2013 ve 2015 yılları arasında birçok kez Almanya’ya gittim. Bunun ilk sebebi Essen şehrindeki Katakomben Theater’da oyunlarını yazıp yöneten ve aynı zamanda Elif Verlag adlı yayınevinin sahibi Dinçer Güçyeter idi. Önce Essen Katakomben Theater’da solo santur konseri yapmama vesile oldu Dinçer abi, sonra da oyunlarına müzik yapmamı istedi. Seve seve kabul ettim. Zaten üç abim ve kardeşim de Almanya’da yaşadıkları için onları ziyaret imkânı da bulacaktım.
Bir ülkeye gittiğimde ilk ziyaret ettiğim yer müzik mağazaları olur hep; albümler alırım. İkinci ziyaretimdeyse o şehirdeki kitapçıları, sevdiğim yazar ve şairlerin kendi dillerinde yazmış oldukları kitaplarını edinmek ve birkaç güzel defter bulursam hemen almak için ziyaret ederim. Dinçer abi Kuzey Ren-Vestfalya eyaletine bağlı, yüzlerce yıllık ağaçlara ev sahipliği yapan, kuşların ve yeşilliğin diyarı olmuş, ayrıca bir gölü de olan Nettetal kasabasında yaşıyordu. Dinçer abinin kafasını da “Köln’e gidelim, albümlere bakacağım,” diye şişirdim. Ricamı kıramadı ve Köln’e doğru yola çıktık.
Keith Jarret, çizim: Kasım Tan, Sedat Anar Arşivi.
Köln’de albüm satan yere, yani kocaman bir mağaza olan Saturn’e (aslında elektronik eşya ağırlıklı bir mağaza ama en alt katı albüm, plak ve DVD satan bir müzik mağazası) girer girmez caz bölümünü sordum. Çalışan kişi beni caz bölümüne götürünce heyecandan ve mutluluktan uçuyordum: Yüzlerce caz albümü önümdeydi. Hemen aradıklarımı sordum. Tabii Türkiye’de bulamadıklarımı. Omer Kleın’in To The Unknown ve Fearless Friday adlı iki albümünü, Amir Elsaffar’in Crisis adlı albümünü, Phronesis’in Walking Dark albümünü aldım. Çok mutluydum. Omer Klein’in Fear of heights adlı muhteşem bestesini ve Phronesis’in inanılmaz güzel bir girizgâhla devam eden Walking Dark albümünü artık çok az kişinin kullandığı taşınabilir CD çalarımda dinleyebilecektim. Dinçer abiden aldığım telif ücretimin hepsini o mağazada bitirdim. Brad Mehldau’nun yedi albümden oluşan albüm setini ve Alman caz piyanisti Yaron Herman’ın üç albümünü de aldım.
Çıkmak istemiyordum mağazadan ama param bitmişti. Dinçer abi “Gel bir fotoğrafını çekeyim,” dedi. “Sedat, fotoğrafını çekerken arkandaki afişi gördüm. Sen Keith Jarrett dinledin mi?” diye sordu. Dinlemediğimi söyledim. “Keith Jarrett’i dinleyince mest olursun. The Köln Concert, Jarrett’in 24 Ocak 1975’te Köln opera binasında verdiği, solo piyano doğaçlamalarından oluşan konserin albümü. Caz tarihinde en çok satan solo albüm ve tüm zamanların en çok satan piyano albümü: Dört milyondan fazla,” deyince heyecanlandım.
Köln’deki Saturn mağazasının en alt katındaki müzik reyonunda.
Dinçer abi, sağ olsun, bana Keith Jarret’in Köln Konseri albümünü hediye etti. Dönüş yolunda albümü dinlemeye başladık. Doğa sanki bize yolda Keith Jarrett dinlememiz için romantik bir hava sunmuştu: Hafif hafif yağan yağmurla birlikte Jarrett piyanosunu çalmaya başladı. Piyanodan çıkan notalar arabanın içine dolup taşıyordu.
