Yoksulluğumuzun Çeteci Şövalyeleri

Şimdilerde, emeğin değerinin düştüğü zamanlarda, asgari ücretle geçinmeye çalışan kesim ciddi bir yoksullukla karşı karşıya. Bunun daha ne kadar süreceğini bilmesek de yakamıza yapışan yoksulluktan kolay kolay kurtulamayacağımızın belirtileri kendini gösteriyor. Bu yazıda elbette bunun sebepleri üzerinde durup çıkış için bir yol haritası çıkarmayacağım. Daha çok yoksul semtte üretilen ya da maruz bırakılan müziğe ve icra edene yakından bakıp aynı zamanda müzikteki temsilcilerinin zaman içinde değişmesi ve onların söylem tarzlarının farklılaşmasına mütevazı bir şekilde açıklama getireceğim. Bunu yaparken kısıtlı örnekler kullanılıp ve genel çıkarımdan uzak durulacak.

Tarımda makineleşme ve kentlerdeki sanayileşme kırsalda yaşayan insanları şehirlere ittiğinden kentlerde nüfusun yoğunlaşmasına ve bundan kaynaklı konut sorunlarının çıkmasına sebebiyet vermiş. Elbette üstesinden gelmesi gereken tek problem konut sorunu değildir. İşsizlik, uzun çalışma saatleri ve düşük ücretler bunlardan sadece birkaçıdır. Belki de kendisi için en karmaşık ve çözülmesi güç olanı kentli yaşama uyum sağlamadır. Feodal değer ölçülerine sahip bu topluluk kentli yaşama kolaylıkla bütünleşemediğinden gösterdiği refleks pes etmeye yönelik değildir.  Her ne kadar kentte umduğunu bulamasalar da alternatiflerini yaratmada gecikmemişler. Belki uzunca bir süre işsizliğe direndiler fakat başlarını sokabilecekleri bir yeri hemen yarattılar. Şehrin kenarında inşa edilen bu yapılar en temel insani ihtiyaçlarından birine, barınma sorununa cevap olmuş.

Gecekondulaşan mahallenin sakinleri kurdukları yapılar gibi dayanırken birbirlerine ve kuvveti de ortak yoksunluklarından kaynaklanıyorken, radyoda ya da televizyonda o bir zamanlar "mağara adamı" olarak kendini niteleyen, hatta geçinemeyecek kadar zor şartlarda yaşayan dağınık saçlı, pejmürde giysili kişinin yanık sesi kulaklarına çalınır. Bazen titreyen veya şiddetli sallantılarla hareket eden bu kişi yoksulun üşüyen bedeniyle ortaklık kurar. Bunlar ne kadar üstünkörü tespitler olsa da ve aralarındaki ilişkiyi kesin olarak kanıtlamasa da arabeskin babalarının sesi, sözü, tavır, davranışları, hatta resimleri belki de hayatının trajik dönüm noktalarına kadar her şeyi yoksul semtin üzerine bir sis gibi çöker. Ne sesi eksik olur ne de sözü. Resimleri her zaman bir yakının vesikalığının yanına konur.  

Şurası kesin ki güçlü sese sahip olan adam ya da kadınların tür ve içerik seçimleri istemlidir. Şarkı içeriğindeki acı, keder, feryadın hem yoksulluğun müsebbibinin keşfini hem de kurtuluşa dair mücadeleyi engellediğini ve var olan sömürüyü muğlaklaştırdığının farkındadır. Bu onun bilinçli tercihidir. O, hem şehrin dışına itilmiş yoksul insanlara hitap ederken hem de yaptığı duygu sömürüsünün farkındadır.

Bu temsiliyet vicdanlı bir hareketten kaynaklanmıyor. Temelinde parayı kaldırmak olduğu için (sonuçta hepsi serbest piyasanın rekabetçi sanatçılarından başka da bir şey değil!) sahiciliği tartışılır bir temsiliyet vardır. 

Uzaklardan kulağımıza çalınan ve bizi yoksulluğumuzla kucaklayan arabesk müziğe ve onu icra edene biraz daha yakından bakalım. Her bir eksikliğimizi dile getirme cömertliğine sahip olmasa da sahnedeki yanık sesli hamimiz ortak acının bileşeni olduğumuzla terennüm eder. Öyle ki yanık sesiyle sesimiz olur ve yaşadığımız adaletsizliğin sahne üzerindeki tek ünlüsüdür o. Çare üretmese dahi (hiçbir zaman böyle bir iddiası olmaz) onun varlığı yeterdir.

Garibanın kendisiyle hemhal olduğunu düşündüğü kişi sahneden iner inmez koşullar bakımından kesin fakat değer ölçüleri bakımından göreli diyebileceğimiz mutlu yaşamına katılır. O sanatçılığından öte daha çok bir müteşebbistir. İnşaattan hizmet sektörüne kadar birçok farklı alanda varlık göstermiştir. Bu sebeple eskilerden dünyamıza sızan ne bir baba ne bir abla biz yoksullara umut olabilir.

