Her yer Taksim, her yer direniş!
Modern Türkiye tarihinin en büyük orman yangınlarının geniş alanları tahrip ettiği geçtiğimiz yaz cehenneminin ardından ülkede uzun bir kış yaşandı. Ocak 2022’de yoğun bir kar fırtınası İstanbul’un tüm yaşamını felç etti. Yüzlerce araba ve otobüs ana yollardaki yüksek karda mahsur kaldı, hiçbir feribot çalışmadı, insanlar kar fırtınasının kendilerini yakaladığı mahallelerde gecelemek zorunda kaldı. İki ay sonra şehir, valilik ve halk daha iyi hazırlanmıştı. Mart ayında iki hafta sonu üst üste İstanbul’u vuran yoğun kar fırtınası şehri bir kez daha buzla kapladı.
Ancak bu uzun kış boyunca İstanbul’u sadece kar kaplamadı, aynı zamanda şu anki zirvesinde (Mayıs 2022) resmî rakamlara göre %73,50 ile son yirmi yılın en yüksek enflasyon oranı da Türkiye’yi sarstı. Kış mevsimi, nüfusun büyük bir kısmı için uzun ve ezici bir depresyon olarak tanımlanabilir. Ancak en tepede, bildiğimiz kibir tiyatrosu oynanmaya devam ediyor: Türkiye “başarı üstüne başarı elde ediyor” (Ekonomi ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati), “örnek alınan bir ülke oldu. Türkiye büyüyor ve gelişiyor. Önde olan ülke vasfını her geçen gün perçinliyor” (yine Nebati), “Enflasyonla nasıl mücadele edileceğini en iyi bilenlerdeniz” (yine Nebati), “Türkiye son üç yüz yılın en güçlü zamanındadır” (İçişleri Bakanı Süleyman Soylu).
Rejim tarafında yer alan ve acı gerçekleri artık görmezden gelemeyenler, yaşananları komplo ideolojisiyle işlemeye çalıştılar. Bu, örneğin, ekonomik krizi ve siyasi istikrarsızlığı şer güçlerin Türkiye’ye karşı büyük bir oyunu olarak tasvir etme (Abdurrahman Dilipak, İbrahim Karagül), aslında bizzat AKP tarafından şiddetle derinleştirilen toplumsal kutuplaşmayı erken Batılılaşmanın bir sonucu olarak yorumlayıp bundan yakınma (Yusuf Kaplan) ya da hükümet ve muhalefet birlikte çalışmazsa Türkiye’nin çok yakında genel bir çöküş yaşayacağına dair varoluşsal korkuları körükleme (Nagehan Alçı) biçiminde yapılıyor. Komplo ideologluğunun rol modeli Recep Tayyip Erdoğan’ın ta kendisidir: “Ülkemizin son sekiz yılındaki hiçbir gelişme, kendi tabi mecrasında ortaya çıkmış siyasi, sosyal, ekonomik vakalara dayalı değil. Hepsinin gerisinde bir kurgu, senaryo, tuzak var.” Bir süredir olduğu gibi bugün de rejime sadık komplo ideolojileri, hegemonya krizinin nesnelliğini konu olmaktan çıkararak ve insanları toplumsal koşulların rasyonel bilgisinden yoksun bırakmayı amaçlayarak, korku ve paniğe kapılıp eylemsiz hale gelmelerini sağlama işlevini görüyor.