Keith Jarrett piyanosunu çalarken kendinden geçiyordu. Hem Jarret hem de onun piyanosundan çıkan muhteşem tınılar tamamen bir vecd haline bürünmüştü. Piyano çalarken kopardığı garip haykırışlarıyla müziğin içindeydi tamamen. O çaldıkça tıpkı ne zaman ortaya çıkacakları bilinmeyen güzel rüyaların içinde buldum kendimi. Bambaşka bir dünyanın içinden gelen sesleri duyuyordum sanki. En basit bir akordan en karmaşık melodileri icra eden bir dâhiyi dinliyordum. Tıpkı Liszt eserlerini dinlerken hissettiğim gibi. Jarret, piyanodaki tüm imkânları kullanıyordu. Müzik türü ne olursa olsun bir çalgının icra sınırlarını zorlayan ve yolunu açan en önemli etken ileri düzeyde icracı olmaktan geçer.
Arabada etrafıma bakındım. Ağaçlar, kuşlar, gökyüzü, yağmur damlaları, bulutlar, dağlar, ormanlar Jarrett’in piyanosundan çıkan seslerle bir yolcuğa çıkmıştı sanki. Hem de upuzun bir yolcuğa. Gökyüzü uzunca bir öykü anlatıyordu sanki. Cahit Koytak’ın Caz’ın Irmakları kitabındaki “Kulağını Toprağa Daya” şiirini yaşadım resmen:
kulağını toprağa daya
yahut gövdesine huş ağacının!
ve oradan göklere…
bak bakalım ne işitecek kulak
sonra da söyle, cazdan başka
hangi müzik türüne benziyor
Tanrı’nın şiirindeki
ritim, ezgi ve uyak
ve yaratmanın hangi bahrinde, söz
hem cazda olduğu kadar yoğun,
hem cazda olduğu kadar sarih,
hem cazda olduğu kadar muğlak?
Koytak’ın şiirinde bahsettiği gibi sarih, yoğun, muğlak bir hava eser caz parçalarında. Bana göre caz, bir karmaşıklığın müziği işte: İçinde hüznü, neşeyi, huzuru, coşkunluğu ve özgürlüğü barındıran bir karmaşıklık. Özgürlüğünü, canlılığını ve diriliğini doğaçlamaya borçlu olun bir müzik türüdür caz. Ruhun özgürlük fırtınaları eser cazda. Onda bir şey sona ermez. Okyanusta kibrit çöpü aramak gibi bir şeydir caz. Bir melodi içinde dolaşırken o melodi etrafında binlerce nota arayışı içinde kendini arar caz. Caz, kendi eserini yaratırken diğer herkesten farklı olmanın yolunu bulur. Bir kez çalınanı arka arkaya aynı şekilde çalmamakla ilgilidir caz.
Jarrett, piyanosunu çalarken rüzgârın hafifliğini bile hissettirebiliyordu bana. Sanki bir anda onun piyanosundan çıkan bir notaya gömülecek gibi oluyordum. Sol eliyle icra ettiği birkaç armoni üzerinde harika melodiler yaratıyordu. Asla bulamayacağını bilsen de büyük bir mutlulukla, söz ettiğim o kibrit çöpünü okyanusta aramaya götürüyordu. Müziği yapmak değil, yaşamaktı Jarrett’in yaptığı. Cazın bilinen kurallarının da dışına çıkıp tamamen kendi müziğini yapıyordu.
Nettedal’a vardığımızda Dinçer abi gülerek, “Sedat cin çarpmış gibi görünüyorsun,” dedi. Hissettiklerimi anlatmam mümkün değildi. “Bu albüm dinlediğim en iyi albümdü. Hemen odama gidip dinleyeceğim tekrar. İnsan her tarafı kapalı, kapkaranlık bir yerde bu albümü dinleyerek bir anda etrafın aydınlandığını, gözlerinin önünde kapı ve pencerenin yaratıldığını hisseder. Jarrett’in piyanosu zihni tamamen ele geçirip her şeyi yaptırabilir,” dedim. Bahçedeki banka oturduk. Anlatmaya devam ettim:
Ben Avrupa’da ve Amerika’da doğup büyümüş caz müzisyenleri değil, daha ziyade oralara sonradan giden Dhafer Youessef, İbrahim Maalouf, Rabih Abou Khalil, Hindi Zahra, Omer Klein, Azize Mustafa Zadeh, Tigran Hamasyan, Avi Avital, Anour Brahem gibi müzisyenleri dinlemeyi seviyorum. Çünkü onlar kendi topraklarından yola çıkarak yepyeni bir müzik dünyasının içinde müziklerini icra ediyorlar. Kulaklarında var olanlara daha da bir şey katıyorlar. Bu yüzden klasik caz dinleyemiyorum pek. Beni çevgan topu gibi bir o yana, bir bu yana çarpıyor. Sonuçta ben de bir müzisyen ve besteciyim. Klasik caz benim gibilerinin kafasını epey karıştırır. Oysa bak, Jarrett’in Köln Konseri beni tamamen ele geçirdi. Mest etti.
