Türkiye'nin neoliberalizm ile ilişkisi son günlerin önemli bir tartışma başlığı olmaya devam ediyor. Neoliberalizmin Türkiye'yi anlamakta artık yeterli bir açıklama sunup sunmadığı sorusu aynı zamanda mevcut rejimin niteliğini de tartışmaya açmak anlamına geliyor. Otoriter rejimler ve siyasi partiler üzerine çalışmalarını sürdüren Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Berk Esen ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi bu sorulara yanıt arıyor.
***
Teorik tartışmalarda kavramlar çok iç içe geçiyor bazen, aynı anlama gelebilecek ya da benzer anlamlara gelebilecek kelimeler kullanılabiliyor. Öte yandan aynı aileden olmayan kavramlar da birbirleriyle kıyaslanabiliyor; neoliberalizm ve crony capitalism (ahbap çavuş kapitalizmi) gibi… Bunları konuşmadan önce şunu sormak isterim: Bir rejime ad vermenin ne anlamı var? Hem akademik hem de politik açıdan… Ad vermenin, adlandırmanın manası nedir?
Tabii akademik açıdan baktığımız zaman çalıştığımız vakanın - bu ülke olabilir, rejim olabilir, hükümet olabilir, parti olabilir - sınıflandırılması veya kategorize edilmesi onu daha iyi anlamımıza yol açıyor çünkü o kategorinin sahip olduğu bazı özellikler var ve o özellikler üstünden çalıştığımız konuya bakabiliyoruz. Dolayısıyla o kategorinin içine giren diğer vakalarla da karşılaştırma imkânımız oluyor. İkincisi, bu sayede akademik literatürde o vakayı belirli bir yere koyabiliyoruz bu kategorizasyon sonucunda ve dolayısıyla o literatürden yola çıkarak sahip olduğumuz bilgileri o örnek vaka üstünde de değerlendirebiliyoruz. Sonuçta tabii ki iki şey hiçbir zaman aynı olmuyor ama bir kategorinin içine aldığımız zaman birçok özelliği ortak oluyor ve bu sayede o örnek vaka hakkında daha fazla bilgi sahibi olabiliyoruz. Zaten akademik bilgi üretimi hep birbirinin üstüne geldiği için, örneğin Türkiye’deki rejimin adını koyduğumuz zaman o kavram hakkında literatürde yapılan çalışmaları Türkiye örneği üzerine uyarlayabiliyoruz, o literatür üstünden Türkiye’ye daha derinlemesine bakabiliyoruz. Akademik anlamda ben bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Siyaseten de aslında biraz farklı saiklerle olmakla birlikte bir rejimin nasıl çalıştığını, yani mesela bu örnekte Türkiye’deki birikim rejimi veya ekonomik modelin ne olduğunu doğru anlamamız ona karşı ne tip bir pozisyon alacağımızı, eğer ona muhalif olacaksak da o muhalefeti nereden kurmamız gerektiğini ve ne tip alternatif öneriler getirebileceğimizi belirlememizi sağlıyor. Dolayısıyla hem akademik olarak hem siyaseten çok önemli olduğunu düşünüyorum. Şöyle bir örnek vereyim, Türkiye’nin ben otoriter bir rejim olduğunu düşünmekle birlikte, otoriter rejimler içinde nispeten rekabetçi bir otoriter yapıya sahip olduğunu iddia ediyorum. Bunu aslında Birikim’in bu sene Haziran-Temmuz sayısında basılan bir makale ayrıntılı bir şekilde anlatmıştım. Şimdi Nazi Almanya’sı da otoriter, e Türkiye de otoriter, işte Şili’deki, Mısır’daki askerî rejimler de otoriter, Kuzey Kore de otoriter… Mesela Türkiye’deki rejim adını koymayıp sadece “aman canım bu otoriter” deyip geçersek, bu sefer bu vakalar arasında sahici bir fark yokmuş gibi, ya da farklar varsa bile onlar önemsizmiş gibi gelebilir. Halbuki faşist bir rejime karşı yapılacak muhalefetle, rekabetçi otoriter bir rejime karşı yapılacak bir muhalefetin yöntemleri çok farklıdır. Dolayısıyla, Türkiye’deki rejimi doğru okumak onu akademik olarak anlamak açısından önemli olduğu gibi siyaseten o rejime daha iyi muhalefet etmek için de bence çok önemli.