Ancak uzun depresyon kışıyla birlikte direniş baharı da geldi: 2022’nin ilk iki ayında, Türkiye genelinde AKP döneminin şimdiye kadarki en büyük grev dalgası olan 2015 Metal Fırtına’sından daha da büyük bir grev dalgası yaşandı. AKP’nin kalesi Doğu Karadeniz de dahil olmak üzere Türkiye genelinde insanlar fahiş (elektrik) fiyatlarını Geçinemiyoruz! sloganı altında, öğrenciler yurt eksikliğini Barınamıyoruz! sloganıyla; sağlık sektörü çalışanları ise sayısız beyaz yürüyüş biçiminde kötü çalışma koşullarına karşı Türkiye’nin birçok şehrinde protesto gösterileri düzenledi. Baroların seçim prosedüründe rejim lehine köklü bir değişiklik yapılmasına rağmen, kararlı davranan muhalefetin adayı Erinç Sağkan seçimi kazandı ve baroların tepesindeki rejime yönelik yatıştırma politikasına son vereceğini ilan etti. 8 Mart ve Kürtlerin bahar bayramı Newroz, tüm yasaklara rağmen yüz binlerce kişinin katılımıyla sokaklarda ve meydanlarda kutlandı. Ve gerçekten de Gezi ruhuna benzer bir yaratıcı yaşam sevinci yeniden ortaya çıktı: Patates, soğan, güle güle Erdoğan, fiyat patlamasına ve bunun siyasi (eş) müsebbiplerinden birisi olan Erdoğan rejimine karşı yaygın bir slogan haline geldi (halkımızı gaza getiren Selçuk abimize buradan bin selam). Son yıllarda hep olduğu gibi, şimdi de tüm bu meşru toplumsal mücadelelerin talepleri hükümet tarafından “terörizm” ile ilişkilendirildi; ya da karşı olgusal bir kibirle, hükümetin tüm sorunları çözeceği –ya da aslında bütün bu sorunların baştan hiç de var olmadıkları!– fantezileri ortalara atıldı: “Vatandaşımızı enflasyona ezdirmedik, ezdirmeyeceğiz,” dedi Erdoğan; neredeyse kelimesi kelimesine, Ekonomi ve Maliye Bakanı Nebati de!
Rejim eski ve yeni numaralarla bugüne kadarki en derin hegemonya krizinden yeniden başlayan bir otoriter konsolidasyon süreciyle çıkmaya çalışırken, burjuva bloğunun ana muhalefet partileri de restore edilmiş bir neoliberalizm uygulayarak artan hoşnutsuzluğu dizginlemek üzere bir araya geliyor. Derin hegemonya krizinin nasıl sonuçlanacağı otoriter konsolidasyon güçleri, neoliberal restorasyon perspektifi ve halk güçleri arasında açık ve tartışmalıdır.[1]
Çıkmaz sokağa doğru tam gaz: Ekonomik krizin derinleşmesi
Daha önceki yazılarımı okuyanlar, uzunca bir süredir ülkenin ekonomi politiğini belirleyen sürekli U dönüşleri ya da (Ümit Akçay’ın deyimiyle) “Erdoğan’ın zikzakları” şeklindeki ekonomi politikası taktiklerini bilirler: Erdoğan rejimi, küçük ve orta ölçekli işletmeler (KOBİ’ler) ve çalışanları arasında siyasi bir taban oluşturmak veya bu tabanı sağlamlaştırmak için düzenli olarak (yüksek enflasyon, yüksek risk ve pahalı kur ortamında) neoliberal ortodoksiye uymayan düşük faiz oranları ve kredi genişlemesinden oluşan bir ekonomi politikası benimsiyor. Bu durum her seferinde TL’nin değerinin daha da düşmesine ve Türk ekonomisinin ithalata olan yüksek bağımlılığı nedeniyle (çok) yüksek bir enflasyon, cari açık ve dış borç oranlarına yol açıyor. Bu nedenle Erdoğan rejimi bu sonuçları tekrar yalıtmak için yeniden ortodoks neoliberal ekonomi politikasına doğru bir U dönüşü yapıyordu: Enflasyona karşı yüksek faiz politikası –bir yandan yabancı sermayeyi çekip (çünkü enflasyondan daha yüksek faiz oranları kâr garantisi oluyor) sermaye çevrimlerini ve TL’nin değerini stabilize etmek için, diğer yandan da kredi genişlemesini ve dolayısıyla artan tüketimin enflasyona olan katkısını engellemek ve borçluluğun oluşturduğu riski yatıştırmak için. Ek olarak alınan diğer daraltıcı tedbirler de yeniden ortodoksiye dönüşe eşlik ederdi.
