Patates, Soğan, Güle Güle Erdoğan? Türkiye’de Hegemonya Mücadeleleri (III)

Desizyonist-polikratik yapı

“Türkiye’de Cehennem” makalemde Türkiye’deki siyasi yapının giderek daha desizyonist ve polikratik hale geldiğini analiz etmiştim. Siyasal yapı, kuralların ve yasaların anayasanın ve kurumların “kısıtlayıcı” çerçevesi kapsamında müzakere edilmesi yerine, güçlü iktidar öznelerinin kararları tarafından belirlenmesi bakımından dezisyonisttir (kararcı); iktidarın zirvesi olan cumhurbaşkanının altında yine desizyonist bir şekilde hareket eden bir dizi iktidar öznesinin ortaya çıkması, güç ve nüfuz için birbirleriyle yarışması ve Erdoğan’ın bu bilek güreşinde en son kertede bağlayıcı karar veren üst hakem olarak tahta oturması bakımından polikratiktir (çok-iktidarlı).

Bu yapı, kendine özgü bir hakimiyet biçimidir ve bu şekilde analiz edilmelidir. Anayasal-liberal rejim modelini normatif bir ideal olarak alıp mevcut yapıyı sürekli o ideal yapının normları açısından eksik olduğu yönünden eleştirmemek gerekiyor. Öyle yapıldığında alışageldiğimiz “tek adam sisteminin irrasyonalizmi/işlevsizliği” gibi artık ezberlenen formüllere dönüşmüş, ancak sistemin sürekliliğini ve toplumsal desteğini açıklayamayan, dolayısıyla pratik nedenlerden epistemoloji/teoride zaaflı ve bununla bağlantılı bir şekilde pratikte de eksik kalan tepkisel tavırlara gerilemiş oluruz. Farklılıkların ve çatışmaların nesnel-kurumsal dolayımlar yerine patlaklar biçiminde ve doğaçlama oluşturulan mutabakatlar halinde cereyan etmesi, böyle bir sistem için yalnızca belirli koşullar altında işlevsizdir, o koşulların olmadığı durumlarda ise sistemin yeniden üretim biçimlerinin ta kendisidir. Dolayısıyla, böyle bir sistemin başlı başına temelden istikrarsız ve çökmeye eğilimli olduğu düşüncesine dayanmak tehlikeli bir yanlış değerlendirmedir. Benzeri eksik yorumlar liberal ve komünist yazımda tarihsel Alman ve İtalyan faşizmi karşısında yapılmıştır; bundan ders çıkarılmalıdır.

Erdoğan, daha önce de olduğu gibi, desizyonist-polikratik yapıdaki gidişatı sadece uygulamalarıyla değil, aynı zamanda desizyonist eylemi kamuoyu önünde teşvik ederek de belirledi: İdari bürokrasideki engellerden şikâyet eden AKP milletvekillerine Erdoğan, “[b]iz bürokrasideki engelleri yıka yıka geldik. Gerekirse siz de yıkacaksınız” diye seslendi. Benzer şekilde, Ekonomi ve Maliye Bakanı Nebati de Mart 2022’de yatırımcılara şunları söyledi: “Bir problem yaşadığınızda bize hemen ulaşırsınız. En sevmediğim konu da şu yatırımcılara zorluk çıkaran mevzuat ya da bürokrasidir. Hep beraber kavga edelim, bürokrasiyi alaşağı ederiz, arkamızda Cumhurbaşkanımız var rahat olun, mevzuatı da değiştiririz. Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nde hızlı adımlar atıyoruz.”

Özellikle yargı mücadelesinde son aylarda desizyonist-polikratik yapıda önemli değişiklikler oldu. Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan, önceki yıllarda olduğu gibi, son zamanlarda da özgür ve özerk üniversiteler gibi liberal-anayasal unsurlar üzerinde ısrarla durdu. Bu durum, Boğaziçi Üniversitesi’nde Erdoğan tarafından atanan ancak tüm üniversite tarafından reddedilen rektörle ilgili mücadele göz önüne alındığında elbette çok kritik. Arslan aynı zamanda, yine önceki yıllarda da olduğu gibi, adil yargılanma hakkının çok fazla ihlal edilmesini de önemli bir sorun olarak nitelendirdi. Ancak, damardan bir Erdoğancı olan İrfan Fidan’ın –eski bir İstanbul başsavcısı olup çok açık bir şekilde siyasi amaçlarla ve dolayısıyla hiç de üstü örtülmemiş kadar net bir siyasi prosedürle oraya atanan– Anayasa Mahkemesi hakimliğine terfi ettirilmesinden bu yana AYM içindeki güç dengesi, insan hakları ve özgürlüklerle ilgili temel kararlarda olumsuz bir şekilde ve (devlet) güvenliğinin çıkarları doğrultusunda karar veren siyasi blok lehine giderek daha fazla eğildi. Erdoğan’ın AYM başkanı olarak Fidan’ı istediği ve bunun için sadece Arslan’ın görev süresinin dolmasını beklediği söyleniyor.