Enflasyonist kullanımlar var bir de… Daha sloganist, parti broşürlerinde, materyallerinde rastlayabileceğimiz gibi. Akla ilk faşizm, faşist geliyor… her türlü sağ veya otoriter siyasete faşist denmesi. Ama bir de beri yandan, sağ cenahta da bir Kemalist, beyaz Türk etiketi kullanımı var. Bu kullanımların sakıncaları nelerdir sizce, hem akademik hem de politik açıdan yine… Bu enflasyonist kullanımlar bize ne söyler?
Enflasyonist kavramını çok önemsiyorum ve bu yaptığınız eleştiriye katılıyorum. Farklı akademik literatürlerde farklı kavramlar enflasyonist bir biçimde kullanılıyor. Mesela sol bir literatür üstünden bakarsak “kriz” geliyor aklıma… Özellikle de meşruiyet krizi… Yani hani ben kendimi bildim bileli -37 yaşına geldim- kapitalizmin krizde olmadığı bir senaryo hatırlamıyorum. Ama nedense bir türlü de çökmez. Bir türlü de krizi bitmez. Krizden de çıkamaz ama ayakta kalır, yani şimdi sol literatüre bakarsak, bu tarz analizler yapıldığını görüyoruz. Tabii dediğiniz gibi, farklı siyasi grupların, farklı akademik ekollerin çok sık kullandığı bazı terimler var. Enflasyonizm her durumda olduğu gibi burada da akademik kavramların içini boşaltıyor ve anlamı daraltıyor. Yani siz sürekli her olayı bir “kriz” olarak nitelendirdiğiniz zaman, gerçekten kriz geldiğinde ve siz o kriz kelimesini kullandığınız zaman, onun bir anlamı kalmıyor çünkü bir önceki sene de kriz demişsiniz, iki sene önce de kriz demişsiniz, beş sene önce de kriz demişsiniz. Bu sefer kriz sonrası çok büyük bir dönüşüm, değişiklik olmadığı zaman, o kelime havada kalıyor. Gerçekten kullanmanız gereken durumda da bir şey ifade etmiyor. Dolayısıyla enflasyonist kavramların böyle sıkıntısı var. İçi boşalıyor, anlamı daralıyor.
Akademik açıdan diğer bir sıkıntılı tarafı ideolojik yaftalamalara açık olması. Bu tabii çok tartışılan bir nokta ve ben de tam olarak karara varabildiğimi düşünmüyorum çünkü sonuçta sosyal bilimlerde incelediğimiz konulara, hangi konuya bakıyorsak bakalım, araştırmacılar olarak hepimizin ideolojik pozisyonlarımız var. Dolayısıyla o ideolojik pozisyondan tamamen arınarak bir analiz yapmak kolay değil. Ben de çalıştığım konularda mutlaka kendi ideolojik görüşlerim üstünden bir analiz yapıyorumdur. Fakat öte yandan ideolojisini sürekli ön planda tutan, ideolojik varsayımlarını meşrulaştırmak için akademik üretim yapan, aslında herhangi bir konuyu araştırmaya başladığında araştırmanın sonuçları konusunda kararını çoktan vermiş olan akademisyen bir noktadan sonra mesleğine ihanet etmiş oluyor çünkü empirik verilerle ideolojik varsayımları karşı karşıya geldiği zaman, ideolojik duruşuna dair bir pozisyon seçtiği için bu sefer algıda seçici bir şekilde empirik bir analiz yapmak durumunda kalıyor ve işine gelmeyen noktaları analizinin içine sokmuyor. O da bir noktadan sonra çok kolaycı, birçok farklı gelişmeyi bir potada eriten, akademik açıdan da çok tatmin edici olmayan analizlere yol açıyor. Bunu çok tehlikeli buluyorum ve ne yazık ki, Türk sosyal bilim camiasında çok sık bir şekilde yapıldığını düşünüyorum. Tabii ki sosyal bilimleri ideolojiden tamamen arındırmak mümkün değil ama empirik veriler ışığında analiz yapmak akademisyenler olarak bizim sorumluluğumuz.