Türkiye’deki yarı-çevresel neoliberalizm, transatlantik neoliberal dünya düzenine sıkı sıkıya entegre olmaya devam ettiği sürece –ve elbette AKP’nin siyasal çıkarları ekseninde– bu zikzaklı rotadan bir çıkış yolu imkânsız görünüyordu. Çünkü bu entegrasyon biçimi, Türkiye ekonomisini sermaye ve üretim malı ithalatına bağımlı hale getirmiş bulunuyor ve dünya ekonomisinin gidişatıyla beraber istikrarsız kılıyor: (Yarı) çevre ülkelere sermaye girişlerinin 2008/2009 kriz dönemiyle ve özellikle 2013 sonrasında keskin bir şekilde azaldığı veya dalgalandığı bir gerçek. Bu dalgalanmadan kaynaklanan ekonomik istikrarsızlık ve Türkiye’deki yarı-çevresel neoliberal birikim modelinin tıkanması (diğer şeylerin yanı sıra, uluslararası karşılaştırmada ücret bastırmanın sınırlarına ulaşılması ve Türk ekonomisinin teknolojik olarak yenilenememesi nedeniyle), Erdoğan’ın otoriterliği ve giderek heterodokslaşan ekonomi politikaları olmaksızın bile, Türkiye’nin ekonomik büyümesinde kendi başına bir yavaşlamaya neden olmuştu. İkincisi, yani Erdoğan’ın “keyfiyeti”, Türkiye’deki yarı-çevresel neoliberalizmin bu krizini yalnızca –kuşkusuz giderek artan bir şekilde– şiddetlendiriyor.
Ancak bir müddettir bu zikzaklı rota, heterodoks tarafa tek taraflı bir odaklanma lehine terk edilmiş görünüyor. “Türkisches Inferno” (“Türkiye’de Cehennem”) makalesinde daha önce de belirtiğim gibi, Erdoğan’a sadık heterodoks bir kişi olan Şahap Kavcıoğlu, Mart 2021’de Erdoğan’ın lütfuyla TCMB başkanı olarak atanmıştı. Ancak, piyasaların sert tepkisi nedeniyle faiz oranlarını aylarca düşüremedi. Böylece Merkez Bankası faiz oranı yüzde 19’da kaldı –o dönemdeki enflasyon oranının çok az üzerinde. Tabii şok uzun sürmedi: Eylül sonundan Aralık 2021 başına kadar, yeni Merkez Bankası başkanı döneminde temel faiz oranı yüzde 14’e indirilirken, (resmî ve tüketici fiyat) enflasyon oranı da hızlıca yükseldi ve bugünkü haline geldi. Bu gidişata karşı çıkan TCMB çalışanları işten çıkarıldı, fiilen cezalandırıldı ve yerlerine rejime sadık kişiler atandı. Buna ek olarak, daha ortodoks bir çizgiyi savunan ve ekonomi politikayı giderek daha açık bir şekilde eleştiren dönemin Ekonomi ve Maliye Bakanı Lütfi Elvan, zaten olduğundan daha da aciz hale getirildi. Kasım 2021 gibi erken bir tarihte, Elvan’ın, Erdoğan’ın damadı Albayrak’ın 2018’de Ekonomi Bakanlığı’nın başında olduğu dönemde atanan ve o zamandan beri (bugün izlenen) heterodoks negatif faiz politikasını savunan bakan yardımcısı Nebati ile aynı fikirde olmadığı için istifasını sunduğu sızmıştı. Elvan, Nebati’yi görevden almaya çalışmış ancak bunu başaramamış; aynı zamanda Elvan’ın bakanlık bürokrasisindeki etkisi de azalmaya devam etmişti. Kasım ayında, söylentilere göre Elvan’ın istifa talebi Erdoğan tarafından reddedilmişti. Ancak 2 Aralık’ta zamanı gelmişti: Erdoğan’ın eliyle, bazen ilgili bakanların önceden bilgisi olmaksızın yapılan sıradan bakan görevden almalarına rejimin örtmece jargonunda son zamanlarında verilen isimle “görevinden af dileği” kabul edildi ve yerine artık iyi tanıdığımız Nebati atandı.
