizce üç dilli malzeme üretme konusundaki ısrar ve özenimizin çoğu kişinin radarına girmediğini gözlemleyebiliyorum örneğin. Yaklaşımlar muhtelif ve kültürel gündemi politik gündem tarafından bu derece yoğun belirlenen bir bölgede bazen kanıların değişmesi de zamana direnebiliyor.
Şimdiye kadar yaptıklarınız arasında size en fazla tatmin verenlerini biraz anlatır mısınız?
Asena: Benim için en tatmin edici olan Depo’nun varlığı, erişilebilir ve esnek yapısıyla, İstanbul kültür sanat ortamındaki, ticari olmayan, eleştirel seslere açık, bağımsız mekân ihtiyacını karşılama çabası. İstanbul’da ya ticari galeriler var ya da büyük sermayenin kurduğu yapılar; ara formlar eksik. 2008’den beri aktif olan Depo hem büyük sermaye ve ana akım sanat üretim ve dağıtım ağlarından bağımsız hem de ufak inisiyatiflere göre daha kurumsal. Depo’da bugüne kadar yapılan ve kimisi yurtiçinde ve dışında başka şehirleri de dolaşan önemli sergiler oldu: Ateşin Düştüğü Yer, Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu, Açık Şehir, Dildilian Kardeşlerin Objektifinden, Bir Daha Asla!: Geçmişle Yüzleşme ve Özür, Hafızayı Harekete Geçirmek: Kadınların Tanıklığı, Taşın Şiiri Ani, Paylaşılan Kutsal Mekânlar. Araştırma ağırlıklı bu sergilerin yanı sıra ticari galeriler tarafından temsil edilmeyen sanatçılara alan açılması da Depo’yu farklı kıldı.
Bir Daha Asla!: Geçmişle Yüzleşme ve Özür sergisinden
Anadolu Kültür’ün Avrupa ile Anadolu kentleri arasında bağlar kuran projeleri Tandem ve VAHA, barış kültürünü geliştirme kapsamında yapılan Ermenistan-Türkiye Gençlik Senfoni Orkestrası, Ermenistan ve Türkiye’den gençleri bir sözlü tarih çalışması kapsamında bir araya getiren Birbirimizle Konuşmak projesi, Türkiye-Ermenistan Sinema Platformu, Gomidas 140 Yaşında, Gomidas 150 Yaşında ve In Memoriam konserleri… Sinema desteklerinin çok sınırlı ve koşullu olduğu ortamda Yeni Film Fonu… Göçmen meselesinin son derece sert tartışıldığı ortamda sosyal uyumu destekleyecek alternatif pratik araçlar ortaya koymak üzere Almanya ve Türkiye’den uzmanları buluşturan Hep Beraber… Son olarak da farklı alanlarda yaşanan güncel hak ihlallerinden yola çıkan ama adaleti hukukla sınırlamayan podcast serisi Adalet Atlası’nı anmak isterim.