Dinçer abi “Yani korktuğun başına geldi,” dedi ve kahkahayı patlattı. "Evet," dedikten sonra müsaade isteyip odama gittim. CD çalarıma albümü koydum, tekrar dinledim ve dinledikçe kar altında çaresizce dolanan yılkı atlarının kendilerini ölüme teslim etmeleri gibi kendimi Jarrett’in piyanosuna teslim ettim. Albüm bitince, bu sefer Nettedal’in yanı başındaki gölün dibinde oturup bir kez daha dinledim. Özellikle Part 2’nin B bölümü beni benden alıyordu. Kendisi vecd halinde olan Jarret beni de vecd haline sokuyordu.
Ankara’ya döner dönmez Dost Kitabevi'nin önünde üç saat tek başıma santur çaldım. Topladığım bir poşet dolusu bozuk parayla Dost'un CD satan mağazasına girdim. "Keith Jarrett’in albümlerini alacağım," dedim. Altı albümünün hepsini aldım; param biraz eksik kalınca indirim de yaptılar sağ olsunlar. Mamak’ta gecekondulara bakan teras kattaki evimde sabaha kadar Keith Jarrett dinledim. Nedense diğer albümleri The Köln Concert albümü kadar etkilemedi beni. Aklıma Tanburi Cemil Bey’in oğlu Mesut Cemil’in öğüdü geldi: “Babamın çok plağını dinlemeyin, bir plağını defalarca dinleyip üzerinde düşünün.” Sanırım Mesut Cemil’in ne demek istediğini anladım. Bir eser ya da bir albüm sindire sindire dinlenilmeli. Bestenin yapısını verdiği duyguyu en ince ayrıntılarına kadar hissetmeli insan.
Jarret’i dinlerken müziğiyle beni bu kadar tesiri altına alan adamın kim olduğuna bakındım internette. Meğer Jarrett üç yaşında piyanoya başlamış. İlk konserini de yedi yaşında vermiş. Bir söyleşisinde “Ben piyano ile büyüdüm. Konuşmayı öğrenirken, bir yandan da onun dilini öğrendim,” diyor. Klasik müzik icra ederek büyümüş, hatta 1963’te önce bir seneliğine Boston’da bulunan prestijli Berklee College of Music’te bir yıllık eğitim almış ve hemen sonrasında, 1964 yılında caza olan tutkusundan ötürü dönemin caz başkentlerinden New York’a taşınmaya karar vermiş. Sonrasında Atlantic, Columbia, ECM, Impulse! gibi dünyanın en önemli plak şirketleriyle hem kendisinin hem de piyanosuyla yer aldığı grupların albümlerini çıkarmış. ECM şirketinden çıkan The Köln Concert albümü halen ECM'nin en çok sattığı albüm. Ayrıca mistisizmle de yakından ilgilenmiş Jarrett. Hatta keyifle dinlediğim G.I. Gurdjieff bestelerinden oluşan Sacred Hymns albümünü görünce de çok mutlu olmuştum. Birbirinden farklı müzik kulvarlarında gezinen Jarret için Orhan Kahyaoğlu şöyle diyor: “Çoğu caz fanatiği, onun bazı dönemlerde cazın fazlasıyla dışına çıkmasından huzursuz olup, memnunsuzluklarını söylemeden edemezler. Bazı klasik müzik tutkunlarıysa, onun yorum biçimi ve yaptığı besteler konusunda burun kıvırır.” İşte böyle eleştirel ortamlarda adını müzik dünyasına altın harflerle yazdırmıştır o, kendine özgü üslubuyla.
The Köln Concert albümü beni o kadar çok etkilemişti ki, Hâllerin Esiri adlı romanımda müzikten bahsettiğim tek şey bu albüm oldu: Romanımın kahramanı evinde sadece Keith Jarrett’in The Köln Concert albümünü dinliyor, hatta CD’yi çalmaktan bozduğu için aynı albümü tekrar satın alıyor.
Bu yazıyı yazarken Jarrett’in bütün külliyatını kronolojik sıraya göre dinledim. Son albümlerinde artık daha da sadeliğe doğru giden bir besteci olduğunu gördüm. Aklıma Chopin’in şu sözleri geldi: “Müzikte sadelik, ancak büyük zorluklar aşıldıktan sonra başarılabilecek en yüce amaçtır.”