Kriz dinamiği
Bu heterodoks para politikasıyla beraber negatif reel faiz oranı, yani Merkez Bankası’nın temel faiz oranından enflasyon oranının çıkarılmasıyla elde edilen oran, artmıştır. Özellikle bankalarda tutulan TL mevduatlar fiilen giderek değer kaybetti, döviz ve altın herkes için riskten korunma ve servet artırma araçları haline geldi; onlara kaçış ise, TL üzerindeki baskıyı daha da arttırdı. Neoliberal ortodoksi açısından heterodoks ve irrasyonel olan bu para politikası onun ifade ettiği öngörülemezlikle beraber, doğrudan TL’nin büyük ölçüde değer kaybetmesine, dolayısıyla ithalat maliyetlerinin artmasına ve Türk ekonomisinin ithalata bağımlılığı nedeniyle enflasyonda yukarıda bahsedilen hızlı artışa yol açtı. Bu yüksek enflasyon yüzünden artık hemen hemen hiç kazanç getiren düzenli finansal yatırım aracı kalmadı.
Bir yandan, ucuz kredi bolluğu ile canlanan iç tüketim 2021’deki yüzde 11’lik GSYH büyümesine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. Ancak aynı zamanda, hükümetin devlet bankalarına yaptığı ödemeler 2021’de fahiş bir şekilde arttı: Siyasi olarak hükümetin belirlediği düşük faiz politikası, hızla artan enflasyon nedeniyle yüksek zararlara yol açmış ve bu zararlar merkezî hükümet bütçesinden ödenmek zorunda kalınmıştır. Ancak tüm bunlar ve diğer önlemler –temel gıda maddeleri ve elektrik üzerindeki katma değer vergilerinin klasik neoliberal-popülist bir şekilde geçici olarak yüzde 1’e indirilmesi, Erdoğan’ın (artık enflasyon yüzünden tuzla buz olan) asgari ücreti Aralık 2021’de yüzde 50 artırarak net 4.250 liraya yükseltmesi gibi, en yakın zamanda konut kiralarının da kapsandığı fiyat kontrollerinin uygulanması, (ancak zenginlerin yararlandıkları için sadece) sözde “konuta destek” paketinin açıklanması, “tefeci fiyatlar” uygulayan süpermarketlere ağır cezalar verilmesi ve devlet destekli marketlerin devreye sokulması (2019’daki Tanzim marketler gibi)– yüzde 73’lere varan enflasyonu ve bunun geniş halk kitleleri üzerindeki etkilerini yavaşlatamadı ya da ancak çok zayıf bir şekilde yavaşlatabildi. Ki bu ortalama enflasyon oranı içinde elbette %100’e yakın gıda enflasyonu, %100 enerji fiyatları artışı ve %180 kira fiyatları artışları gibi halk kitlelerin güncel yaşamı içinde özellikle yakıcı öğeler de bulunuyor.
Gerçek geniş (TÜİK’e göre “atıl işgücü”) işsizlik oranı hâlâ yüzde 20’nin, dar işsizlik oranı ise hâlâ yüzde 10’un üzerinde seyrediyor. Korona salgınının ve Ukrayna savaşının etkileri (her şeyden önce önemli arz kesintileri ve temel mallardaki ve özellikle enerjideki fiyat şokları), durumu daha da kötüleştirdi. Ancak, tıpkı Türkiye’nin dünya ekonomisine bağımlı entegrasyonu gibi, bunlar da (tek başlarına) Türkiye’de temel mallardaki enflasyonun ve para birimindeki devalüasyonun uluslararası karşılaştırmalarda neden bu kadar öne çıktığını açıklayamaz. Türkiye’nin dünya ekonomisine entegrasyon biçiminin temeli üstünde, birikim rejiminin yapısı ve krizinin neden olduğu zaten zor olan durumun bu kadar kontrolden çıkmasının sorumlusu bizzat Erdoğan rejimin heterodoks ekonomi politikasıdır.