Övgü: Burada olduğum son on bir yılda Diyarbakır’da ürettiğimiz işler, düzenlediğimiz etkinlikler arasında heyecanla, iyi ki’lerle hatırladığım çok fazla iş var. Çok fazla işbirliği, sergi, atölye, konuşma, tartışma... Ama benim için de birlikte aynı çalışma içinde yer aldığımız insanlar için de dönüştürücü olduğunu tecrübe ettiğim iki süreklilik arz eden çalışmamız var. Bir tanesi 2012’den bu yana genç hikâye anlatıcılarına ifade alanı açmaya çalıştığımız, şehir ve hafıza odağında ilerleyen bir fotoğraf ve video üretim programı olan Hatırlamak ve Anlatmak için Şehre BAK. İkincisi de 2013’ten beri Lîs Yayınları ile birlikte yürüttüğümüz Diyarbakır’da Karşılaştırmalı Edebiyat Günleri. BAK kapsamında 2012 sonrasında Diyarbakır-İzmir ekseninde, bu şehirlere komşu farklı şehirlerden de çok sayıda gençle tanıştık. Bizim için, belgesel fotoğraf ve videoyla ilgilenen genç insanlarla birlikte, şehre ve hafızaya dair, her ikisinin de kestiği onlarca farklı meseleye dair müthiş hikâyelerin anlatıldığı ve uzun süreli, kapsamlı, meşakkatli ama bir o kadar da doyurucu üretimlerin yapıldığı kendi içinde bir okul oldu BAK. Başta fotoğraf ve video alanında danışman olarak kuruluş sürecinde projeye dahil olan Geniş Açı ve docİstanbul olmak üzere, sinema, fotoğraf ve sosyal bilimler alanından çok sayıda sinemacı, fotoğrafçı ve akademisyen BAK’ın atölye ve eğitimlerine katkı sundu, farklı şehirlerden genç insanlarla hepimizin ufkunu açan çok sayıda iş üretildi. Birbirini dinlemek ve birlikte hikâye kurabilmek, bunu da mümkün olduğunca özgür politik ve estetik tartışmalar etrafında yapabilmek projenin farklı dönemlerinde içinde yer alan herkes için doyurucu ve unutulmaz bir deneyim oldu. Herhalde beni bu süreçte en fazla tatmin eden şey, eğitim ve üretim alanında yöntem ve yaklaşıma dair gösterdiğimiz titizlik ve çabanın nitelikli çalışmaların ortaya çıkmasını mümkün kıldığını ve sanatsal işbirliğinin diyalog kanallarını açık tutma gücünü bir arada görebilmekti.
Diyarbakır’da Karşılaştırmalı Edebiyat Günleri'nden...
Edebiyat Günleri’nde ise yine değişen koşullara rağmen yıllar içinde hep ısrarcı olduğumuz, çok dilli edebiyatı merkeze alan yaklaşımımız ve Türkiye’deki dilleri yan yana temsil etmeye dair çabamız zor zamanlarda hep soluk aldırıcı oldu. Türkiye’de ve dünyada farklı eşitsizlikler ve mücadeleler sürerken dillerin bir aradalığı yan yana olabilmenin imkânını da hatırlattı hep. Bu fikrin en fazla somutlaştığı iki etkinlik aklımdan çıkmıyor. Birisi 2013’teki ilk programda Diyarbakır Evi’nin mahzeninde Türkçe-Kürtçe-Farsça üç dilde okunan Füruğ Feruhzad şiirleriyle buluşmamız. Diğeri yakın zamanda kaybettiğimiz Mıgırdiç Margosyan’ın onur konuğu olduğu 2018 programından. Açılış için özel konuğumuz olarak Erivan’dan gelen Rya Teze gazetesinden Mirazê Cemal ve Margosyan ilk kez bu vesileyle tanışmış, Erivanlı bir Kürt ve Diyarbakırlı bir Ermeni olarak birbirlerinde kendi kaderlerini bulduklarını dile getirmişlerdi. Margosyan’ın 80. doğum yılı için düzenlediğimiz özel gecede farklı dillerden şarkılar ve şiirler Margosyan için söylenmişti. Çatışmalı bir dönem ve uzun bir sessizliğin ardından Suriçi’nde yeniden şiir ve müzikle bir arada olmak oradaki herkes için iyileştirici olmuştu diye hatırlıyorum.
Anadolu Kültür'ün kurucusu Osman Kavala'nın bu projedeki aklını, dokunuşunu, katkısını... anlatmanızı isteyeceğim.