Hocam diyorsunuz ki neoliberalizmden vazgeçelim. Aslında bütün tartışma buradan çıktı. Türkiye’yi anlarken neoliberalizm kavramı bize artık (ya da hiçbir zaman) pek bir açıklayıcılık sunmuyor. Anlamaya dair bir şey sunmuyor. Neden böyle düşündünüz ve hakikaten size bunu düşündüren belirli bir siyasi hamle miydi ya da son zamanlarda cereyan eden genel bir trende bakarak mı bunu söylediniz? Son on yıla bakarak mı, 2008 krizinden sonra mı böyle düşündünüz? Biraz bunu açar mısınız, neden vazgeçmeliyiz ve devamla, yerine hangi kavramı öneriyorsunuz?
Ben Twitter’da çok büyük bir tartışma başlatmak amacıyla bu mesajı paylamamıştım ve ilk etapta bu tweetin bu kadar büyük bir tartışma yaratmış olmasına da çok şaşırdım. Zaten bir noktadan sonra da o tartışmayı devam ettirmemeyi tercih ettim çünkü yüzlerce mesaj atıldı. Fakat sanırım tweetimin bu kadar büyük bir tartışma yaratmasının temelinde, birçok kişinin neoliberalizm kavramının Türkiye’de kullanılma tarzının çok basit ve içinin boş bir şekilde kullanıldığını düşünmeleriydi. Dolayısıyla aslında birçok kişi de bu tartışmada benim iddiama destek verdi ve onun üstünden iki taraf arasında büyük bir tartışma koptu. Sanırım birkaç noktaya değinmem gerekiyor burada.
Birincisi, ilk soruya cevap olarak, ben Türkiye’nin 2020 yılında geldiği noktada, takip ettiği ekonomik politikaların veya ekonomik modelin artık neoliberalizm kavramı üstünden anlaşılamayacağını, neoliberalizm kavramının bu politikaları doğru tespit etmek için yetersiz kaldığını düşünüyorum. Burada da empirik verilerden yola çıkarak bu analizi yapıyorum. Türkiye’nin örneğin dış ticaret politikalarına baktığımız zaman giderek artan oranda merkantalist bir çizgiye geldiğini görüyorum. Bir şekilde dış ticaret açığını azaltmaya çalışan, Türkiye’nin mümkün olduğunca daha az ithalat yapmasını sağlamaya çalışan politikalar takip edildiğini görüyorum. Bunun içinde, örneğin ilaç sektörünü mümkün olduğunca yerli üretime çekme çabası da var. Akıllı telefonlar başta olmak üzere birçok lüks tüketim malına ÖTV getirerek ithalatını azaltma çabası da var, yerli bir savunma sanayi veya yerli otomobil yapımı üstünden yine benzer şekilde ülkenin kısıtlı dövizini Türkiye’de tutmak hedefi var. Yine benzer şekilde hükümet Türk lirası üstünden ikili dış ticaret anlaşmaları yapmaya çalışıyor ve Türk lirasını daha ön plana çıkarmayı hedefliyor. Dış ticaret açısından bakınca, neoliberal bir sistem ya da neoliberal bir ideolojiyle uyum sağlayacak bir politika göremiyorum.
Finans sektörü üstünden baktığım zaman artık ortada bir mali disiplin kalmadığını görüyorum. En azından yakın zamana kadar hükümetin resmî politikası faizlerin enflasyonu yarattığı, dolayısıyla faizler düşerse enflasyonun düşeceği inancıydı… Bu 70’ler sonundan beri monetarist dediğimiz neoklasik iktisadi teorilerle temelden zıt bir görüş ve zaten bunun devamında Merkez Bankası’nın bağımsızlığının ortadan kaldırılmasına yol açtı. Dahası Türkiye’deki finans çevrelerinin saygı duyduğu birçok siyasetçi tasfiye edildi ya da gölgede kaldı. Ve bunun üstünden aslında AKP’nin iktidardaki ilk yıllarında yaşanan teknokratlaşma süreci tersine döndü. Zaten işte Berat Albayrak gibi hiçbir tecrübesi olmayan, ekonomik bilgi birikimi yüksek olmayan bir siyasetçinin Hazine’nin başına geçirilmiş olmasını ve Türkiye’nin mali politikasını belirleyen bir güce ulaşmış olmasını biz neoliberal bir mantıkla okuyamayız. Özel sektör üstünden baktığımız zaman devlet bankalarının sistematik olarak yandaş şirketlere kredi aktarması, belediyelerde yaşanan çok çarpıcı yolsuzluklar, Varlık Fonu üstünden Erdoğan’ın ekonomi üstünde çok güç sağlamaya başlaması hep aynı klasik neoliberal çizgiden sapmanın emareleri olarak ortaya çıktı. Hükümet bir sınıf olarak burjuvaziyi beslemek yerine, o grup içinden kendisine yakın gördüğü belli başlı firmaları sistematik olarak öne çıkarıyor; diğerleriyle de bazı durumlarda mallarına el koyacak seviyede kavga edebiliyor. Özel sektörün neoliberal bir düzende görüldüğü tarzda devleti hakimiyetine aldığını söylemek de güç. Bunlara ilaveten siyasi hedefleri karşılamak için takip edilen kur politikasını hatırlamalıyız… Türkiye uzun süre boyunca ne serbest kur politikası güttü ne de döviz kuru çapa politikası güttü. Uzun süre siyasi kaygılarla Türk lirasını suni bir şekilde ve milyarlarca döviz rezervini harcayarak güçlü tutmaya çalıştı.
