Türkiye’nin faili meçhuller, zorla kaybetmeler, mezar tahribatları gibi hususlarda hayli vukuatlı bir geçmişi var. Bir süredir panellerle bu mevzulara dikkat çekmeye çalışan Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’nin de gündeme taşıdığı üzere gayrimüslimlerin, LGBTİ’lerin, mültecilerin mezarlarının tahribatları, toplu mezarlar, Cumartesi Anneleri’nin zorla kaybedilen yakınlarının kemiklerini dahi olsa bulma çabaları, son süreçte Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesi üzerinden yürütülen milliyetçi nefret gibi hususlar, toplumsal adaletin tecelli etmesi için tartışmamız gereken, ‘’unutmamamız’’ gereken gerçeklikler. Söyleşimizde, bu gerçekliklerin sinemada nasıl ve ne kadar tartışıldığına eğilmek istiyorum. Fakat Türkiye’nin yaralı hafızasını sinematografik bir dille anlatmaya çalışan filmler pek az. Bu yüzden, hem iç savaşı hem de onu takip eden Franco diktatörlüğünü unutmanın resmî bir politika haline geldiği, çeşitli yurttaşlık girişimleriyle yahut Tarihsel Hafıza Yasası gibi yasalarla geçmişi “hatırladığını” iddia etse de, faillerin savaş suçları ve insan hakları ihlalleri nedeniyle yargılanmasını önleyen ve 1977 tarihli Af Yasası’nda yer alan Unutma Paktı’nın (el Pacto del Oblivio) hâlâ yürürlükte olduğu İspanya’yı ve İspanyol sinemasını tartışalım isterim. Hesaplaşmayı değil, helalleşmeyi tercih eden bir ülke İspanya; toplumsal taahhüdü, unutmaya yönelik. Günümüzde, Tarihsel Hafızanın Kurtarılması İçin Dernek (Association Para La Recuperation De La Memoria Historica) gibi sivil toplum örgütleri, toplu mezarların kazılıp kemiklerin çıkarılmasında, ailelere yardımcı oluyorlar. İspanyol sinemasında bize tarihsel hafızayla, ölümle, yasla yüzleşmeye dair anlatılar sunan Carlos Saura, Victor Erice gibi isimler geliyor aklıma. Guillermo del Torro’yu da dahil edebiliriz buraya herhalde. Türkiye sinemasını “anlayabilmemiz” açısından, izleyicisine “karşı-hafıza” sunan İspanyol sinemasından bahsedelim isterim…
Farklı din ve mezhepte ülkeler olmalarına rağmen, Türkiye ve İspanya halkının kimliklerine içkin, ortaklaşılan kimi arketiplerden bahsedebilmemiz mümkün. İspanyol sinemasında da takip edebileceğimiz beş arketip şunlar; gerici aile, ortodoksi, katı bir ahlâkçılık, halkın ne durumda olduğu ile ilgilenmeyen acımasız din adamları ve bütün bunların neden olduğu kutuplaşma. Eğer bir toplumda birlikte yaşama kültürünü karşılayamıyorsanız, o toplum, bunu başarabilen diğer topluluklardan yavaş yavaş geriye düşmeye başlar. Bu durumda, “ileri” giden toplulukların karşısında bir yaşam alanı elde edemeyen diğeri, o anki konumunu koruyabilmek için, çağın gereklerinden daha da geri bir yere konumlanır ki bir “yer” edinebilsin. Hem Türkiye’de Cumhuriyet döneminde, hem de Franco rejimi döneminde olan biten bu aslında. Bir yandan toplumda bir arada yaşamaktan bahsediliyor, diğer yandan aynı oranda tutuculuk ve muhafazakârlık yükseliyor. Neden peki? Solu zayıflatmak istiyorsan, bu kadar sağcı olmamalısın. Kürt sorununu çözmek istiyorsan, bu kadar Türk olmamalısın. Türkiye’de ülkeyi yirmi yıldır muhafazakâr bir iktidar yönetiyor ve aynı iktidarın Diyanet İşleri, okullarda ateizmin yükseldiğinden bahsediyor. Ne bekleniyor peki? Aynı hatalar, her iktidar değişiminde de yenileniyor üstelik. Sesini yükseltmeye çalışan insanlar ise ortadan kayboluyor, kaybediliyorlar.
