Neoliberal ithal ikameci sanayileşme modeli mi yoksa kriz yönetiminin yeniden konsolidasyon girişimi mi?
Ekonomi politikasının zikzaklı gidişatının en sonunda birleşik bir heterodoks ekonomi politikası lehine terk edilip edilmediği ve eğer terk edildiyse hangi amaçlar için terk edildiği; heterodoks ekonomi politikasının (sınıfsal) karakteri üzerine daha önce yapılmış ve yapılmaya devam eden tartışmaların devamı olarak eleştirel teorisyenler arasında önemli bir tartışma konusudur.
Rejimin ve onun önemli sözcülerinin açıklamalarına bakılırsa, gerçekten de yeni bir ekonomi-politik yola girilmiştir. Bizzat Erdoğan’ın kendisi Çin’in ekonomik patlamasına yaptığı açık atıflarla “Çin modelinden” söz etmeyi teşvik etti. Ama belli ki bu deyim yeterince “millî” değildi. Bu nedenle, kısa bir süre sonra, dönemin yeni Ekonomi ve Maliye Bakanı Nebati, “Türkiye Ekonomi Modeli”ni ilan etti. Temel fikir oldukça basittir ve neoliberal ithal ikameci sanayileşme stratejisi olarak tanımlanabilir: Pahalı döviz (veya devalüe edilmiş lira) yüksek fiyatlar nedeniyle ithalatı engelleyip ithalatın yerli üretimle ikame edilmesini, aynı şekilde ihracatı (devalüe edilmiş lira nedeniyle düşük ihracat fiyatları nedeniyle) teşvik ve böylece daha yüksek kârlar vaat ettiği için (ihracat) sektörlerine yatırımı da teşvik edecekmiş. Buna hem paralel hem birleşik olarak, düşük faiz oranı politikası da düşük maliyet yüzünden ithal ikameci sektörlerde yatırımları teşvik edecekmiş. Bunun sonucunda oluşan ithalata olan bağımlılığın azalması, cari açığı ve dolayısıyla dış borcu azaltıp ve hatta artan ihracat yoluyla cari fazla yaratacakmış. Bu, TL (ve dolayısıyla enflasyon) üzerindeki ithalat bağımlılığından kaynaklanan baskıyı azaltacak ve aynı zamanda döviz kurunu istikrara kavuşturmak ve sermaye ithalatını çekmek için yüksek faiz politikasına olan ihtiyacı ortadan kaldıracak, böylece model kendi kendini sürdürebilecektir. TCMB Başkanı Kavcıoğlu’na göre yüksek faiz ve yüksek cari açık kısırdöngüsü yerini düşük faiz, yüksek istihdam ve üretime bırakacak. Benzer şekilde Erdoğan’ın Finans Ofisi başkanı Göksel Aşan da bu nedenle modeli açıkça bir ithal ikameci model olarak adlandırıyor. Nebati ise Türkiye’nin enerji ve tarımda bağımsızlığının öngörüldüğünü söylüyor. Evet, Türkiye Ekonomi Modeli ve güllük gülistanlık olan memleket!
Ancak şöyle küçük bir sorun var, modelin gerçekliği bu öngörülen durumlardan hayli uzakta. Bunun nedeni, klasik bir ithal ikameci sanayileşme modelinin temel unsurlarının eksik olması: Tarihsel ithal ikameci sanayileşmede, ekonomik faaliyetlerin devlet tarafından planlanması ve kontrolü, sermaye piyasasının devlet tarafından kontrolü ve özel sermaye için kârlı olmayan ancak ithal ikameci sanayileşme modeli için gerekli olan sektörlere yatırım yaparak ve/veya özel sektörün ithal ikameci sanayileşme modeli kapsamına giren işletmeleri için ucuz ara mallar sağlayarak devlet işletmelerinin üstlendiği liderlik fonksiyonu merkezî bir öneme sahiptir. Bunların şu an hiçbirisinin olmaması ve işçi sınıfının baskılanması yüzünden zaten modeli neoliberal olarak tanımlıyorum. Aktif devlet müdahalesi olmadan, sadece yatırımı ve ihracatı teşvik etmeyi öngören para politikası uygulanırsa, özellikle krizin kavurduğu bir ortamda, teşvikle alınan kaynaklar ithalatı ikame eden yatırımlara değil, mevcut işi sürdürmeye veya enflasyon karşısında serveti korumak/artırmak için gayrimenkule ve üretken olmayan varlıklara yatırım yapmaya dönüşecektir. Bu durum, bazı sanayi ve ticaret sermayedarları (Mersin Ticaret ve Sanayi Odası gibi) ve sermayenin önde gelen fraksiyonları tarafından da eleştirel bir şekilde not ediliyor.