Övgü: Osman Bey’in kültür sanat yoluyla diyalog konusundaki ısrarcı yaklaşımının Anadolu Kültür ve Diyarbakır Sanat Merkezi’nin tüm çalışmalarına yön verdiğini söyleyerek başlayabiliriz herhalde. Burada, diyalog derken çok geniş bir çerçevede farklı katmanları olan bir süreci kastediyorum. Kamu ve özel sektör ile sivil toplum ve kültür sanat alanları arasında, proje ortaklıklarında kurumsal paylaşımlar aracılığıyla, sanatçılarla birebir görüşmeler üzerinden ve yapılan çalışmalarda yer alan katılımcılarla doğrudan iletişim kurarak geliştirilen farklı diyalog biçimlerinden söz ediyorum. Osman Bey, bu alanların hiçbirini ihmal etmemek konusunda her zaman müthiş bir özen gösterdi. Bunu herhalde en iyi içinde bulunduğum ve en yakından gözlemlediğim Diyarbakır kültür sanat ortamından hareketle anlatabilirim. Belediyelerle ilişki içinde kültür sanat çalışmaları düzenlemeyi, ortaklıklar geliştirmeyi önemsedi; sanat faaliyetlerindeki çeşitli ihtiyaçlarını dinlemek, işbirlikleri geliştirmek için her zaman diyalog kurmaya çalıştı. Sanatçılar ve sanat inisiyatiflerinin çabalarını destekledi, dayanışma içinde oldu. Edebiyattan görsel sanatlara, kültürel miras ya da çocuk çalışmaları alanından mülteci çalışmalarına kadar farklı içeriklerde ve alanlarda, değişen ölçeklerde yürütülen çalışmaları yakından takip etti. Bizim çalışmalarımıza katıldığı ve etkinliklere katkı sunduğu çok zaman da oldu. Sergi kurulumunda dış cephe afişlerini düzeltmek için pek de sağlam olmayan bir merdivenin tepesinden indirmeye çalıştığımızı da, BAK Dersleri’nin Diyarbakır buluşmasında katılımcılarla daire olduğumuz tanışma faslında ona en çok heyecan veren şeyi herkes gibi paylaştığı ânı da gayet iyi hatırlıyorum. Hele de 2013’te Surp Giragos kilisesinin açılışında binlerce kişinin arasında, Anadolu Kültür’ün Türkçe - Kürtçe ve Türkçe - Ermenice iki dilli çocuk kitaplarını küçük masamıza uğrayan çocuk, yetişkin herkese dağıtırken içinden taşan sevinç gözümün önünden gitmiyor. Son beş yıllık süreçte hem toplumsal hem politik, hem de sonrasında pandemiyle birlikte iyice zorlaşan ekonomik koşullara karşın Diyarbakır’da çeşitlenen kültürel ortamı henüz görmese de, yeni sanat inisiyatiflerinde yer alan kişilerin büyük çoğunluğuna geçmişte bir noktada temas etmiş biri Osman Bey. Onu tanıyanlar, halen her fırsatta, dayanışma odaklı yaklaşımından, çalışmalarına yönelik yapıcı katkısından söz açıyorlar. İyi günde de kötü günde de.
Asena: Osman Bey ailesinden miras birikimi kültür sanat aracılığıyla barış ve diyaloğa katkı sunmak için kullandı. Bir projesi olan herkes ona ulaşıp, farklı şekillerde destek alabilirdi, kapısı herkese açıktı. Bu destek maddi de olabilir, fon kuruluşu önermek de, farklı katkı verebilecek isimlerle buluşturmak da... İçerikle çok ilgilidir ve entelektüel katkısını esirgemez. Okuyup tartışmaya dair heyecanı ve kültür sanatın dönüştürücü gücüne olan inancı bana hep istisnai gelmiştir.