Eski Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile girdiği iktidar mücadelesini kaybedeceği de geçen yılın ekim ayına doğru belli oldu. Gül, devlet içindeki milliyetçi-otoriter blok tarafından, amaçlanan daha da sert otoriterizm ve kadrolaşma politikası için bir engel olarak görülüyordu. Son aylardaki anlaşmazlık noktalarından biri, Soylu’nun muhtarlardan mahkeme davalarını ve kararlarını beklemeden kararlı bir şekilde hareket etmelerini açıkça talep etmesiydi (kaçak olarak inşa edildiği iddia edilen binaların yıkılması söz konusuydu). Gül, bu konuda hukukun üstünlüğünün önceliğini vurguladı. Gül, Soylu’nun İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne karşı yürüttüğü söz konusu “terör” soruşturmalarına ve diğer hukuksuz işlemlere de karşı çıkmıştı. Ocak 2022’nin sonunda, sözde “görevinden af dileği” nihayet kabul edildi, yani Erdoğan tarafından görevden alındı. Bunun öncesinde Gül’ün etrafındaki bloğun yüksek yargıdaki milliyetçi-otoriter bloğa karşı güç kaybettiği kulislere yansımıştı.

Abdülhamit Gül ya da Zühtü Arslan gibi aktörler, desizyonist-polikratik yapıya karşı burjuva-demokrat bir muhalefetten ziyade, onun içindeki bir nüansı temsil ediyor. Desizyonizmin kontrolden çıkması halinde hegemonik düzenin dağılmasından korkup ve bu nedenle desizyonizmin önünü açtığı en uç biçimlerinin kısmen geri çekilmesini veya zayıflatılmasını amaçlıyorlar. Gül’ün devrilmesiyle birlikte desizyonist-polikratik yapı içindeki ılımlı “kanadın” bir yenilgiye uğradığı açıktır. Erdoğan’ın, AKP döneminde iki kez adalet bakanlığı yapmış olan ve şimdi yeniden bakanlığa atanan Bekir Bozdağ’a, Abdülhamit Gül döneminde görevlendirilen dindar/cemaatçi kadroların tasfiye edilmesi ve, 2016 sonrasında olduğu gibi, muhafazakârlar ve milliyetçilerin yanı sıra bazı sosyal demokratların da içine katıldığı bir yargı birliği kurulması talimatını verdiği bildirildi. Sonuncusu muhtemelen yargının AKP tarafından kontrol edildiği izlenimini ortadan kaldırmayı ve dolayısıyla burjuva muhalefetini yatıştırmayı ve entegrasyonunu amaçlıyor. Ancak hemen hemen bütün önemli siyasal davalarda bir veya öbür şekilde parmağı olup şahin kararlar veren, bu kararlarının yer yer AYM kararlarıyla çelişmesini bir de desizyonist-polikratik yapıyı tam da teyit eden bir açık sözlülükle “burası Türkiye” diye savunan Akın Gürlek’in adalet bakan yardımcısı yapılması, İçişleri Bakan Yardımcısı Muhterem İnce’nin ise muhtemelen AYM hakimliğine hazırlanması, bu gidişata müdahale edilmezse nereye doğru gideceğine dair çok net ipuçlarıdır…

Gül’ün görevden alınmasına TÜİK Başkanı Sait Erdal Dinçer’in görevden alınması da eşlik etti. 2022’nin başında, başında bulunduğu enstitünün güya çok yüksek enflasyon rakamları yayımlaması nedeniyle Erdoğan’ın kendisine kızgın olduğu biliniyordu. Erdoğan, TÜİK’in yayınlarında enflasyonun “yapay” ve “dış kaynaklı” olduğunu yeterince açık bir şekilde vurgulamadığından da şikâyetçiydi. Ancak TÜİK uzun zamandır bütün ciddi ve bağımsız gözlemciler tarafından eleştiriliyordu; eleştirmenlere göre bunun nedeni ise Erdoğan’ın iddiasının tam tersine rakamların kasıtlı olarak çok düşük gösterilmesiydi. Görevden alma kararından önce, hepsi de makroekonomik rakamların siyasi motivasyonla manipüle edilmesini içeren bir dizi küçük karar alındı: Maliye ve ekonomi bakanları ile TCMB başkanlarının sürekli değiştirilmesinin yanı sıra, bir süredir TÜİK’in bazı çalışanlarının TÜİK’in rakamları manipüle etmesine karşı çıktıkları ve bu nedenle işten çıkarıldıkları yönünde bilgiler sızıyordu. Hatta daha yeni, mayıs ayı enflasyon rakamlarının açıklanmasından önce TÜİK içinden istifalar sunulduğu ve raporlar alındığı haberleri geliyordu. Öte yandan, birkaç yıl önceki enflasyon ve büyüme rakamlarına benzer şekilde, dış borç hesaplaması da kozmetik olarak süslenmiş, ancak söz konusu temel veriler yine de zayıf kalmıştır. Ancak otoriter konsolidasyon sürecinin tüm çabalarına rağmen, rejime yönelik halk desteği zayıflamaya devam ediyor.