İthalatı ikame eden üretim kapasitelerinin geliştirilmesiyle ithalatın ikame edilmesi bir gecede gerçekleşmez, ancak birkaç yıl, hatta muhtemelen on yıllar gerektirir. Dahası, –kapitalist koşullar altında– ilgili bireysel kapitalistler açısından belirli bir risk içerir, çünkü yeni üretim kapasitelerinin başarı olasılıkları, diğer şeylerin yanı sıra, henüz rekabetçi olmadıkları için şüphelidir. Hiçbir özel kapitalist, ucuz krediye ek olarak başka devlet desteği almadan böyle bir riske girmeyecektir. Bu önlemler aynı zamanda, başlangıç aşamasında ithal ikameci üretim sektörlerini daha rekabetçi olan yabancı rekabete karşı koruyan korumacı bir gümrük politikasının unsurlarını da içermelidir ve tarihsel olarak da içermiştir.
Ve tabii henüz ithal ikameci sanayileşmenin temel sorunundan hiç bahsetmedik: İthal ikameci kapasiteler oluşturmaya yönelik tarihsel tüm girişimler, en azından bir ülkenin ekonomisinin bağımsız bir yüksek teknolojili mal ve bilgi üretiminin temellerini attığı noktaya kadar yer yer çok büyük miktarda ithalatına, özellikle sermaye malları (üretim araçları, teknolojiler) ithalatını gerektirmiştir. Türkiye’de –örneğin Güney Kore’den farklı olarak– bu ikincisi bugüne kadar farklı nedenlerden başarılamamıştır, bu nedenle dünya ekonomisi içindeki konumu hala yarı-çevreseldir. Dolayısıyla yenilenmiş, bu kez neoliberal bir (derinleştirilmiş?) ithal ikameci sanayileşme girişimiyle bile, Türkiye en azından bir süre daha büyük miktarda ithalata bağımlı kalacağı kaçınılmazdır. Dolayısıyla neoliberal bir ithal ikameci sanayileşme perspektifinden bakıldığında devalüe edilmiş bir liranın avantajlarının dezavantajlarından daha ağır basıp basmayacağı tartışmaya açıktır ve açıkçası kanımca dezavantajları ağır basıyor (avantajlar: daha ucuz ve dolayısıyla daha fazla ihracat; dezavantajlar: üretim için gerekli olan malların çok daha pahalılaşması).
Büyük ayak uydurmacası
Sonuç olarak, KKM aracının devreye sokulması, rejimin bile liranın devalüasyonunun fırlamasının Türk ekonomisi için bir yerden sonra sürdürülemez hale geldiği bir sınıra sahip olduğunun farkında olduğunu gösteriyor. “Liralaşma stratejisi” altında geçtiğimiz aylarda uygulanan diğer tedbirler de dolarizasyonu azaltarak veya TCMB’nin döviz rezervlerini artırarak (ve/veya bunların da TCMB tarafından yine lira karşılığında satılarak) liranın değerini istikrara kavuşturmayı amaçlıyor (ihracatçılar döviz gelirlerinin yüzde 40’ını Merkez Bankası’na satmalıdır; yurtiçi ticari işlemlerde döviz kullanımı giderek daha fazla kısıtlanmaktadır/yasaklanmaktadır; şirketler ve bankalar için KKM formatını kullanmaları için ek teşvikler yaratılmaktadır; yakın tarihte GES’in [Gelire Endeksli Senet] ilan edilmesiyle beraber geç Osmanlı’daki bazı uygulamalara benzerlik gösteren bir finansal araçla belli başlı KİT’lerin gelirini faiz yerine yatırımcılara TL biçimindeki yatırımlarına karşı sunulması; ve en son olarak BDDK’nın fiilen yüksek döviz varlıklı şirketlerin krediye erişimini kesmesi).