Sivil toplum alanına girişi 1999 depremi ardından önayak olduğu dayanışma faaliyetleriyle başlayan Osman Bey, aciliyet dayatan durumlara çok duyarlıdır. 2011 Van depreminden sonra çocuklarla yapılan fotoğraf atölyesi, Ezidi mülteci çocukların eğitimlerinin kesintiye uğramamasına yönelik çalışmalar ve Suriyeli mülteci çocuklar için hazırlanan çift dilli kitaplar hep onun fikri. Çatışma bölgelerinde çocuklarla çalışanlara yönelik programlar, kayyum atamalarından sonra kendi çabalarıyla ayakta kalmaya çalışan kültür sanat aktörlerine uluslararası işbirlikleri ile destek olanakları yaratmak, KHK ile ihraç edilen akademisyenlere dair program hazırlıkları, bize onun zor zamanlardaki dayanışma refleksini gösteriyor. Goethe Enstitüsü ve diğer ulusal ve uluslararası kurumlarla alandaki aktörlere yeni fırsatlar yaratmak için geliştirdiği Kültür için Alan mesela. Şimdi bu çalışmalara yine Goethe Enstitüsü’nün ana yürütücüsü olduğu ve ortakları arasında yer aldığımız CultureCIVIC projesi de eklendi. Her iki proje de Osman Bey’in her zaman benimsediği yaklaşımla tamamen örtüşüyor; destek bulamayan irili ufaklı kültür sanat aktörlerine, projeleri için hibe desteği, alana dair bilgi ve deneyimlerini geliştirmek üzere atölyeler ve ağ kurma olanakları sunuyor. Osman Bey başkalarının derdiyle dertlenen ve elindeki olanakları cömertçe paylaşan biri. Dediğim gibi entelektüel katkısı da büyük. Hapishanede olduğu dönemde hukukun temel ilkeleri, bu ilkelerin çıkış noktaları ve adaletin diğer disiplinlerle ilişkisi üzerine çok okudu ve bize bunlar etrafında bir tartışma serisi yapmamızı önerdi. Podcast formatındaki bu seriyi Osman Bey dinleyemiyor maalesef. Hapishanedeyken de Anadolu Kültür işlerini hep takip etti. İçerideyken önerdiği ve gerçekleştirdiğimiz işlerden biri olan “Aydınlık Sabahın Sesi: Gomidas 150 Yaşında” konseri gerçekten çok görkemliydi. Yine içeriden bir küratör gibi katkı verdiği Paylaşılan Kutsal Mekanlar ve Taşın Şiiri Ani sergilerini göremedi. Dileğim bir an önce özgürlüğüne kavuşması ve bütün bunları, en azından kayıtlarını, dinlemesi, görmesi, okuması.
Kem gözlere şiş niyetine bir soruyla bitirelim. Birçok kurum ve kuruluş gibi Anadolu Kültür de uluslararası fonlardan, bunu kriminalize edenlerin nazarında "yabancılar"dan, fon almakla karalandı, karalanıyor. Bu suçlamalara muhatap olduğunuzda ne cevap veriyorsunuz? Fonlar etrafındaki bu kampanyayı nasıl yorumluyorsunuz?
Asena: Öyle fena bir karalama kampanyası ile karşı karşıyayız ki cevap vermek çare değil gibi geliyor. Her sabah Ajans Press’ten, içinde Anadolu Kültür ve Osman Kavala geçen haber ve yorumların yer aldığı linklerin dökümü geliyor. İktidara yakın medyanın Osman Bey’i, bizi ve genel olarak sivil toplumu suçlarken en çok başvurduğu tema bu; yabancılardan fon almak, dolayısıyla onlarla birlikte ülkenin aleyhine çalışmak. Osman Kavala’ya yönelik “casusluk” suçlamasının iddianamesinde de bu türde bir kriminalizasyon vardı. Hatta birkaç yerde İkinci Dünya Savaşı sonrası istihbarat birimlerinin, rahat hareket edebilme özellikleri nedeniyle sivil toplum kuruluşlarını kullandıkları ve bu kuruluşların yurtdışı kaynaklı fonları alarak toplum mühendisliği yaptığı iddia ediliyordu. Osman Kavala 18 Aralık 2020 tarihli savunmasında bu iddialara şöyle cevap vermişti:
İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Soğuk Savaş dönemi başlamıştır. Bu dönemde ABD’nin Sovyetler Birliği yanlısı sol hareketlerin önünü almak gerekçesi ile istihbarat faaliyetleri yürüttüğü bilinmektedir. İstihbari çalışmaların odağı da, sol kuruluşların faaliyetleri olmuştur. Buna karşılık, ülkemizde insan hakları ve demokrasi alanlarında Batı’daki benzerleriyle işbirliği yapan sivil toplum kuruluşları ise İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden tam yarım asır sonra, Türkiye’nin AB ile üyelik müzakere sürecinde etkin olmaya başlamışlardır. Türkiye ile Avrupa Birliği arasında 2002 yılında yapılan anlaşma uyarınca sivil toplum kuruluşlarına Avrupa Birliği’nden fon destekleri sağlanmaktadır. Anadolu Kültür de bu anlaşmanın ilkelerine uygun olarak Avrupa Birliği’nden ve başka kuruluşlardan fon desteği almıştır.