Restorasyon mu yoksa halkçı demokrasi mi?

Ekonomik kriz ve bunun geniş halk kitleleri üzerindeki etkilerinin yanı sıra muhalefetin yeni kazanılan belediyelerdeki başarısıyla birlikte, rejim ve muhalefet arasındaki hegemonya mücadelesi doruğa çıktı. Son aylarda yapılan tüm seçim anketlerinin aritmetik ortalaması, seçim havasının açıkça AKP-MHP koalisyonunun aleyhine döndüğünü gösteriyor (daha az güvenilir olmakla birlikte, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin anketler de Erdoğan’ın kazanacağını onaylamıyor). AKP içinden ya da AKP’ye yakın olanlar tarafından yapılan anketler bile AKP-MHP bloğunun ya da cumhurbaşkanı adayı olarak Erdoğan’ın önümüzdeki seçimleri olsa olsa ancak çok küçük bir farkla kazanabileceğini gösteriyor.

Muhalefet bu durumda daha cesur davranmaya başladı: CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu her zamankinden daha agresif. Merkez Bankası, TÜİK, MEB, Et ve Süt Kurumu, TOBB veya SADAT gibi çeşitli devlet kurumlarını ve önemli güç aktörlerini ziyaret ederek hesap verebilirlik ve uygun fiyatlar talep etti ve/veya meydan okudu, dolayısıyla kapsamlı hegemonya politikaları izledi. TOBB’a yapılan ziyaret, tarihsel olarak AKP’ye (ve genel olarak merkez sağa) yakın olan KOBİ’leri muhalefetin safına çekmeye yönelik ilk ciddi girişimdi. Aynı zamanda Kılıçdaroğlu, iktidara geldiklerinde yasadışı veya taraflı davranan bürokratları cezalandıracaklarını ilk kez açıkladı. AKP üyeleri bu açıklamadan sonra bürokrasiden daha fazla dirençle karşılaştıklarını bildiriyorlar. Kılıçdaroğlu’nun kendisi de o zamandan beri muhalefete devletteki yolsuzluk ve kayırmaya dayalı kaynak israfına ilişkin daha fazla iç belge gönderildiğini bildiriyor ve kendisi bunların bazılarını, örneğin “AKP’nin kaçış planını” yayınlıyor. Milletin Sesi başlığı altında Türkiye çapında düzenlenecek bir dizi miting, Aralık 2021’de Mersin’de başlatıldıktan sonra bir sonraki duyuruya kadar ertelendi, ancak erken seçim talebiyle Ramazan ayından sonra (ilki 21 Mayıs’da İstanbul’da olmakla beraber) devam edildi. Başka açılardan da yenilikler var: CHP, yaklaşan seçimler öncesinde iç seferberlik için yeni bir savaş senaryosunun kullanılacağı korkusuyla, Suriye ve Irak’taki yurtdışı askerî operasyonlar için tezkerenin iki yıl uzatılmasına yıllardan sonra ilk kez parlamentoda desteğini vermeyi reddetti. Buna ek olarak, CHP ve kısmen İYİ Parti, “Kürt sorununu” çözmek için HDP’yi parlamentodaki meşru Kürt temsiliyeti olarak açıkça tanıdılar.

Uysal ana muhalefet bloğu

Bununla birlikte, ana burjuva muhalefet bloğunun taktikleri de paternalist kalmakta (baba figürü vârisi olup, halkı sürekli küçük bir çocuk gibi tembihleyen ve kararları –kendisinde var olarak gördüğü güya üstün bir akıl/bilgeliği nedeniyle– halkın yerine veya ondan daha akıllıca verebilmeyi kendisine layık gören bir politika tarzı) ve Türkiye Cumhuriyeti’nin otoriter mirasının içinden konuşmaktadır. Neoliberalizmin restorasyonunun ötesine geçen bir perspektif öngörülmemektedir.