Kasım-Aralık 2021’de faiz indirimi sarmalının zirveye ulaştığı dönemde, Türkiye bir kere daha derin bir ekonomik krize sürüklendi: devalüasyon ve enflasyon sarmalı güvenilir fiyat hesaplamalarını imkânsız hale getirdiğinden, birçok sektörde vadeli satışlar ve hatta satışların tamamı askıya alındı; aynı nedenlerle süpermarketlerde kahve, şeker ve yağ satışı kotalı hale geldi. Tekstil sektöründe, hammadde üreticileri döviz cinsinden avans ödemesinde ısrar etmiş ve BİST (Borsa İstanbul) aşırı fiyat kayıpları nedeniyle bir günde iki kez kapanmak zorunda kalmıştır. Her ne kadar TCMB yine döviz piyasalarına müdahale etse de, krizin doruk noktası olan 20 Aralık’ta lira dolara karşı 18’e, avroya karşı 20’lere kadar geriledi ve ekonomi bir çöküşün eşiğine geldi.
Sihirli şapkadan çıkan tavşan mı?
Aynı gün Erdoğan, en önemli unsuru Kur Korumalı TL Mevduatı (KKM) olan büyük bir önlem paketi açıkladı. Bilindiği üzerine, hemen hemen bütün büyük bankalar tarafından sunulan KKM finansal enstrümanı ile, normal depozito faizi üstüne bir zaman dilimi içinde TL’nin değer kaybettiği orana kadar devlet tarafından tasarruf sahiplerine ek ödeme yapılıyor. Bu açıklama sonrasında TL 24 saat içinde yeniden değer kazanarak dolar karşısında yaklaşık 12 liraya, avro karşısında ise 13 liraya yükseldi.
Mevduat faizi ile lira devalüasyonu arasındaki farkı devlet ödediğinden, bu durum devlet bütçesi üzerindeki faiz yükünde fiilî bir artış anlamına gelir. Bu nedenle, yenilenen lira devalüasyonu nedeniyle bütçe açığı artacak, bu da KKM nedeniyle hükümet bütçesi üzerindeki faiz yükündeki fiilî artışa ek olarak, hükümetin borcunun zaten yükselen doğrudan faizini daha da artıracak ve dolayısıyla lira üzerinde daha da fazla baskı yaratacak (ki aynen bunlar oluyor şu anda). Ve en sonunda fasit daire kapanarak –negatif reel faiz politikası ve genel olarak heterodoks ekonomi politikası gibi lira devalüasyonunun devam eden diğer nedenleriyle birleştiğinde– döviz kurunu yeniden yukarı çekecektir: Haziran 2022 başı-ortasında döviz kurunda geldik yine kabaca 17,10 lira/dolar ve 18,00 lira/avro seviyesine. Dolayısıyla ve doğal olarak, resmî açıklamaların aksine, enflasyon da yükseliyor.
Öngörülebilir olan bu sonuçları nedeniyle, bizim ancak sonradan öğrendiğimize göre 2018 gibi erken bir tarihte ortaya çıkan bu plan (KKM), çok yüksek riskleri ve devlet bütçesi üzerindeki yükü gerekçe gösterilerek ve hatta eski Maliye Bakanı Elvan döneminde de reddedilmişti. Ama Erdoğan da Nebati de programlarının tam başarısını birkaç (!) gün içinde ilan ettiler. Türkiye benzer bir durumu 1970’lerde Dövize Çevrilebilir Mevduat (DÇM) ile yaşamıştır. Özünde, KKM ile millet, vatan, iman adına ülkedeki tüm muhalefete karşı zehir ve kin kusan, “faiz lobisine” karşı âdeta cihat ilan eden bir rejimin elinden çıkan destansı bir faiz artırımı ve resmen parasal neo-sömürgecilik inşa edilmiştir. Otoriter popülizmin esnekliği ve boyun bükme yeteneği gerçekten kayda değerdir.