Dolayısıyla şu anda izlenen ekonomi politikası rotasının, yeni bir birikim rejimine geçişten ziyade, kriz yönetimi ve otoriter konsolidasyona yönelik yenilenmiş bin birinci girişimi temsil ettiğini varsaymak daha olasıdır. Genişlemeci ekonomi politikası ve özellikle KKM’nin, ekonomik krizin nüfusun geniş kesimleri ve KOBİ’ler üzerindeki olumsuz etkilerini hafifletmeyi ve böylece bir sonraki parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar zaman kazanmayı amaçladığı açıktır. Halihazırda, enflasyonun nüfusun geniş kesimleri üzerindeki etkilerini hafifletmeyi amaçlayan başka tedbirler ve mali araçlar da değerlendirilmektedir (temel mallar üzerindeki fiyat kontrolleri, uygulamaktan maliyeti fazla yüksek olur diye ürktükleri enflasyona endeksli mali araçlar). Buna ek olarak, ithalatı ikame eden işletmeler (üretim araçları üretimi) ve ihracatçılar için yine çok uygun koşullarda (yüzde dokuz faizle) bir kredi paketi açıklanmıştır.
Kuşkusuz tüm bunlar devlet bütçesine büyük bir yük getirir ve semptomatik yaklaşım nedeniyle doğası gereği geçicidir. Her halükarda rejimin hesaplarının tutup tutmayacağı tartışmalıdır –işte devalüasyon, işte enflasyon, işte tarihsel boyuttaki cari açık (bütün laflara rağmen ithalat bağımlılığı ortadan kalkmadı ya…). Bu şekilde sorunlar giderek daha fazla birikiyor ve kapitalist bir bakış açıdan bile üretken çözümler daha da erteleniyor.
Kriz yönetimini yeniden sağlamlaştırmaya yönelik bu girişim, ilk bakışta göründüğü kadar tek taraflı olmayan bir hegemonyal strateji mücadelesini de beraberinde getirir. Bu nedenle daha yakından analiz edilmesi gerekir.
Krizin ortasında hegemonik stratejiler üzerine mücadeleler
Heterodoks/genişlemeci ekonomi politikanın iç pazara yönelik veya daha az ithalata bağımlı ancak ihracata yönelik KOBİ’lerin birikimini ve iç pazar tüketimini (yani geniş halk kitlelerinin tüketimini) istikrara kavuşturmayı amaçladığı yeterince ve ayrıntılı olarak ifade edilmiştir. “Türkiye Ekonomi Modeli” ve KKM’ye yönelik tepkilere bakıldığında, bu önlemleri şiddetle eleştirenlerin önde gelen sermaye grupları (TÜSİAD) ve sanayiciler (İSO) olduğu görülüyor. Buna karşılık, tedbirleri bazen, hatta hararetle karşılayanlar iç pazar odaklı ve/veya ihracat odaklı KOBİ’ler olma eğilimindedir.
Ancak daha yakından incelendiğinde, meselenin biraz daha karmaşık olduğu ortaya çıkar: bir yandan, rejimin bu ekonomi politikasıyla hedef aldığı sermaye kesimleri, ekonomik krizin sonuçlarından ve kriz yönetiminden ilk bakışta göründüğünden daha sık şikâyet ediyor; diğer yandan, büyük sermaye grupları, mevcut rejimden “uluslararası odaklı büyük işletmeler ile iç pazar odaklı/ithalatı zayıf ancak ihracata yönelik KOBİ’ler arasındaki mücadele” tezinin öngördüğünden daha fazla faydalanıyor.
Önce biri, sonra öbürü. Heterodoks/genişlemeci ekonomi politikasının başlıca kazananları olarak analiz edilen tüm sermaye grupları ya da birlikleri, son aylar içinde ekonomi politikasından ve sonuçlarından övgüyle söz ettikleri kadar şikâyet de etmişlerdir. Örneğin, TOBB ve İTO faiz indirimi kararlarını, liranın sağladığı rekabet avantajlarının ötesinde büyük ölçüde devalüe edilmesini, bunun sonucunda ortaya çıkan ekonomik öngörülemezliği ve fiyatların hesaplanmasının imkânsızlığını eleştirmiş ve ekonomik istikrarın yeniden tesis edilmesi için acil tedbirler alınmasını talep etmiştir. AKP’ye yakın sermaye gruplarının amiral gemisi sayılan MÜSİAD da tüm bu sorunları 2021’in kasım sonu ve aralık başında ağır bir biçimde dile getirdi. MÜSİAD Başkanı Mahmut Asmalı, 8 ila 9 lira arasında dalgalanan bir dolar kurunun makul ve rekabetçi olduğunu, ancak bunun üzerine çıkılmaması gerektiğini ifade etti. Daha bu yılın başında MÜSİAD, düşük TCMB faiz oranının ticari kredi faiz oranlarına yansıtılmadığından şikâyet etmişti. Sonuçta, heterodoks ekonomi politikasının en önemli hedeflerinden biri, tam da iç piyasa odaklı işletmelere düşük faiz oranlarıyla kredi sağlamak olmasına rağmen, enflasyon, ekonomik belirsizlik ve tabii ki bankaların gücü bu niyeti zorlaştırıyor. Asmalı, daha mayıs ayında bile hem rejimin mevcut ekonomi politikasını öven, hem de onun sonucunda oluşan fiyatlamalardaki geçerlilik sürelerinin gitgide kısaldığından yakındığı bir demeç verebildi.