İçerik açısından, Türk milliyetçiliği ve şovenizmi okşanmaya devam ediliyor: Suriyeli mültecilere karşı ajitasyon ve muhalefet bloğunun iktidara gelmesi halinde onları “davul zurnayla” veya “demokratik yollarla” ülkelerine geri gönderme niyetinin sık sık dile getirilmesi, ana muhalefet burjuva bloğunun siyasi gündelik yaşamının bir parçası. Sorunlu bir şekilde, bu “gönderme” siyaseti çok yüksek bir onayla karşılanmaktadır (bir ankete göre nüfusun yüzde 80’inden fazlası). Kılıçdaroğlu ise Bahçeli ile kimin daha gerçek milliyetçi olduğunu tartışıyor. Ekonomi politikasında da hükümet, Türkiye’nin bağımlı finansallaşması nedeniyle “gayri milli ve gayri yerli” olmakla eleştirilirken, ana muhalefet bloğunun neoliberalizmi ve dolayısıyla aynı bağımlı finansallaşmayı restore etmeyi amaçladığı gölgeleniyor. Emek bakış açısından kısıtlayıcı iş kanunu ve örgütlenme hakkı (sendikalar veya grev hakkı ile ilgili) köklü bir şekilde gözden geçirilmesi de dahil olmak üzere sosyal hakların ve işçi haklarının güçlendirilmesi, TÜSİAD’ın yukarıda bahsedilen raporunda olduğu gibi bu partiler arasında da çok nadir dillendirilir. Ana muhalefet bloğunun Şubat 2022 sonunda açıkladığı “güçlendirilmiş parlamenter sistem” perspektifine yönelik manifesto, başkanlık sistemini yıkma niyetini beyan ediyor, ancak 2000’li yılların neoliberalizmine alternatif bir ekonomik programın bulunmayışı bir yana, ne Kürtlerin ne de Alevilerin sorunlarına atıfta bulunuyor; sosyal adalet ise bir yan cümlede geçiştiriliyor. Kısa bir zaman önce 6’lı masa tarafından yayımlanan ekonomi reformuna dair raporda da neoliberalizme bir alternatif bulunmuyor. 

“Kürt sorunu” ve HDP’nin “tanınması” çok sorunlu bir şekilde tutarsızdır (Mesut Yeğen ana muhalefet bloğunun HDP’ye yaptığı iyi niyetli referansları sıraladığı makalesinde kanımca bunu yeterince dikkate almıyor): Bir yandan bu “tanıma” Abdullah Öcalan ve PKK’yı müzakere ortağı olarak temelden reddetmeye hizmet ediyor. Ne de olsa “Kandil denen yuvayı yerle yeksan etmezsem Kılıçdaroğlu demesinler,” diyen bir ana muhalefet partisi lideri var. Bu nedenle de kendisi Kandil’e yönelik mevcut geniş çaplı askerî harekâtı da savunuyor. Halbuki PKK’nın askerî olarak yenilgiye uğratılması pek mümkün görünmemektedir. Dahası, PKK ve Öcalan Kürt nüfusu arasında çok yüksek bir onay düzeyine sahipler. Dolayısıyla rejimin şu anda yaptığı gibi savaş seçeneğine bel bağlamak, zaten onlarca senedir süren bir savaşı kanlı bir şekilde sürdürmekten başka bir işe yaramayacak ve kesinlikle toplumsal barışa katkıda bulunmayacaktır.

Öte yandan, HDP’nin “tanınması” da yarım ağızla gerçekleşiyor: İYİ Parti lideri Akşener, HDP’yi PKK ile birlikte gördüklerini ve “Kürdistan” kelimesinin kullanılmasının “terör örgütüne” (yani PKK’ya) ait olduğunu vurguluyor (ki bu elbette saçmalıktır, Osmanlı’da kürdistan hükümetleri vardır, biraz Yavuz Sultan Selim dönemini okumalılar). Hem CHP hem de İYİ Parti, “terör propagandası” yaptığı iddiasıyla bir HDP milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılmasını desteklemiş; küçük partilerden Gelecek Partisi ise HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının zamanında kaldırılmasını aktif bir şekilde savunmaya devam etmiştir. (Dokunulmazlıkların kaldırılması otoriterizmi güçlendirmiş ve CHP’li Enis Berberoğlu’nun da hapse mahkûm edilmesine yol açmıştır, unutulmasın.) Akşener, HDP’nin terör faaliyetlerinden dolayı olası kapatılmasını, yasaklama sürecini temelden reddetmek yerine, HDP ile “barış sürecini” yürüten partinin, yani AKP'nin de yargılanması talebine bağlıyor. TÜSİAD ayrıca Türkçenin resmî dil ve de eğitim dili olmaya devam etmesi, yani Kürtçenin resmî olarak Türkçe ile eşdeğer kabul edilmemesi gerektiği görüşünde. Yirmi beş sene önce yayımlanmış “1997 TÜSİAD Demokrasi Raporu bile, “Kürt sorunu”ndan ismen bahsettiği ve anadilde eğitim hakkını tanıdığı için bu açıdan daha ileri bir yerde duruyordu.