Jarret aslında Köln konserinde de büyük zorluklarla karşılaşmış: Konser için bir Bösendorfer 290 büyük konser piyanosu istemiş. Oysa bunun yerine başka bir Bösendorfer bulmuşlar; çok daha küçük, yalnızca provalara yönelik, kötü durumda ve çalınabilir hale getirmek için birkaç saat ayar gerektiren bir piyano. Çalgının tonları zayıfmış ve pedalları düzgün çalışmıyormuş. Mükemmeliyetçi birisi için bu felaket. Nitekim ikna edilmesi hiç kolay olmamış.
Jarrett, konserde daha güçlü bas notaların etkisini vermek için sık sık ostinatos ve sol el ritmik figürleri kullanıyor ve çalmasını klavyenin orta kısmında yoğunlaştırıyor. ECM Records yapımcısı Manfred Eicher “İyi bir piyano olmadığı için çaldığı gibi çaldı,” demiş daha sonra. Çünkü Jarrett, müziği elinin altındaki piyanonun olanaklarına göre yeniden kurgulamıştı kafasında.
Konserden önce Jarrett iyi durumda değilmiş. Birkaç gündür sırt ağrısı çekiyor, bunun sonucunda geceleri uykusuz geçiyormuş. Tüm aksiliklere rağmen Jarrett’in performansı, izleyen 1.300 kişi tarafından coşkuyla karşılandı ve kayıt, eleştirmenler tarafından büyük övgüler aldı. Piyanonun durumu alınan zevki engellememişti ve ortaya muhteşem bir albüm-plak çıkmıştı. Jarrett, müziğin nasıl meditatif, ruhsal ve dönüştürücü bir güce sahip olduğunu kanıtlıyordu.
The Köln Concert sadece Jarrett için değil, ECM için de bir dönüm noktasıydı ve albüm şirketin iyi para kazanmasına ve gelecekteki albümleri finanse etmesine vesile olmuştu. Her camiadan sayısız piyanist notalarının basılmasını rica etmişti. Bütünüyle doğaçlama bir eser olduğundan Jarrett buna biraz naz etmiş, sonra müsaade etmişti. Bir dönem sınırlı sayıda mono basılmıştı.
Ben, cazın bambaşka bir dünya olduğunu Jarrett ile öğrendim. Jarrett’in insanı vecd haline sokan icralarındaki sır, klasik müzikten caza geçmesidir diye düşünüyorum. Burada şuna da değinmek isterim, Jarrett’in piyanodaki icraları Dave Brubeck gibi caz-klasik karışımı bir yapıdadır. Bana göre, Brubeck’le arasındaki en önemli ayrım, Paganini gibi, icrası zor eserleri müthiş bir rahatlıkla icra etmesidir. Jarret, birbirine çok uzak olan iki tür müziği de çok iyi bilen bir müzisyen. Bach bestelerini çaldığı albüm de muhteşemdir.
Jarrett gibi dâhi, iyi bir müzisyensen ilham ve feyz alan çok müzisyen olur; taklit edeni çoktur Jarrett’i. Müzikte taklit etmek kötü bir şey de değildir bence. Öğretici yanları olur çünkü taklidin. Ama Jarrett’i taklit edip çaldığı eserlerin aynısını çalan yüzlerce müzisyen bulamazsınız. Onu taklit etmek de zordur. Tanburi Cemil Bey de böyle bir icracıdır. Cemil Bey kendine özgü perdeleri, glisandoları, çarpmaları ve müzik üslubu bakımından taklit edilmesi çok zor bir icracıdır. Cemil bey de, Jarrett de asla kendi gölgelerinde kalmamış müzisyenler. Bazıları gibi, kendisi gibi çalanların kötü bir taklidi olmadı Jarrett, olamaz da zaten. Çünkü her albümünde, her konserinde yeni bir Jarrett’le tanışıyoruz. Sürekli yenilenerek yapmış olduğu müziğin üstüne yepyeni şeyler katarak karşımıza çıkıyor. Tırmanabileceğim en yüksek noktaya ulaştım demiyor, tırmanmaya devam ediyor hep.
Köln konseriyle ilgili verdiği detaylı bilgiler için Murat Beşer'e teşekkür ederim.