İç pazar ve/veya ihracat odaklı KOBİ’lerin de şikâyetçi olmasının objektif sebepleri vardır. İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği (İHKİB) veya Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği’nin (TGSD) de belirttiği gibi, ithal girdi fiyatlarının aşırı yükselmesi büyük bir sorundur. Çünkü liranın devalüasyonundan kaynaklanan rekabetçi fiyat avantajlarını ihracat açısından derhal siler veya yurtiçi satış fiyatlarını keskin bir şekilde artırır. Dolayısıyla, Mart 2022’de yüzde 105’in biraz üzerinde olan yurtdışı üretici fiyat endeksi (YD-ÜFE) (imalatçıların ihracata yönelik mallar için istedikleri fiyatlar), bir önceki yılın aynı dönemine göre neredeyse yurtiçi üretici fiyat endeksi (Yİ-ÜFE) kadar fahiş bir artış göstermiştir (neredeyse yüzde 115). Enflasyon oranının dalga dalga artması ve liranın çok kısa sürelerde büyük değer kaybetmesi de, kendilerinin de belirttiği gibi, öngörülemezlik ve sağlıklı fiyat hesaplamasının imkânsızlığı nedeniyle KOBİ’lerin iş yapmasını engelliyor, hatta yer yer önlüyor. Türkiye’de hiçbir işletme bu gelişmelerden etkilenmeyecek kadar kendine yeterli ve ithalattan bağımsız değildir. Ancak tersine, neoliberal ortodoksinin lira kurunu istikrara kavuşturmak ve yabancı sermayeyi yeniden çekmek için öngördüğü bir kredi daralması ve faiz oranlarında büyük bir artışın da borç bataklığına saplanmış birçok KOBİ’nin iflasına yol açacağı neredeyse kesindir. Dolayısıyla nesnel olarak, şu anda rahat bir çıkış yolu olmayan bir çıkmazın içindedirler. Bundan dolayı nesnel olarak krize çözüm girişimi ve birikimin devamı olarak farklı riskler içeren farklı stratejiler de mümkündür.
Hegemonik stratejiler için mücadelenin bir parçası olarak ekonomi politikası
Bu nedenle rejimin ekonomi politikası daha net bir şekilde, egemen ekonomik strateji ve onun siyasi liderliği üzerindeki mücadeleleri de içeren daha kapsamlı bir hegemonya mücadelesinin bir parçası olarak kavramsallaştırılmalı ve oluşturulan stratejiler öncesi var olduğu varsayılan objektif ekonomik çıkarların siyasi alanda bire bir temsiliyeti olarak görülmemelidir. Rejimin hesaplarına göre, ortodoks neoliberal ekonomi politikasına geri dönüş –o zaman beklenilebilen iflas dalgası ve hanehalkı tüketiminde (en azından geçici olarak) şimdikinden daha büyük bir düşüş nedeniyle–, ekonomik krizin ortasında ayak uydurup top çevirerek krizin KOBİ’ler ve iç tüketim üzerindeki etkilerini mümkün olduğunca hafifletmeye çalışan bir ekonomi politikasından çok daha yüksek siyasi maliyetlerle ilişkilidir. Rejim bunu yaparken, birçok KOBİ’nin varoluşsal korkularına dokunmaya ve onların acil hayatta kalma veya kısa vadeli birikimlerini stratejik öncelik olarak görmelerini sağlamaya çalışıyor –ve onların rejimi bu stratejik önceliği uygulayabilecek tek/en uygun siyasi liderlik olarak görmelerini çabalıyor. Bununla birlikte, rejimin izlediği strateji birçok KOBİ’nin hayatta kalmasını garantileyecek mi yoksa kriz dinamiklerini ve dolayısıyla bu KOBİ’lerin üzerindeki baskıyı yoğunlaştıracak mı –ki şu an için olsa da ikincisi olası görünüyor– henüz belli değil. (Tabii “strateji” kavramını kullanırken, burada toplumsal veya siyasal öznelerin istediklerini yapabileceklerini, her şeyin mümkün olduğunu savunmuyorum. Stratejiler verili nesnel koşullar içinde farklı derecelerde olasılıklar ve riskler içeren ve dolayısıyla geleceğe dönük birbiriyle hegemonya çatışması içinde bulunan programlardır. Strateji kavramını ve çeşitlendirilmiş hegemonya kavramını bu şekilde kullanmamda esinlendiğim baş kaynak Bob Jessop’un 1990 yılında yayımlanan State Theory: Putting the Capitalist State in Its Place adlı makale derlemesidir.)