Burjuva ana muhalefet bloğunun aktörlerinin bu tutumlarıyla “Kürt sorununu” nasıl çözmeyi hayal ettikleri ise müphemdir. Bu durumda, HDP’nin “tanınmasının” da sadece çok kısıtlı bir değeri vardır ve Türk milliyetçiliğinin üstüne örtülmüş ince bir kılıftan ibarettir. Ki bu milliyetçilik Tanrı vergisi değil, değişkendir: Kamuoyu araştırma enstitüsü KONDA tarafından yapılan bir meta araştırması, Türk halkı arasında “barış sürecine” verilen onayın son on yılda büyük dalgalanmalar gösterdiğini ve zaman zaman yüzde 60’a varan onay oranlarıyla zirveye ulaştığını ortaya koymuştur. AKP bir zamanlar bugünkü muhalefetten daha cesurdu: KONDA’ya göre AKP (kuşkusuz kendi hesapları ekseninde ve ancak yarı-ciddi bir biçimde), “barış süreci”ne desteğin yüzde 30’larda olduğu bir dönemde süreci başlattı. Bu durumda, bugünkü muhalefetin kısmen yaptığı gibi, bilinçli bir şekilde siyasi amaçlar için pompalanan Türk milliyetçiliği ve şovenizmiyle aynı safta yer almak, bilinçli bir siyasi karar ve hesaptır, nesnel bir zorunluluk değildir.

Biçimsel açıdan bakıldığında, genel olarak “devletin bütünlüğüne/birliğine” ve özel olarak da başkanlık sistemine yönelik tavizlerin de sürdüğünü görebiliyoruz:

Saçma bir şekilde, hem CHP hem de İYİ Parti, on büyükelçi geçtiğimiz sonbaharda Türkiye’yi AİHM’in Osman Kavala’nın yargılanmasına ilişkin kararlarına uymaya çağırdığı zaman doğrudan hükümetin yanında yer aldı. Osman Kavala tamamen otoriter bir keyfilikle –rejime oluşan büyük burjuva-liberal muhalefeti caydırmak amacıyla– hapse atıldı ve büyükelçilerin aslında oldukça dişsiz olan bildirisi de, şovenist ve sadece sözde anti-emperyalist güç gösterisi için bir kez daha geçmişte benzer olaylarda olduğu gibi rejim tarafından kasıtlı olarak şişirilerek büyük bir tiyatroya dönüştürüldü. Ana muhalefet bloğu bilerek ya da bilmeyerek bu tür davranışlarıyla, yani rejimin keyfî otoriterliğini pekiştirme amacıyla gelişigüzel önüne gelen her şeyi kullanmasına karşı çıkmayıp ve yer yer ona fiilî destekte bulunarak, Kavala ile ilgili keyfî siyasi kararın da bir nevi önünü açmıştır.

Aynı zamanda, ana muhalefet partilerinden bazıları, rejimle mücadelenin çok sıradan asgari noktasında, yani başkanlık sisteminin kaldırılması konusunda bile hâlâ tereddüt ediyor. AKP ile aynı siyasi gelenekten gelen Saadet Partisi’nin genel başkanı, kafa karıştıracak bir biçimde belirli koşullar altında başkanlık sistemini desteklemelerinin imkânsız olmadığını vurguluyor; Gelecek Partisi lideri Davutoğlu, “fikrini değiştirmesi” halinde AKP ve MHP ile elbette masaya oturacaklarını söylüyor.

Öte yandan, iktidara gelmesi halinde yasadışı/partizan bürokratları yaptırımla tehdit eden Kılıçdaroğlu, genel ve kapsamlı bir “helalleşme” istediğinden de bahsetti. Bu “helalleşmenin”, CHP’nin önde gelen kadrolarının oluşan tartışmalar esnasında iddia ettiği gibi sadece kutuplaşmış halk kitlelerini uzlaştırmaya yönelik olmadığı, aynı zamanda devlete ve Erdoğan’a yönelik halkın öfkesini yatıştırmayı da içerdiği kısa bir süre sonra gayet net anlaşıldı. CHP, Milletin Sesi mitingleri çerçevesinde Mersin’de on binlerce kişinin katıldığı kitlesel bir miting düzenlediğinde, Kılıçdaroğlu öfkeli kalabalığı TÜIK’e karşı çıkmamaları ve Erdoğan’ın istifasını talep etmemeleri konusunda uyardı. Çünkü şimdi kavga ve çatışma zamanı değilmiş, birlik ve bütünleşme zamanıymış. Benzeri bir durum, İstanbul’daki Milletin Sesi mitinginde de yaşandı: Kitle ne zaman “gün gelecek, devran dönecek, AKP halka hesap verecek” sloganları attıysa, Kılıçdaroğlu hemen söz alıp ortamın enerjisini kesti (kendi izlenimlerim). Ancak, otoriter-faşist bir sarmalın ve derin bir ekonomik ve hegemonik krizin tam ortasında değilse, başka ne zaman mücadele zamanı olabilir ki? Artık normalde bu tarz eleştirileri maceraperest ve yanlış bulan Murat Yetkin bile bu tavrı satırlar arası hafifçe eleştirmeye başlıyor.