Mutluluk çok uzak göremiyorum
Ne yapsam ya rabbim bilemiyorum
Yazılan yazıyı silemiyorum
Çünkü ben yanlış bir yerde doğmuşum
(“Yanlış Yerde Doğmuşum” - Selahattin Özdemir)

Bazen hayatın yükü ağırdır, çekeceksin
"Bu benim son nasibim, kaderim," diyeceksin
Yarın nasıl geçecek nereden bileceksin?
Üzgün olsan, ağlasan bu günler yaşanacak (“Bu Günler Yaşanacak” - Kâmuran Akkor)

Yoksulun aç karnına yaşadığı ağrıları ya kaderle ilişkilendirip ıstırabın ilahiliğini yaratır ya da mekânı da dahil ederek sonsuz bir çaresizlik üretir. O doğduğu coğrafyanın mağduru, hatta yazgısının esiridir. Ne Allah'a (veya burjuvaya) isyan edecek takati vardır ne de sorunun müsebbibini keşfedecek kadar zihni berraktır. Tek hakikat durmadan ıstırabı sürdürmektir. Öyle ki (benzetme uygunsa) çekilen acının boyutu ya da yaşadığı travmanın büyüklüğü dağınık saçlı, kolları jiletli insanı kâmile yolculuktur.

Bir dünya kurmuşlar kendilerine
Ruhunu kaybetmiş bedenlerine
Kahredip durmuşlar kaderlerine
İsyanım, feryadım yaşarken ölenler için
Feryadım yaşarken ölenler için (“Yaşarken Ölenler İçin” - Selahattin Özdemir)

 

Azap, azap, azap, azap

Azap, azap, azap, azap, azap

Gönlümün bağında ıstırap tüter,

Mutluluk ellerde bende ne gezer,

Bu dertler benimle mahşer yolcusu,

Orda da biter mi bitmez mi bilmem.

Bahtıma kederler ağını ördü,

Azap, azap her günüm azap,

İçimde mutluluk doğmadan öldü,

Azap, azap her günüm azap,

Yaşantım sonunda zulme döndü

Ölsem de bu zulüm biter mi bilmem? (“Azap” - Ferdi Tayfur)

Dolayısıyla "kulakları olanlara" söylenen bu sözler hiç de masum değildir. Hedef kitlesini imha eden, onları "yaşarken ölenlere" çeviren bir yıldırı söz konusudur. Öyle ki dinleyen de dinmez sandığı acılarına (yoksulluğuna) çaresizlik içinde sarılır ve isyan etmesi gereken düzeni ümitsizce kabullenir.

Hayat bir kumarmış bizler oyuncu
Mutluluk yolunda benim sonuncu

Dertlerle yaşamak hayli yorucu
Kaderle oturup zar mı sallasam? (“Zar mı Sallasak” – Selahattin Özdemir)

Dem vuralım nereden?
Değişmiyor bu düzen
Muhtaç olma kimseye
Tutan olmaz elinden (“Dem Vuralım” - Azer Bülbül)

Başını sadece kasetçaların düğmesine basmak için kaldıran kişi “dostun” ezgili sesiyle yaşamının esrarlı tarafını keşfetmiş olur! Artık o düştüğü düzenin ne olduğunu bilmektedir. Aynı zamanda çevresindekilerin ne tür bozguncu olduğunu,  ilk fırsatta kendisine çelme atacağını evhamlı bir şekilde düşünür. Bu sebeple değiştiremeyeceği düzeni kabul edip ya yoksunlukla yaşamaya devam eder ya da epeydir düşündüğü bağımlı hayatını zarların eline teslim eder. Zira üzerine oynayacağı yegâne servetidir. Belki de düşeş atarak bu kirli düzeni yıkıp kurtulacaktır.

Hep yoksul perişan olabilirim
Acılar içinde kalabilirim

Sürüne sürüne ölebilirim
Allah'ın yarattığı bir kulum işte (“Bir Kulum İşte” - Selahattin Özdemir)

Çilesiz bir günüm olmadı gitti
Bilmedim ömrümün suçu ne usta
Allah'ın gücüne gider mi bilmem
Verdiği bu candan ben bıktım usta (“Usta” - Müslüm Gürses)

Çile, perişanlık, acı, bıkkınlık, yoksulluk ve benzeri nice olumsuz, aynı zamanda pasif duygu durumlarının sıkça kullanıldığı bu müzik kişiyi elbette bir yere sürükler. Orası arabeskin lime lime edilmiş, imkânsızlıklarla kaplı ilahi bir dünyasından başka da bir yer değildir. Yaratılan duygu kastını aşamayan kişi uzun süre derbeder bir şekilde gezinir. Karşı çıkması gerektiğini yarım ağızla söylese de gücendirmek istemediği (belki de korktuğu demeliyiz) yaratıcının dünyasında ser sefil, “sürünerek” yaşamına devam eder.