Özellikle yurtdışından kültür kuruluşları ile işbirliği ve alışveriş söz konusu olduğunda fonlara ihtiyaç duyuluyor. Bir de şunu belirtmeden geçemeyeceğim, Anadolu Kültür’de fon kuruluşlarından alınan destekten çok daha fazlası Osman Kavala’nın kendi birikiminden karşılanageldi. Batılıların filantropist dediği türden bir isim Osman Bey. Tophane gibi merkezî bir yerdeki aileden miras tütün deposunu herkesin ücretsiz faydalandığı bir kültür sanat merkezine dönüştürmesi bunun en belirgin örneği. Bu durum Anadolu Kültür’ü tamamen fonlara bağımlı olmaktan kurtardı. Dert edilen ve çalışılması gerekli görülen alanlarda fikirler geliştirildi, bu fikirleri bizimle uygulayacak kurumlara gidildi ya da kendi önceliklerimize uygun düşen fon çağrılarına başvuruldu. Bu, yeri geldi Diyarbakır’da, Kars’ta, Tophane’de bir sanat merkezi oldu, yeri geldi Suriyeli mültecilerin toplumla uyumuna yönelik eğitim materyalleri geliştirmek oldu. Bu çalışmalar, toplumun değişen ihtiyaçlarına göre zamanla farklılaşsa da kültür ve sanatın, hayal gücünü, merakı ve umudu diri tutan, çoğulcu, demokratik ve özgür bir ülke inşasına katkı sunan işlevine yaslandı. Ayrıca Anadolu Kültür’ün bütün projelerinin şeffaf biçimde web sitesi üzerinden duyurulduğunu ve fon kaynaklarının açıkça yazıldığını da eklemek isterim.
Kültür sanat ve sivil toplum dünyanın her yerinde işbirlikleriyle ilerliyor, bu Türkiye’ye özgü bir durum değil. Fon almanın suçmuş gibi gösterilmesi de buraya özgü değil maalesef, küresel ölçekte de sivil topluma yönelik sindirme politikasının bir parçası. Pek çok ülkede, devletin baskı araçlarını yaygın bir şekilde kullanması sonucu sivil toplum kuruluşlarının hareket kabiliyeti azalıyor. Kurumlar kendi projelerine odaklanmak yerine kapatma, ceza ve yıldırma politikalarına karşı mücadele yürütüyor.
Anadolu Kültür de bu tür baskılarla karşı karşıya. 2018 Kasım’ında çalışanlar, danışmanlar ve yönetim kurulu üyelerinin gözaltına alınması, 25 Nisan 2022’deki karar duruşmasında dört arkadaşımızın tutuklanması en korkuncu. Açık Toplum Vakfı’ndan fon alan kuruluşlara yönelik soruşturmada zorlama iddialarla bize yüksek vergi cezaları kesilmesi, yirmi yıldır hiç sorunsuz çalıştığımız Garanti Bankası’nın hesaplarınızı kapatın demesi, Ticaret Bakanlığı’nın açtığı kapatma davası ve iktidar medyasının sürekli hedef göstermesi, bunların hepsi yıldırma politikasının bir parçası.
Osman Kavala’nın gözaltına alınmasından yaklaşık bir yıl sonra bizleri de aldıklarında sordukları sorular, sivil toplum kuruluşlarının yabancılarla ilişkilerine dair taşınan korku ve şüpheyi çok net gösteriyordu. Sürekli bir tehdit algısıyla ve giderek daha içe kapanmacı reflekslerle hareket eden bir yönetim altında sivil toplumun işi epey zor.
Söyleşi fotoğrafı: Aydınlık Sabahın Sesi | Gomidas 150 Yaşında konseri, 7 Ekim 2019, CRR.