Ancak KOBİ’ler için bile başka stratejik perspektifler de mümkündür. Örneğin, ortodoks bir para politikasının rekabetçi baskılarına dayanabileceğini düşünen yüksek performanslı KOBİ’ler, Türkiye’nin küresel dünya ekonomisine genişletilmiş ölçekte yeniden entegre olmasını ve böylece tedarik zincirlerinde Çin gibi ülkelerin yerini almasını savunmak için sermayenin önde gelen gruplarıyla güçlerini senkronize etmeyi tercih edebilirler. Hakkı Özdal’ın, daha önce TÜSİAD’a bağlı küçük ve orta ölçekli kapitalistler derneği TÜRKONFED başkanlığını yapmış olan yeni TÜSİAD başkanı Orhan Turan’ın Mart 2022’de seçilmesiyle ilgili olarak haklı olarak belirttiği gibi, Türkiye'de küçük ve orta ölçekli kapitalistlerin siyasi temsili üzerinde (artık?) bir tekel yoktur. Aksine, bu temsil için bir mücadele söz konusudur ve bu da farklı ekonomik stratejiler için mücadele etmek anlamına gelir. Muhtemelen yakın gelecekte muhalif restorasyon bloğunun KOBİ’ler için nasıl bir alternatif ekonomik strateji tasarlamaya çalışacağını göreceğiz. Sermayenin farklı fraksiyonlarının çıkarlarını belirleyen yalnızca üretim sürecindeki genel veya özel (gelişiminin belirli bir döneminde belirli bir birikim rejiminde) nesnel konumları değildir, çünkü üretim sürecindeki konumlarından her zaman nesnel olarak farklı perspektifler mümkündür. Dolayısıyla bunlar ve sermaye fraksiyonlarının çıkarları, ekonomik ve genel toplumsal stratejiler üzerinde sürdürülen siyasi mücadeleler tarafından da belirlenir.
Şimdi bakalım öbür tarafa, yani rejimin ekonomi politikasına muhalif olan lider sermaye fraksiyonlarına. Sermayenin ekonomik olarak önde gelen kesimleri, rejimin politikalarına yönelik –kapitalist standartlara göre– yüksek sesle yaptıkları eleştirilerin düşündürebileceğinden çok daha iyi durumdalar. Türkiye’nin önde gelen büyük şirketlerinden bazıları fahiş kârlar elde etti (metal, otomobil, içecek, iletişim, 2021 sonuna kadar; bankacılık sektörü: 2021’de bir önceki yıla göre yüzde 57 artış, Ocak-Nisan 2022’de bir önceki yılın aynı dönemine göre neredeyse yüzde 400 artış; İSO500 faaliyet kârı +139% 2021 yılında, 2020 ile karşılaştırılınca…). Merkez Bankası’nın negatif faiz politikası (özel) bankaların faiz gelirlerini düşürmek yerine artırır, zira bankalar düşük faiz oranlarını aynı şekilde kendi borçlarına yansıtmaz ve artan farkı artan kâr olarak tahsil eder. MÜSİAD’ın yılın başında hâlâ şikâyet ettiği şey de buydu zaten. Buna ek olarak, devletin Türk bankalarına döviz veya enflasyona endeksli devlet tahvili cinsinden yüksek borçluluğu, fahiş şekilde artan banka kârlarından sorumludur. Siyasi olarak açıkça rejime karşı olan Türkiye’nin en büyük iş grubu Koç, şu anda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın desteğiyle e-araç ve batarya üretimine büyük yatırımlar yapıyor. Koç Topluluğu konsolide gelirlerinde 2021 yılı içinde yüzde 89’luk bir artış bildirdi, 2022 yılın ilk çeyreğinde ise Koç Grubu’nun net kârı yüzde 218 artmaya devam etti (2021 yılın ilk çeyreğine göre).