Buna rağmen, lira hesaplarının dövize endekslenmesi nüfusun çoğunluğuna veya küçük yatırımcılara pek bir şey sunmuyor. KKM bir yandan şu an devalüasyondan daha yüksek olan enflasyona karşı korumuyor, öbür yandan asgari vadeleri yüzünden kayıta değer tasarrufları olmayan halk kitlelerine bir anlam ifade etmiyor. Şu an Türkiye bankacılık sistemindeki döviz ve lira mevduatlarının yaklaşık yüzde 90’ı üç aydan daha kısa vadelidir (örneğin, biz sıradan ölümlülerin kullandığı günlük olarak erişilebilen ve kapatılabilen vadesiz para hesapları). Bu nedenle, yeni aracın başarısı başlangıçta oldukça sınırlıydı ve dolayısıyla şirketler yanı sıra yurtdışında yaşayan veya kayıtlı olan (Türkiye vatandaşı ve Türkiye vatandaşı olmayan) kişi ve girişimcileri de kapsayacak şekilde genişletildi. Ayrıca, KKM mevduatları için vergi muafiyeti getirildiği açıklandı. İkincisi, KKM’yi özellikle varlıklarının günlük mevcudiyetine bağlı olmayan varlıklı kişiler için cazip kılıyor. Bu nedenle, Nisan 2022 ortasına kadar ağırlıklı olarak bağlayıcı vadeleri olan döviz hesaplarının KKM formatına dönüştürülmesi ve neredeyse hiçbir vadesiz döviz hesabının KKM’ye dönüştürülmemesi şaşırtıcı değildir. Aynı nedenden ve aynı mantıkla, mevduatlarda vadeli TL hesapların oranı yüzde 18,2 gibi düşük bir orana gerilemiştir (KKM açıklanmadan önce bu oran yüzde 35 civarındaydı).
Her ne kadar hükümetin aslında şeffaf olmak zorunda olan devlet kurumlarının meşhur şeffaflık eksikliği nedeniyle veri durumu zayıf olsa da, KKM aracının aşağıdaki kaba ön bilançosunu çıkarabiliriz: Mayıs sonuyla beraber Türkiye’deki tüm banka mevduatların sadece kabaca yüzde 13’ü (875 milyar TL veya yaklaşık 53 milyar dolar) KKM’ye yatırılmış ve bu mevduatların sadece yaklaşık yüzde 57’si yabancı para birimini liraya çevirerek değerlendirilmiştir (bu son rakam Mart 2022 ayına aittir). Geri kalanı KKM mevduatına dönüştürülen lira mevduatlarından oluşuyor. Her ne kadar özel mevduatların dolarizasyonu (döviz/dolar mevduatlarının tüm özel mevduatlar içindeki payı) azalsa da KKM’nin ilanından hemen önce yüzde 71 gibi çok yüksek bir seviyeden ancak yüzde 57 gibi hâlâ çok yüksek bir seviyeye geriledi. Dahası, ne liranın devalüasyonu ne de enflasyon yavaşlatılabildi, tam tersi yaşandı…
Dolayısıyla MHP’nin genel başkanı ve Erdoğan’ın şu anki baş müttefiki Devlet Bahçeli “[e]konomik darbecilere, canlı döviz bombalarına” karşı istediği kadar nutuk atabilir, Erdoğan kendisine sadık olan Merkez Bankası başkanına ya da ekonomi ve maliye bakanına karşı istediği kadar atıp tutabilir; onları tehdit edip ekonomik büyümenin gerçekleştirilmesini de, liranın değerinin istikrarını ve enflasyon oranının düşmesini de isteyebilir. Hatta, bütün bunları, söz verdikleri gibi Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisine entegrasyonunu temelden değiştirmeden ve ama buna rağmen yine de genişlemeci/heterodoks ekonomi politikalarıyla beraber taçlandırmalarını talep edebilir: Ama gerçek şu ki, çemberin karelenmesine nesnel sınırlar vardır!
Peki tüm bunların anlamı nedir o zaman?
[1] Bu yazıyı, 5 Mayıs’ta re:volt magazine’de yayımlanan Almanca orijinalinden biraz değiştirip, kısaltıp ve güncelleyerek çevirdim. Axel Gehring ve Johanna Bröse’ye orijinal Alman metinine yaptıkları çok sayıda geri bildirim, düzeltme önerisi ve eleştiri için minnettarım. Tabii bir de Oğuzhan’ın Türkçe metne yaptığı tashihlere! Oğuzhan, Sevinç Doğan ve Tanıl Bora’ya metni Türkçeye çevirip yayımlama konusunda beni motive ettikleri için özel teşekkür