Bütün bu politikaları yan yana koyduğum zaman dedim ki artık neoliberal modelden o kadar ciddi bir sapma var ki bunu böyle ufak istisnai uygulamalar olarak görmemiz mümkün değil. Türkiye artık AKP iktidarında çok farklı bir yöne doğru gitmeye başlamış. Dolayısıyla o mesajı yarı ciddi, yarı gülerek gönderdim ama ana hatlarıyla görüşüm de oydu. Aslında benim orada eleştirmeye çalıştığım birebir sizin bir önceki sorunuzda tespit ettiğiniz sorundu: Yani artık neoliberalizm ya da neoliberal kelimesi o kadar çok şeyi açıklamak için ve o kadar sık bir biçimde kullanılıyor ki bu kavramın Türkiye’de çok açıklayıcı bir özelliği kalmadı ve sanırım benim mesajıma bu kadar yoğun tepki gelmesinin bir nedeni destek bulması ve ciddi bir tartışma başlatmasıysa, diğer bir nedeni de bu kavrama dayanarak, Türkiye’de sosyal bilimlerin çok farklı alanlarında üretilmiş geniş bir literatürü eleştiriyor olarak görülmesiydi. Neoliberal kelimesi artık tedavülden kalkarsa, bir gecede cahil kalacak bir dolu akademisyen var. Sanırım bu durumun yarattığı bir tepkiyle de bana sert çıkanlar oldu. O akademisyenlerin yazdıkları makalelerinin başlıklarına şöyle bir baktım. Mutlaka neoliberalizm kelimesi geçiyor. Yani dolayısıyla sanırım şunu düşünerek de bana sert çıkmış olabilirler: Türkiye‘yi artık hâlâ neoliberal olarak nitelendiremeyeceksek, bizim yaptığımız akademik üretimin bir anlamı kalmayacak. Belki farkında olarak, belki de istem dışı sanırım onları böyle bir tepki vermeye sürükledi tartışma.
Halbuki aslında benim bu tartışmaya başlarken çıkış noktam şuydu. Hani sorunuzun ikinci kısmı üzerinden belki bunu daha detaylandırabiliriz. Türkiye’nin niye bu yola girdiği ve ne zaman bu yola girdiği… Bence asıl tartışılması gereken noktalar bunlar. Benim gözümde Türkiye’nin neoliberal olmadığı çok açık, isteyenle tabii ki tartışırım ama benim açımdan artık bu kavramsal tartışmanın çok bir anlamı kalmadı. Nitekim bana tepki gösteren bazı Marksist akademisyenlerin son dönem yazdıkları makalelere baktım, aslında benim kadar sert ve açık bir şekilde olmasa da, onlar bile farklı kelimeler ve tabirler kullanarak aslında Türkiye’nin neoliberal patikadan biraz çıkmaya başladığını yazmışlar; her ne kadar o yoldan tamamen ayrıldığını iddia etmeseler de. Belki sağlıklı tartışma Türkiye’nin bu farklılaşmaya ne zaman başladığı ve neden bu yola girdiği olmalı.