Türkiye’nin mevcut ekonomi politikası ve genel olarak ekonomi-politik yapısı her ne kadar birbiriyle rekabet eden (veya krizde olan) stratejiler ve hegemonik projeler içerse de, tüm farklılıklara ve çelişkilere rağmen en temelinde temel bir birlik unsurunu muhafaza eder: Bölüşüm ilişkileri açısından açıkça emekçilerin çoğunluğunun aleyhine ve genel olarak sermayenin lehinedir. Örneğin, proleterleşmenin kitleselleşmesine rağmen ücretlerin (brüt GSYİH’den) payı 2019’da yüzde 35,1 iken 2021’de yüzde 30,2’ye düşerken, kârların payı aynı dönemde yüzde 47’den yüzde 52,6’ya yükseldi. Reel ortalama brüt ücretler 2016 ve 2020 yılları arasında yüzde 42,2 gibi kahredici bir oranda azalmıştır (enflasyon!); hanehalkı tüketimi de son yıllardaki kredi desteklerine rağmen 2012’deki yüzde 65 seviyesinden 2021’de yüzde 56’ya (GSYH’ye oran olarak) düşmüştür. Bu bağlamda, asgari ücretin sürekli olarak artması, bir yandan asgari ücretin yine de çok düşük kaldığını (yine: enflasyon!), diğer yandan da (kamu sektöründe de) ortalama ücretlerin 1980’den bu yana giderek artan bir şekilde asgari ücrete uyum sağladığını, yani ücretlerde yukarı doğru bir sarmaldan ziyade aşağı doğru bir sarmalın gerçekleştiğini gizler. Nebati bizzat kendisi bu çıkar siyasetini gayet açık bir şekilde dillendirdi: “Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor.”
Türkiye’de neoliberalizmin önemli ilkelerinden (işçi sınıfının ezilmesi ve üretken bir devlet sektörünün olmaması, sermaye serbestisi vs.), ekonomik olarak egemen aktörlerinden ve bunların dünya ekonomisine entegrasyonundan köklü bir kopuş –belirli ilkelerden tüm sapmalara rağmen (örneğin neoliberal-ortodoks para politikasından)– rejim tarafından (henüz?) gerçekleştirilmedi. Dolayısıyla güncel siyasi otoriterlik basitçe neoliberalizmden (ve onun krizinden) türetilemezken –çünkü burada rejimin hayatta kalma reflekslerinin ve stratejik mücadelelerin de gidişata özgün bir belirleyiciliği var–, mevcut siyasi otoriterliğin neoliberalizmi tamamen yok etmesi, yerine saf “ahbap-çavuş kapitalizmini” veya benzerini getirmesi de söz konusu değildir. Durumu kavramak içim kullandığımız terim “otoriter neoliberalizm”, “neoliberalizm içinde otoriter devletçilik” veya “neoliberal devletçilik” olsun, ikisinin arasındaki ilişkiyi negatif diyalektik, yani içsel ama yer yer çelişkili, birbiriyle bir öz içinde yüzde yüz özdeş olmaya(bile)n bir ilişki olarak kavramalıyız.
Sermayenin önde gelen fraksiyonlarının alternatif perspektifi
Bu yüzden bugünün koşullarında bile, büyük burjuvazi ile AKP arasında büyük bir kopuş yaşandığından söz etmek doğru değildir. İzlenmesi gereken stratejiler üzerinde yıllık kâr marjlarından daha kapsamlı büyük çatışmalar ve dolayısıyla hegemonya mücadeleleri olduğunu, ancak bu hegemonya mücadelelerinin “büyük bir kırılma” oluşturmadığını söylemek daha doğru olacaktır. Ancak şiddetlenen krizle beraber, büyük burjuvazi ve AKP-MHP arasındaki sürtüşmeler de elbette şiddetleniyor.