Genel olarak, iki ana (merkez-sağ) muhalefet partisinin yaklaşımı, sokağa çıkma eylemlerini temelden açıkça reddetmek yönündedir. Bu bağlamda, CHP lideri Kılıçdaroğlu geçtiğimiz günlerde bir kez daha kesin bir dille şunları söyledi: “Etkin muhalefet farklı, sahaya inmek farklı [...] Tek bir isteğimiz var, en azından sandık gelene kadar, halkımız mümkün olduğunca rahat etsin. Zaten kökleşmiş sorunları, iktidara geldiğimizde çözeceğiz. [...] Adım adım sandığa giderken, Saray’ın provoke edeceği durumlardan kaçınmak gerekir.” Bu nedenle, DEVA’nın Diyarbakır şubesinin Ekim 2021’de, insanların kendi evlerinde protesto etmelerinin bir anlamı olmadığı, ancak sokaklarda protesto yaptıklarında sonuç elde edilebileceği sözleriyle bir eylem düzenlemesi de –tabii tekil kalan– bir sürpriz oldu. Mahallenin en baba kabadayısı, Soylu’yu yumruklama gibi saçma sapan fantezileri kamuoyuna açıktan dillendirecek kadar çirkefleşmiş ve belli ki çirkeflik üzerinden bir ödül kazanma hedefi olan Ümit Özdağ bile, olay gerçek iş yapmaya ve halkı özneleştirmeye geldiğinde, aynı pasiflikten yana saf tutuyor. Zaten kendisini halk kahramanı olarak sahnelemeye çalışan derin devlet ve mafya mensubu Sedat Peker de öyle (“Türkisches Inferno” makalemde “muhalefetin” bu tarz tavırlarını derledim, bkz. “Die widerständige Türkei und die etatistische Opposition” bölümüne). Benzer şekilde yirmi yıldır Türkiye’nin Berlusconi’si olma isteğinden takdir edilecek bir inatçılıkla vazgeçmeyen Cem Uzan bile aynı kulvarda yüzmeyi tercih ediyor. En sonunda artık Soner Yalçın bile muhalefete RTE’ye karşı olurken devleti çökertmeme gibi bir gereksiz uyarıda bulundu (onlar zaten öyle ki!).

El freninin arkasındaki stratejik hesaplar

Kitlesel seferberliğin ana muhalefet bloğu tarafından ancak kendilerinin tanımladığı hegemonik siyasi çerçevenin dışına çıkamayacağı ve paternalist bir şekilde yönetilebilmeleri ve kontrol edilebilmeleri halinde başvurulacak bir yol olacağı açıktır. Ana muhalefet bloğu, neoliberal rejimin mevcut desizyonist yapısından arındırılarak ekonomik olarak genişletilmiş bir ölçekte yeniden kurulmasını hedefliyor, ancak kısmen otoriter ve milliyetçi ideolojik unsurları içerirken, halkı aktif bir özne olarak görmeyen bir siyasi pratiği de tümüyle muhafaza ediyor. Bunlar, madunların yöneticiler karşısında bağımsız ve aktif davranarak toplumu değiştiren özneler olarak hareket edememeleri için muhafaza ediliyor.

Milliyetçilik ve otoriterlik, yerleşik hale geldiği yerlerde, karşı-hegemonik aktörlere karşı baskıcı işlevlerine ek olarak, içsel olarak son derece eşitsiz ve haklardan mahrum bırakıcı rejimler için madun konsensüsü oluşturmanın pek de yararlı politikalarıdır. Görece bağımsız bir toplumsal siyasetin ve toplumsal mücadelelerin üzerine oluşturulan tahakkümünün mutlaklaştırılmasından başka bir şeyi ifade etmeyen şu devleti putlaştıran sözde “birliği” de burjuva muhalif siyaset alanını bile daralttığı için en çok egemen siyasi rejimin işine geliyor. Dolayısıyla “muhalefet buna niye tavizsiz bir şekilde karşı çıkmıyor” diye insan kendi kendine sorabilir. Ancak muhalefet günü gelince tahakkümü putlaştıran ve meşrulaştıran bu kaynaktan kendisinin de yararlanabileceğini umduğu sürece, onu açıktan ve tavizsiz sorgulamamaya karar verebilir. Belli ki, Türkiye’nin ana muhalefet bloğundaki hiç kimse milliyetçilik, otoriterlik ve devlet fetişizmin oluşturduğu hegemonik kaynaklardan vazgeçmek istemiyor. (Sol-)liberal analistler bu nedenle zamanında AKP’nin ilk dönemlerinde olduğu gibi şimdi de ana burjuva muhalefet bloğunun demokratikleşme potansiyeli ve başarı şansı konusundaki coşkularında kanımca genellikle çok aceleci davranıyorlar.