O tartışmayı yaparken de aslında demin sorunuzun içinde geçiyordu, tabii ki 2008 dünya finans krizinin burada bir etkisi var. Yani dünya genelinde zaten neoliberal modeli zayıflatan ve neoliberal politikaların aslında Batı ülkelerinde bile, bu politikaların çıktığı ülkelerde dahi ciddi destek kaybetmesine yol açtığı için önemli 2008 krizi. Fakat ben Türkiye’de daha önemli faktörün iç siyasetten kaynaklandığını düşünüyorum. Takip ettiğim daha Marksist iktisatçılar bağımlı kapitalist modelle bir şekilde Türkiye gibi ülkelerin periyodik krize girdiği için bu krizin yaşandığı iddiasındalar ama aslında iktidarın yaşadığı sıkıntılı olaylara bakınca bunların hepsinin temel nedeninin siyasi olduğunu görüyoruz. Tabii ki, ekonomi daha iyi gitseydi ve büyüme sürdürülebilseydi bu krizler belki daha az şiddetli yaşanırdı ama yani ne Gezi sürecindeki protestolar, ne Gülen Hareketi’yle yaşanan kavga, ne 2015 Haziran seçimleri ve yükselen Kürt siyasi hareketi ve tabii HDP’nin barajı aşması, ne de akabinde yaşanan darbe teşebbüsü ve 2017 referandumuyla birlikte muhalefetin bir araya gelip iktidarı giderek zorlaması ekonomik krizlerin yansıması… Açıkçası hani iktidarın girdiği bu yolda attığı adımların, yaptığı hamlelerin daha çok bu yaşadığı siyasi krize cevap vermek için ortaya çıktığını düşünüyorum.
İkinci tespitim, iktidarın, özellikle Erdoğan’ın Babacan üstünden şekil bulmuş, bizim daha düzenleyici neoliberalizm dediğimiz denge ve denetleme kurumlarına dayanan neoliberalizmden sapmasının nedeni iktisadi kriz olmadığıdır. Bilakis artık Türkiye’de ekonomik büyüme sağlandığı için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu modelin kısıtlayıcı kurumları olmadan da devam edebileceğinin düşünmesi ve onun üstünden giderek siyasi alanda ağırlığını, otonomisi artırmak için iktisadi alanda da serbestlik araması… Yani Türkiye iktisadi krize girdiği dönemde neoliberal programı devam ettirmek için o politikalardan sapmış ve otoriterleşmiş değil. Krizin siyasi yönleri ve ekonomi yönetimi içinde yaşanan ağır kavgaları çok hafife alıyor bu literatür.
Kısmen yanıtlamış oldunuz ama daha netleştirmek için… Ortaya koyduğunuz bu analizin aslında iki eleştirisi yapılabilir. Birincisi aslında neoliberalizmi artık “aşmış”, neoliberalizmin bozulmuş bir biçimini (disfigured) tanımladığınız için, zaten normalde neoliberal dönüşümleri, neoliberal siyasetleri, neoliberal perspektifi örtülü de olsa olumladığınız anlamı çıkabilir. İkincisi de halihazırda var olan neoliberalizm (actually existing neoliberalism) literatürü zaten “bu neoliberalizm böyle bir şeydir, farklı tezahürleri olur. Her yerde aynı biçimiyle gözlemlenebilecek bir fenomen değildir” iddiasında. Bu sorulara ne yanıt verirsiniz?
Güzel özetlediniz, ikisi de çok önemli noktalar. Bu analizi yaparken benim kastım neoliberal modeli ya da neoliberalizmi olumlamak değil. Sanırım bazıları neoliberalizmi küfür olarak kullandıkları için, ben hükümete neoliberal değildir dediğim zaman, o kadar küfretmeyin, AKP o kadar da kötü değil demeye çalıştığımı düşündüler. İşte sanırım sol siyasi jargonda, birine faşist demek neyse, iktisadi anlamda bazı sol çevreler için bir partiye veya hükümete neoliberal demek de o. Mesela Ortadoğu çalışmalarında bunun karşılığı oryantalizm. Birine oryantalist dediğiniz zaman, ondan daha ağır bir küfür yoktur. O kişinin artık iki yakası bir araya gelmez. Sanırım neoliberalizm bu şekilde kullanıldığı için bazı çevreler benim AKP’yi ya da hatta neoliberalizmi en azından olumladığımı düşündüler: Hayır. Benim böyle bir amacım yok. Ortaya attığım alternatif kavram, ahbap çavuş kapitalizmi de son derece “kötü” rejimleri tanımlamak için kullanılır literatürde. Otoriter, siyaseten kapalı, işçi sınıfını ezen, geniş halk kitlerinin yaşam standartlarını düşüren politikaları takip eden hükümetler için bu kavram kullanıldı başka ülkelerde. Dolayısıyla bir kez alternatif olarak öne sürdüğüm kavram da hiçbir olumlu özellik taşımıyor.