TÜSİAD yıllardır heterodoks ekonomi politikasından ve sonuçlarından şikâyet ediyor ve bunun ortodoks bir şekilde yeniden düzenlenmesini talep ediyor. Bu durum son aylarda da geçerli. Yeniden düzenleme talebi, sadece ortodoks para politikası ve kurumların yeniden tesisiyle öngörülen büyük yatırımlar için büyük miktarlarda yabancı sermayenin yeniden çekilmesi ve –neredeyse tüm sermaye kesimleri tarafından paylaşılan bir talep olan– öngörülebilirlik ve sağlam fiyat hesaplaması amacıyla döviz kuru ve enflasyonun istikrara kavuşturulması gibi sermayenin önde gelen kesimlerinin acil çıkarlarıyla ilgili değildir. TÜSİAD da belirli bir hegemonik ve ekonomik stratejiyi hedefliyor gibi görünüyor: Hegemonik bir bakış açısından TÜSİAD, büyük ekonomik eşitsizliğin ve siyasi otoriterlik krizinin güçlü toplumsal istikrarsızlaştırıcı etkileri olabileceğinden endişe duyuyor. (Bu arada, İTO da bu sorunu tamamen görmezden gelmiyor.) Bu yüzdendir ki bir yandan “çoğulcu demokrasi, güçler ayrılığı, özgürlükler”, diğer yandan da enflasyon karşıtı bir ekonomi politikasına dair tekrarlanan çağrılar yapıyor. Kuşkusuz, TÜSİAD’ın açıklamaları ve yayınlarında işgücü piyasasının değiştirilmesi veya sosyal hakların kurumsallaştırılması konusunda somut çok az şey var. Açıkça görülüyor ki TÜSİAD’ın umudu, piyasa ilişkilerinin emekçilerin çıkarları doğrultusunda çok fazla hukukileştirilmeden ve bölüşüm ilişkilerinde çok fazla değişiklik yapılmadan, emekçilerin pasifize edilmesine yetecek kadarının verileceği verimlilik artışlarıyla kendi kendini taşıyan bir neoliberal büyüme modelinde yatıyor.
TÜSİAD egemen olan ekonomi politikasının kısa vadeli yöneliminin, Türkiye’nin ekonomik yapısının uluslararası işbölümü içinde yükselmesini mümkün kılmadığı için, Türkiye’nin kapitalist gelişimini engellediği görüşündedir. Bu yüzden, TÜSİAD orta ve uzun vadede, rejimin kriz yönetimine hâkim olan mevcut ekonomi politikasından tamamen farklı bir hegemonik ekonomi stratejisi hedefliyor. Bu ekonomik olduğu kadar siyasi-düzenleyici boyutlar da içeren hegemonik strateji, TÜSİAD’ın geçen yılın sonunda amacını gizlemeyecek bir netlikte Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa başlığı taşıyan bir rapor hazırlamasına ve kamuoyuna sunmasına yol açmıştır. Murat Sabuncu haklı olarak bu raporun sadece girişimcilere değil, tüm topluma hitap ettiğini, yani hegemonik bir iddiası olduğunu belirtiyor. Erdoğan ve Bahçeli de son zamanlarda TÜSİAD’a karşı kullandıkları dilde sertleşiyorlar. Neoliberalizmin krizi üzerine verilen mücadele böylece yeni bir raunda giriyor.
Otoriter konsolidasyonun eski tanıdık ve (sözde) yeni taktikleri
Rejimin kendi siyasal iktidarını sürdürmek için çabaladığı neoliberalizmin kriziyle ilgili bu mücadelede, mücadele yöntemleri elbette sadece ekonomik değildir. Otoriter konsolidasyonun eski tanıdık ve (sözde) yeni taktikleri de devam ediyor. Bunlar, daha önce de olduğu gibi, muhalefeti bastırmayı, yıpratmayı, bölmeyi ve içermeyi, ama aynı zamanda otoriterizm için kitlesel bir meşruiyet temeli oluşturmayı da amaçlıyor.
Artık girdiğimiz fiilî seçim kampanyasının bir parçası olarak, baskı son zamanlarda daha da artırıldı: 2013’teki Gezi protestolarına katılan bazı kilit sivil toplum aktörlerine karşı senelerdir süren göstermelik ve tamam uydurma yargılamanın sonunda, Nisan 2022’nin sonunda, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan Osman Kavala da dahil olmak üzere, acımasız cezalar verildi. Kavala’nın özellikle bu kadar baskıya maruz kalması, kişisel bir saplantı değil, sopa göstererek bütün büyük-burjuva ve kozmopolit-liberal muhalefeti susturmak için uygulanan hesaplı-kitaplı bir taktiktir. Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti devleti, PKK’nın üs olarak kullandığı Irak’taki Kandil Dağları’nın bazı bölgelerine karşı geniş çaplı bir askerî saldırı başlattı. Bu saldırıya paralel olarak –ve muhtemelen daha önce Türkiye ile koordine edilmiş olarak– Irak hükümet birliklerinin PKK’ya bağlı ve Yezidilerin hâkim olduğu Şengal’e yönelik bir saldırısı da gerçekleşti. Benzer bir şekilde, Ukrayna savaşının yarattığı “fırsat penceresini” kullanarak Rojava’ya kapsamlı yeni bir harekât hazırlığı yapılıyor. Aynı anda İslâmlaştırma ve otoriter heteronormatif-aileci toplumsal cinsiyet politikaları, otoriter rejimin meşruiyet temeli olarak otoriter bir konsensüs oluşturma girişiminin önemli bir zeminini oluşturmaya devam ediyor.