Kalbimdeki ateş söner mi sandın?
Ağlayan gözlerim diner mi sandın?
Azrail gelip de canım almadan?
Feryadın dilimden düşer mi sandın? (“Biter Mi Sandın” - Hüseyin Altın)

Ardından gözyaşı döktürdün
Yeşeren goncayı kuruttun
Resimlerde kalmış gülen yüzleri
Şimdi ne halde gör soldurdun vay be (“Vay Be” - Cavit Karabey)

Arabeskin en kullanılır konu başlıklarından biri de bir türlü kavuşmayan âşıkların kendisidir. Uğruna gözyaşı dökülen, feryat edip çileler çekilen çetin bir sevdadır. Aşılması güç zorluklar ile çevrilidir. Yalnız âşığı perişan etmekle kalmaz, yıllarca süren sabırlı bekleyişe ittiğinden gençliğini de alır ondan. Her şeye rağmen sevilen unutulup terk edilmediğinden âşığın aklı geçmişe takılır ve orada uzun bir süre derbeder bir şekilde yaşamaya devam eder. Yani gecekondudaki yoksul, hayatına dönüp bakınca gördüğü şey yoksulluktan öte bir türlü kavuşamadığı, o her yönüyle çekici kılınmış ve iştah kabartan sevgilidir. Onun yokluğu eziyet verir. Bu sebeple bu tür müziklerin içeriğinde “yoksulların duygularını sömürmekten başka bir şey yoktur... Bu, toplumun gecekonduda yaşayan insanların hayalleriyle oynamak, onlara gözyaşını bu senin kaderindir diye sunan bir zihniyet”ten de başka bir şey değildir.

Arabeskin gömüldüğü yere çok da derinleşmeden yönümüzü rap müziğe çevirelim. Kederli babacan muhafazakârlık yerini daha saldırgan bir dile, yani rap müziğe bırakınca, müzikteki temsilci (koruyucu) de değişti. Artık semtimizde esamisi okunmayan babalar köşelerine çekilirken (bazen sermaye tarafından ölmüş arabeskin ruhu geri çağrılsa da bu arabeski diriltmenin dışında onu sağmayı bırakmayışlarından kaynaklanır. Yani para kazandıran nostalji tekrardan devreye girer) daha “hızlı” denilen gençler koltuğa oturdu.

Rap'in çıkış ve yükselişinde itirazın, özelikle adaletsizliğe, sömürüye ve itilip kakılmışlığa olduğu söylenir. Dolayısıyla siyahî rap'in Türkiye'de gelişip yayılması hiç de şaşırtıcı değil.

Genellikle doğru sözün söylendiği bu müzik türü piyasaya iş yapmadığında tüm çarpıklıkları dile getirmekte ve yaşanılan adaletsizliğe itiraz etmektedir. Şimdilik bunları bir kenara bırakarak daha çok milyonlar izlenilen ve dikkatimizi dağıtan (belki de korkutarak, çünkü kaydı alınan mahallenin tekinsizliği sahtekârca yansıtılır) bizi toplum dışı birlikteliğe özendiren birkaç örneğe bakalım.

Mahalle gang full, illegalde para bol
O tetiği bi' düşür olursun imparator

Ama götün yerse, o-o-o sokağa bi' insen
Cesaret edersen gel; kim kimden yerse (“İmparator” - Heijan & Muti)

Her yönüyle meşruluğu tartışmalı birliktelik etrafında kenetlenerek bizi tedirgin etmekle kalmaz, aynı zamanda semtin hamiliğini üstlenir ve sahte bir güven yaratır. Gücünü aldığı çelişkiler varlığının sebebidir. Fakat bununla kalmayıp ezilen ve sömürülen halkların sesi olmuş sanatçıların resimlerine yaslanarak (“Olabilir” - Mero) müşterek duygu dünyasına sinsice sızıp orada tepinip durur.

Gece gündüz bu şehirde
Sokaklarım tehlike
Konuşurum kendi kendime
Yanarım ben yine derdime (“Gece Gündüz” - Murda, ft. Mero)

Onun için yoksulluk, klipin sadece arka planıdır ve orada yaşayan insanların geçim sıkıntısı hiç de dert ettiği konu değildir. O bugün mahallemizdedir (marka elbiseler ve bileğindeki Rolex ile), yarın hayalimizde bile binemeyeceğimiz (öyle bir özlemimiz yok gerçi) arabaların direksiyonundadır. Tanıtım arabasından inerek fosforlu eşofmanıyla sokaklarımızda rahatlıkla gezinirken sokakların tehlikeli olduğunu da söylemeyi unutmaz!