Türkiye’deki ana muhalefet bloğunun eleştirilerini, milliyetçi ve otoriter kalıpları benimseyerek rejimin “yönetimsel/idari beceriksizliği” ile Türkiye’deki kapitalizmin sadece –kuşbakışı açısından bakıldığında Türkiye’nin kapitalist ekonomisine egemen olmayan– ahbap-çavuş kapitalizmine (şu ünlü 5’li çete) sınırlandırması, tam da Türkiye’deki mevcut toplumsal formasyonun neoliberal-otoriter temelinin sorgulanmamasına hizmet ediyor. Kılıçdaroğlu’nun İzmir’de işçilere yaptığı konuşmada bütün bunlar ve tabii ki pasifleştiren paternalist tavır birleşik bir şekilde ifade ediliyor. Başkanlık sisteminin zaafları/kötü yanları olarak algılanan bazı otoriter özelliklerinin giderilmesi dışında Türkiye için pek de olumlu bir plan içermeyen böyle bir perspektifin insanlara gerçekten olumlu bir ilham verip veremeyeceği ve böylece yeni bir toplumsal mutabakat lehine rejim partileriyle oluşan kimlikleşmeyi kırıp kıramayacağı tartışmaya açıktır.

AKP-MHP seçmenlerinin “negatif kimlikleşmesi” azalıyor olsa da (yani muhalefet partilerine karşı olma nedeniyle AKP ve/veya MHP ile özdeşleşme), artık AKP/MHP’den uzaklaşmasına veya onları sorgulamasına rağmen kararsız kalan veya tereddüt eden seçmenlerin oranı tüm seçmenlerin yaklaşık yüzde 20 ila 25 gibi yüksek bir seviyede kalmaya devam ediyor. Net bir seçmen kaymasından ancak sağcı milliyetçi-muhafazakâr İYİ Parti lehine bahsedebiliriz. AKP ve Erdoğan seçmenlerinin memnuniyetsizliği, özellikle derinleşen ekonomik kriz göz önüne alındığında, nüfusun geri kalanında olduğu gibi nispeten yüksektir; halkın yüzde 80’den fazlası ekonomi yönetimini “kötü” olarak değerlendiriyor. Memnuniyetsizlik aynı zamanda kötü giden yargı sistemi ve dinin siyasi amaçlar için kullanılması konularında da dile getirilmeye devam ediyor. Özellikle gençler arasında geleceğe yönelik kötümser bakış açısı giderek artıyor. Ancak, özellikle AKP seçmenleri arasında muhalefetin daha iyisini yapamayacağına ya da iktidara gelirse “yine” büyük bir baskı uygulayacağına dair güçlü bir inanç var. Nüfusun neredeyse yarısı, burjuva muhalefet partilerinin ortak bir siyasi strateji belirlemek üzere ortak bir konferansta bir araya geldiklerini bile bilmiyor. Hatta bir araştırmaya göre, AKP ve MHP seçmenlerinin neredeyse yarısı, ağır ekonomik buhrandan “dış güçleri” sorumlu tutuyor! Seçmenleri arasında kısmen kutuplaşma, şovenizm, korku ve korkutmaya dayanan ve AKP ve Erdoğan tarafından aktif olarak üretilen “kimlik hapishanesi” (Kemal Can), en azından ekonomik ve genel hegemonya krizin derinliği göz önüne alındığında, takdir edilecek derecede sağlam kalmaya devam ediyor. Bu durum, politik olanın ve politik olana içkin nesneleştirmelerin (kimlikler, kutuplaşmalar, özneleştirme biçimleri, vb.) göreli özerkliğinin kanıtı olmaya devam ediyor. Sadece pozitif, kapsayıcı bir perspektif ve Türkiye’nin geleceğine yönelik alternatif bir ekonomi-politikası temelinde gerçek bir özne olma mücadelesi bu kimlikleşmeyi tamamen yıkabilir ve yerine yenilerini koyabilir.

Yumuşak bir geçiş mi yoksa radikal bir kırılma mı?

Ana muhalefet bloğunun mevcut duruma uyarlanmış taktiklerinin işe yarayacağını ve seçimlerin bu blok tarafından kazanılacağını varsayalım: Neoliberalizmin planlanan restorasyonu ve otoriter ve şovenist unsurların devamıyla, hatta belki de eski sistemle sadece yarım yamalak yapılan bir hesaplaşmayla, otoriterizmin geri tepmesi olasılığı için tüm yeterli koşullar yeniden üretilir.