Neoliberalizmi olumlama meselesine geldiğimizde de, aslında ikinci sorunuza gelmiş oluyorum. Halihazırda var olan neoliberalizm literatürünün güçlü tarafları olduğunu düşünüyorum çünkü gerçekten neoliberalizm ideal tiptir. Sonuçta belli politikalar var, belli öngördüğü kurumsal yapı var fakat her yerde bu kurumsal yapı ve politikalar aynı şekilde işletilmiyor. Bazı melez modeller ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu kavramı biraz sündürmemiz gerekiyor fakat işte o kavramı sündürmenin de bir sınırı var. Bir noktadan sonra siz eğer artık bazı politikaları sürdürüyorsanız, o kavramı kullanmanız mümkün değildir. Bir şeyler değiştiği zaman, artık neoliberalizm kullanılamaz diyebilmemiz lazım. O literatürde ben bu tartışmanın pek yapılmadığını görmüyorum ve bu nedenle de eksik buluyorum. Örneğin Türkiye’yi bir kenara bırakalım, Çin’den örnek vereyim. Çin komünist bir rejime sahipti. Mao döneminde özellikle, çok koyu, güçlü, hayli otoriter bir komünist bir yönetim vardı. Sonra Komünist Parti iktidardan ayrılmasa bile rejimi iktisadi anlamda ülkeyi yavaş yavaş açtı. Şimdi 70’ler sonunda, 80’lerde biz Çin’e hâlâ komünist diyorduk, fakat o iktisadi açılma o kadar devam etti ki bir noktadan sonra biz artık Çin’e, Çin Komünist Partisi iktidarda olmasına rağmen, komünist demiyoruz değil mi? Yani bir yerde sınırı çektik.
Şimdi ben AKP’ye de bu şekilde bakıyorum. AKP’yi belirli bir döneme kadar neoliberal olarak nitelendirmek doğru ama bu kavramı hâlâ kullanmak yanlıştır. Yine ilk sorunuza dönmem gerekirse, AKP’nin iktisadi büyüme sağladığı ve düzenleyici neoliberalizmle ülkeyi yönettiği ilk döneminde, yani belki ilk iki dönemi diyebiliriz, 2002’den 2009’a, belki 2010’a kadarki dönem, 2010 sonrası dönemden çok farklı. Hem takip ettikleri politikalar, hem de tabii bunun yarattığı sonuçlar. Yani aslında 2002-2009 yılları arasında Türkiye’de birçok ekonomik veri aslında olumlu yönde değişti. Sadece ortalama gelir yükselmesini, Türk ekonomisinin yükselmesini değil, eşitsizlik oranının azalması ve bir şekilde refahın daha geniş kitlelere ulaşması olarak da bunu söylüyorum. Dolayısıyla o dönem iktisadi açıdan daha olumlu. Böyle söyleyince neoliberalizmi olumlamış olmuyorum. Ben şunu söylüyorum: Halihazırda var olan neoliberalizm kavramı üstünden düzenleyici neoliberal yönetimler, yani denge ve denetleme kurumlarının güçlü olduğu, bir şekilde regülasyonun devam edebildiği, şeffaflığın ve hukuk devletinin daha güçlü olduğu yönetimler, yani işte Batı Avrupa’da gördüğümüz bazı örnekler gibi, bunlara sahip olmayan neoliberal hükümetlere göre daha olumlu sonuçlar verirler. Fakat ben bu yönetimlerin nispeten olumlu bazı sonuçları olmakla birlikte hâlâ yetersiz kaldığını düşünüyorum ve bir sosyal demokrat olarak o denge-denetleme kurumlarını korumanın yanında, aynı zamanda başta eğitim, sağlık, yaşlılara bakım gibi alanlarda kamucu sektörün daha güçlendirilmesi gerektiğini, eşitsizlikle, yani neoliberal modelin yarattığı eşitsizlikle daha iyi bir şekilde mücadele etmemiz gerektiğini ve bunu sadece piyasaya bırakamayacağımızı düşünüyorum. Dolayısıyla biraz yetmez ama evet gibi bir yanıt vermiş oldum!