Sözü çok uzatmadan iki örnekle (yıllardır dinlenilen ve eskimeyen şarkılarla) maksadımı açık etmek isterim. Arabeskin kederli kişileri protest müzikte daha sahici bir şekilde işlenir. O ya sömürünün farkındadır (bundan kaynaklı öfke biriktirir ve sabrı taşmaya yakındır) ya da bundan bihaber düzen içerinde yitiktir (daha klişe bir benzetme ile sistem çarkları arasında ezilmektedir) ama her şeye rağmen asla “kader mahkûmu” olarak nitelendirilmez.

Tezgahtar bir kızdı o permalı saçlarıyla
Herkese gülümserdi süzgün bakışlarıyla
Anasının elinden kaçırıp birkaç kuruş
Konserlere giderdi çılgın gözyaşlarıyla

Kırmızı hırkasıyla resimler çektirirdi
Keşfedilmek için hep Beyoğlu'nda gezerdi
Her akşam o şarkıcı duvardaki posterden
Uzanıp rüya gibi dudağından öperdi

Ah Nebahat, Nebahat bir gün görmedi rahat
Düşünür bulamazdı kimdeydi bu kabahat
(“Tezgahtar Nebahat” - Ahmet Kaya)

Çalışmışım on beş saat
Tükenmişim on beş saat
Yorulmuşum, acıkmışım, uykusamışım

Anama sövmüş patron
Sıkmışım dişlerimi
Islıkla söylemişim umutlarımı (“Haziran’da Ölmek Zor” - Grup Yorum)

Sadece protest müziğin kendisi değil, toplumcu şairlerin de emekçiyi işledikleri olmuştur. "Tütün işçileri yoksul, tütün işçileri yorgun, ama yiğit pırıl pırıl namuslu,” derken Ahmed Arif, emeğin her türlüsünü mısralarına akıtır. Pamuk toplar gibi dizdiği kelimeler bizi tarlaya sürüklemekle kalmaz, emekçinin kendisine de isim olur ve yapışır zihnimize. Ve "çalışmak, konuşmak ve sevişmek hürriyetimizin” olmadığından bahsi açarken A. Kadir, haklılığımızın altını çizmekle kalmıyordu, bize uğruna mücadele etmemiz gereken yitirdiklerimizi de belirtiyordu.

Sonuç olarak eskinin arabesk şiddeti kendine dönüp bedeni jiletlerken günümüz milyonlar izlenen rap müzik örneklerinde (genel bir ifadeden imtina ederek) şiddet karşıdakine yönelir. Bununla birlikte şiddet yoksulun semtinde üretilip tekrardan burada pay edilir. Kime ne kadar düşeceği ya da kimin elinden çıkacağı belirsizliğini korurken altındaki sebebin toplumsal adaletsizlikten yanlış ekonomi politikasına kadar uzadığı açık. Vaziyet bu olunca açlıktan gözü dönmüş şiddet bir şekilde (bu bazen bir arabesk oluyor, bazen de bir dizi ya da bir rap klip) organize edilerek kapı kapı dolaşmasa da öyle bir tehdit yaratıyor yoksul semtinde.

Velhasıl, "hal böyle böyle, ve yol bu yöndeyken..." günümüze bir pencere açıp oradan görülenlere dokunabiliriz şimdi. Hatta dokunmalarımızı o kadar ileri götürmeliyiz ki kaldırımları bozuk, parkları olmayan, olanı da bakımsız ve çetelerin iskân edildiği (bunun asla doğallığından geliştiğine inanmıyorum!) sokaklarımızdan çekilmelerini istemeliyiz. Semtimizin naif çocuklarının ellerine kalaşnikof ya da torba tutuşturulmadan önce bunu yapmalıyız veya yoksulluğumuz herhangi çok uluslu şirketin marka yerleştirmesinde kullanılmadan evvel.

Yoksulluğu şölene dahil ederek onu çekicileştirmenin de anlamı yoktur. Yoksulluğun “aşkınlığıyla meşk etmek” yerine bir karşı çıkış olmalı ve sempatikleştirip onu bir vitrine çevirmeden olanı olduğu gibi eleştirmeliyiz. Feryat edip ne kendimizi jiletlemeliyiz ne de sokaklarda terör estirmeliyiz. Evet, haykırmalıyız fakat acı ve ağrılı bir şekilde değil.

Dolayısıyla yekpare ve duru bir bilinç ile şöleni tasarlayanlara yönelmeliyiz. Ve “… kitap ile, … iş ile. Tırnak ile, diş ile, umut ile, sevda ile, düş ile” dayanmalıyız.