Dünyaca ünlü bir muhalif akademisyen, ana muhalefet burjuva bloğunun mevcut yaklaşımında dile getirilmeyen ama gerçek bir olasılığı utanmadan açıkça ifade ediyor ve talep ediyor: Erdoğan’a karşı bir (seçim) zafer kazanılması durumunda, “yumuşak bir geçiş” sağlamak için kendisine ve ailesine af çıkarılması. Bazı solcuların bu kurnaz taktiğe karşı olduğu kesinmiş, ama gerçekten mantıklı olanı da buymuş işte. Ne de olsa ordu bu geçişi denetleyebilirmiş! Bunun tekabül ettiği bir denklemin, yani ordunun vesayeti altında ancak zaferini garantileyen muhalefet tarafından bile geriye dönük onaylanmış olan keyfî otoriter tahakkümün ve kayırmacılığın ortaya çıkaracağı devasa ağır sonuçlar, bu akademisyen için düşünmeye değmez gibi görünüyor. İnsan merak ediyor: 1990’ların “derin devlet” aktörlerinin cezasız kalması ya da fiilen “affedilmiş” olmalarının bugün aynı vahşileşmiş şovenizmin yeniden yayılmasına ve o “derin devletin” baş aktörlerinin –Sedat Peker, Mehmet Ağar, Süleyman Soylu, Tansu Çiller ve diğerleri– bugün yeniden ortalıkta ferahça cirit atmalarına yol açması hiç mi ders olmadı acaba? “Memurum işini bilir”le hiç hesaplaşılmadığı için bugün beşli çetelere ve, eğer bu hesaplaşma bugün etraflıca yapılmazsa, yarın da meşli çetelere Türkiye ekonomisinin birçok potansiyelinin ziyan edileceği, bunlar hiç mi düşünülmüyor acaba bu tarz çok “akıllı” ve “yumuşak geçiş” kurgularında? Devlet içindeki askerî aygıtın onlarca yıllık hakimiyetinin ve vesayetin verdiği zarardan bahsetmedim bile. Celal Bayar unutulup gitmişken, onlarca senelerdir (sivil) iktidarda olmalarına rağmen ve artık TSK’nın vesayeti yerine sivil ve başkancı otoriter polis devleti vesayeti bile getirebilecek güce ulaşan milliyetçi-mukaddesatçı sağ hâlâ son yıllarında bildiğin sivil popülist bir diktatör olan Menderes üzerinden mağduriyet siyaseti yürütebiliyor. Bir kere daha bir diktatörlüğün demokrasi lehine devrilmesinin TSK’nın öncülük veya en azından önemli aracılığıyla oldu diye onlarca sene milliyetçi-mukaddesatçı sağ tarafından sömürülmesine gerçekten prim mi verilmesi lazım daha mutlu bir gelecek için? Hele liberallerin ve hümanistlerin, Erdoğan’ın başkanlık sisteminin çok ötesinde, Türkiye’nin liberal olmayan bütün mirasıyla en tutarlı ve kapsamlı hesaplaşmayı talep etmeleri gerekmez mi, ki insanlık dışı olanı memleketimizde bir daha asla gerçekleşmesin?

Ancak neyse ki Türkiye’de otoriter konsolidasyon ve neoliberal restorasyon arasındaki diyalektiğin çok ötesine işaret eden potansiyele sahip yeterince mücadele ve toplumsal dinamik var ve hiç karamsarlığa gerek yok! Gezi davasında gelen acımasız cezalar gibi gelişmeler tam da bu potansiyelin yıpratılmasını, atomize edilmesini ve ezilmesini amaçlamaktadır. İşte tam da bu nedenle kitlesel seferberlik ve aktif siyasi mücadele, yıpranma ve moral bozukluğunu durdurmak, birbirimizi yeniden doğrultmak ve boyun eğmemenin ete kemiğe bürünmesi için önemlidir. Toplumsal dinamiklerin ve mücadelelerin potansiyeli, ortak eylem gücü ve uğruna mücadele edilecek kazanımlar temelinde, hatta AKP-MHP seçmen tabanındaki demokrat unsurlarla veya en azından faşist kimlikleşmeden kopmaya açık olan kesimlerle bile bağ kurabilir ve onların çelişkili gündelik bilinçlerini gerici ve şoven unsurlarından arındırabilir.

Ancak, her şeyden önce halihazırda var olan ve yıllarca sürdürülen muazzam mücadeleler sonucunda oluşmuş olan muhalif demokratik ve sosyal kitle potansiyelini korumak ve geliştirmek yerine, oportünistçe ya da hatta içten inanarak halkın içindeki en geri ve gerici eğilimlere kuyrukçuluk yapılırsa, böylesi halkçı-demokratik açılımların önü kapatılır. Var olan halkçı-demokratik potansiyelin önünün açılması ve hatta bu potansiyelin rejim tabanına bile yayılabilmesi için Kürt hareketiyle ittifak halinde güçlü, koordineli bir mücadeleci devrimci sola ihtiyaç var. Bu ittifakın ve katılımcılarının güçlendirilmesi Türkiye’nin kapsamlı demokratikleşmesinin tek garantisidir. Eğer böyle bir ittifak gidişata bu şekilde müdahale etmekte eksik kalırsa, görünen o ki, trajedinin devamı ya da tekrarı ciddi bir olasılık olarak mevcudiyetini korur.