Ana muhalefet partilerini entegre etmeye yönelik sözde liberal girişimler ve küçük reformlar da devam ediyor: Başkanlık sisteminin, bakanların şu âna kadar olduğu gibi başkan tarafından atanmayıp parlamento tarafından seçilmesi ve parlamentoya bir kez daha gensoru sorma ve benzeri haklar tanınması şeklinde değiştirilmesi konusunda perde arkasında tartışmalar yürütüldü. Tabii ki bu sadece sözde bir liberalleşme olurdu, çünkü şu anda parlamento hâlâ AKP-MHP’nin hakimiyetinde. Dahası, bu “taviz”, cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda başarılı olmak için mutlak çoğunluk (geçerli oyların yüzde 50’sinden fazlası, yani “50+1”) şartının kaldırılması önerisiyle bağlantılıydı. Belli ki AKP-MHP de Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda artık kazanamayacağını düşünüyor. Dışarıya yansıtılan kibrin aksine, AKP kurmayları elbette ekonomik krizin ve “başkanlık sistemindeki eksikliklerin” (yani keyfiliğin, özellikle Kürtlere yönelik baskının, siyasallaşmış yargının) (öngörülen) oy kaybının nedenleri olduğunun ve başkanlık sisteminde –tabii özünden asla taviz vermeden– bir değişiklik için muhalefetin kazanılması gerektiğinin içten içe farkındadırlar. Daha yakın bir tarihte, Mart 2022’de, seçim yasasında değişiklik yapılması artık kesinleşmişken, kulislerden AKP ve MHP’nin seçim barajını yüzde üçe indirmeye hazır oldukları sızdı. Ancak bunun karşılığında, Erdoğan’ın mevcut yasa uyarınca yeniden aday olmasına izin verilip verilmeyeceği konusunda muhalefet tarafından yürütülen tartışmaya son verilmesini talep ediyorlardı.
Bu sırada, sözde insan hakları durumunu iyileştirmeye yönelik çok sayıda “insan hakları eylem planı” veya “yargı reformu paketleri” de açıklandı. Toplumun neredeyse tüm muhalif kesimlerine yönelik yukarıda bahsedilen sürekli baskı göz önünde bulundurulduğunda, bu “liberal reformların” üzerine yazıldıkları kâğıt kadar bile değeri olmadığı açıktır. Ancak Bahçeli’nin Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) kapatılması için defalarca yaptığı çağrıların ve Adalet Bakanı Gül’ün istifasının (bkz. aşağıdaki “Desizyonist-polikratik yapı” bölümü) gösterdiği gibi, bu sözde reformlar bile rejim içindeki en azgın öğeler için çok fazlaydı.
Aynı anda rejim, Milleti İttifakı kapsamındaki muhalefetin yönetimde olduğu şehirlerin iş yapma kapasitesini baltalamaya devam ediyor. Amaç, muhalefetin kentsel hizmetlerinin başarılı bir şekilde yapılmasının maddi temeli olarak hegemonya politikasını baltalamaktır: Örneğin, İstanbul’un merkezî metro hatları ya da ilçeleri merkezî devlet bakanlıklarının elinde kalmaya devam ediyor ya da onlara devrediliyor; şehrin yeni metro projeleri ya da kangrenleşmiş taksi sisteminde köklü bir değişiklik bloke ediliyor ya da muhalefetin yönettiği başka şehirlerdeki diğer birçok belediye projesi AKP-MHP ya da merkezî devlet aygıtları tarafından yavaşlatılıyor veya durduruluyor. İçişleri Bakanlığı da İstanbul Belediyesi’nin 500’den fazla çalışanı hakkında “terör” soruşturması başlattı ve Bahçeli bu kapsamda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu’nun görevden alınma olasılığını bile ortaya attı. İstanbul’daki kar fırtınası da rejim güçleri ile ana muhalefet partileri arasındaki hegemonya mücadelesinde araçsallaştırılmış, her iki taraf da birbirini beceriksizlikle suçlamış ve her biri kendi başarılarını öne çıkarmıştır.
Son olarak, seçim yasasının değiştirilmesiyle özellikle küçük muhalefet partilerin milletvekili çıkaramamaları veya Millet İttifakı/6’lı masa içine fitne sokmak amaçlanıyor. İkincisi ise Tansu Çiller’in Cumhur İttifakı lehine siyasal arenaya dönüp İYİ Parti’den oraya oy koparması bekleniyor.