Türkiye’nin 2001 krizinden çıkarken, ondan kurtulurken takip ettiği ekonomik program kötü bir program değildi, yetersiz bir programdı. İktisadi krizden çıkıldıktan sonra bizim gelir dağılımındaki eşitsizliği daha azaltacak politikalara ağırlık vermemiz gerekiyordu. Mesela o dönem dünyada en iyi uygulayan benim gördüğüm ülke Luna dönemi Brezilya’sıydı. Onun da açmazları vardı ama örneğin eşitsizlik, hâlâ belirli bir neoliberal yapının içinde kalmalarına rağmen, belli oranda düştü çünkü çok ciddi sosyal politikalar takip ediliyordu. Benim arzu ettiğim bunun da ötesine geçecek, sosyal politikalara, kamucu programlara sahip olan bir rejimdir. Neoliberalizmi olumlamıyorum, eksikleri olduğunu düşünüyorum fakat böyle tek tip bir sloganlaştırılan neoliberalizm eleştirisini de yetersiz buluyorum.
Sizin önerinize gelelim… Ahbap çavuş kapitalizmine… Makalelerinizde neo-patrimonyalizi de sıkça kullanıyorsunuz. Bu iki kavramı birbirinin yerine kullanmıyorsunuz elbette. Bu iki kavram ne anlama geliyor ve asıl önemlisi, bu kavramlar Türkiye’ye dair nasıl bir açılım sağlıyor?
Birbirinin yerine kullanabilecek kavramlar değil çünkü neo-patrimonyalizm siyasi rejimi nitelendirmek için kullanılan bir kavram. Siyasi kurumların zayıfladığı, siyasi gücün tepedeki lider ve onun etrafında konumlanan dar bir danışman, siyasetçi ve aile üyelerinden oluşan grubun elinde olduğu ve aslında alınan bütün kararların da kurumların kontrolünden azade bir şekilde bu grup tarafından alındığı siyasi yönetimleri tanımlamak için kullanılan bir kavram. Dolayısıyla böyle bir neo-patrimonyal yapı aslında çok farklı ekonomik modellerde de görülebilir. Siyasi rejimin nasıl çalıştığını nitelendirmek için kullanıyorum kısacası. Ahbap çavuş kapitalizmi ise ekonomik modeli nitelendirmek için kullanılır. Ben onları eşdeğerden ziyade yan yana kullanmaya çalışıyorum. Ahbap çavuş kapitalizmi bir şekilde iktidardaki yapıyla, bu bir güçlü parti olabilir, askerî yönetim olabilir veya neo-patrimonyal yapıda tek bir lider olabilir, ona destek veren yandaş iş dünyası arasında kurulmuş partizan kaynak dağıtımına dayalı bir ekonomik model. Burada ekonomik üretimi belirleyen şey neoliberalizmin öngördüğü gibi piyasa kurallarından ziyade, daha çok siyasi saikler oluyor. Çünkü siyasetçiler kendilerine yakın gördükleri iş dünyasından bazı kesimleri öne çıkarıyor, kayırıyorlar. Bunu çok farklı metotlarla yapabiliyorlar, devlet bankalarından partizan kaynak aktararak özelleştirme politikaları takip ediyorlar, devlet kaynaklarını belli kesimlere aktararak, vergi cezası veya ceza indirimi üstünden bazı çevreleri ödüllendirip bazı çevreleri de zayıflatarak, kamu ihalelerini daha çok yandaş iş dünyasından kesimlere dağıtarak yapıyorlar. Onları güçlendirme yolunu takip ediyorlar. Yani bu tarz yolsuzlukların çok ayyuka çıktığı, iktisadi alanda politik faktörlerin daha belirleyici olduğu ve piyasa ekonomisinin işleyişine siyasi elitlerin çok sistematik bir şekilde müdahale ettiği, ekonomik üretimin daha çok bu yandaş şirketlerin ağırlıkta olduğu bazı sektörler üstünden gerçekleştiği ekonomik modellere biz ahbap çavuş kapitalizmi diyoruz.