İspanya’da 1977 yılında çıkan af yasasından bahsettiniz. O af yasasının çıkmasının bir sebebi vardı. İspanya’da sol iktidarın geldiği ve Franco’nun darbeye doğru Fas’tan çıkıp geldiği dönem arasından kimi ölüm rakamları paylaşayım sizinle; 13 piskopos, 4.172 rahip, 2.364 kilise çalışanı, 283 rahibe… Hadi geçmişi yargılayalım! Bununla da yargılanacaksanız, helalleşmeyi mi seçersiniz, hesaplaşmayı mı? Aynısını Nelson Mandela, apartheid rejiminin bitmesinden sonra Güney Afrika’da yaptı. Mandela’ya şöyle diyorlardı: “Onlar siyahları öldürdüler, benim çocuğumu öldürdüler…” “Peki ne ceza verelim?” diye sordu Mandela. Bütün mahkemeler televizyonda canlı yayınlandı. Kavgayı ileri taşıyarak bir şey yapılamazdı ona göre. “Bu adam suçlu. Onu öldürmemi mi istiyorsun? Gel sen yap o zaman,” diyordu Mandela. Bunun da bir faydası yok, olamaz. İspanya’daki yasayı da bu bağlamda anlayabiliyorum. İnandığım bir şey var; geçmişin meselelerini ve kavgalarını konuştukça, hep o meselelerin içinde kalmaya devam edersiniz. Bir sonraki nesle de bu miras kalır. Kırk yıl boyunca diktatörlükle yönetilen İspanya’da toplum, geçmişi düşünmekten ve konuşmaktan, geleceği hayal edemez oldu. Geçmişte böyle bir İspanya’da yaşadık, tamam. Fakat geleceğin İspanyası nasıl olacak? Suçludan hesap sorulmasın demiyorum. Fakat hukuk, bireyseldir. “Suçu kitleler işledi” gibi yaklaşımla hareket edildiğinde, çözümsüzlük de devam eder. “Bizler” ve “onlar” ile bu çözümsüzlük gelecek nesle de aktarılmış olur. Kusturica Cannes film festivalinde linç edilmişti. Ne demişti peki? “Evet insanlar tecavüze uğradılar, öldüler… Ne yapalım? Birbirimizi öldürmeye devam mı edelim? Yoksa kimsenin birbirini öldürmediği bir Yugoslavya için ne yapabiliriz konusunu mu konuşalım?” Bugün Yugoslavya kaç parça? Tito’nun rüyasına ne oldu? Etnik, dinsel farklılıklarımıza rağmen, bir arada yaşayabiliriz rüyasına ne oldu? Kötü bir şey mi söylemiş Kusturica? Bir insan, çocukluğunun toplumsal barışını arzuluyor diye linç edilebilir mi? Hiçbir şey olmamış gibi davranılmasından bahsetmiyorum. Hiçbir şey olmamış gibi davranılırsa, yavaş yavaş belleğinizi kaybedersiniz.
Gelelim İspanyol sinemasına. İspanyol sinemasındaki bütün bahçeli evler İspanya’yı temsil eder. Diktatörlük rejimi süresince İspanyol sinemasında gördüğümüz bahçeli evler, İspanya’nın küçük prototipleridir. Carlos Saura’nın Besle Kargayı filmindeki boş havuzu düşünün. O boş havuz aslında İspanya’nın bomboş belleğidir. Besle Kargayı filmindeki annesi ölmüş olan küçük kız, arkadaşlarıyla oynamak yerine, büyükannesine gidip kimi resimler gösterir. Metaforlarla dolu bir sahnedir. Çocuk, Franco diktatörlüğü içinde doğmuş ve büyümüştür. Dolayısıyla dünyanın da böyle bir yer olduğunu düşünür. Orada diktatörlük öncesi İspanya’yı hatırlayan biri vardır; büyükanne. Fakat büyükanne de konuşamıyordur. Küçük çocuk, İspanya’nın gençliğini temsil eder. Yollarını nasıl bulacaklar peki? İyi bir sanatçı, toplumsal travmalara değinen insandır. Carlos Saura, “Herkes çocukluğun cennet olduğunu söylüyor, hadi oradan! Benim çocukluğum İspanyol İç Savaşı’nda geçti, hiç de cennet değildi…” der. Victor Erice’nin Arı Kovanının Ruhu’nda, Saura’nın Kuzen Angelica’sında, Besle Kargayı’da, Guillermo del Toro’nun Pan’ın Labirenti’nde, başkarakter hep çocuktur. Fakat bir şekilde büyüklükleri ile bir bağ kurulur bu filmlerde; geçmişini anlamaya çalışır karakterler. Goya’nın bir resmi vardır; “Bir Köpek” (Perro semihundido). Napolyon’a karşı yürütülen savaştan itibaren, İspanyol sanatını anlatan en önemli tablodur bu. Resimdeki köpek nerede olduğunu bilmez, köpek olduğunu dahi bilmez. Senden de bunu yapmanı istiyorlar. Nerede ve kim olduğunu bilmezsen, sana sunulanı da kabul edersin.
İspanya, her zaman çalkantılı bir ülkeydi. Çünkü birleşme, suni bir birleşmeydi. İspanyol tarihini üzerinden okuyabileceğimiz bir söz vardır: Tanto monta, monta tanto. Yani, “dengede, eşit zıtlıklar”. Kastilya ve Aragon krallıklarının evlilik yoluyla birleşmesini temsil eder bu söz; bu evlilikle Leon, Kastilya, Navarra, Aragon ve Granada krallıkları bir araya geldiler. Şunu dediler birbirlerine: “Dışarıya karşı biriz, fakat içimizde güçlerimizi ve farklılıklarımızı koruyarak eşitiz.” Zıtlıkları dengede tutmak için, kimi değerlere ihtiyaç vardı. Bu değerler Kastilya ve Aragon evliliğinde, aile ve kilise kurumlarıydı. 1500’lü yıllar için ne beklenir başka? “Dengede, eşit zıtlıklar”ı, beş krallığın “beş ok”unu bir arada tutan boyunduruktu. Saçma olan, Franco’nun, insanları bir arada tutanın bu boyunduruk olduğunu zannetmesiydi; insanların üzerinde uyguladığı baskıyla, bu okların hepsinin kırılmasına neden oldu. Ben, Franco’yu da anlamaya çalışıyorum. İspanyol halkının Franco’nun gelişine neden bu kadar istekli olduğunu da anlamaya çalışıyorum. George Orwell, İspanyol İç Savaşı’nda savaşır, boynundan yaralanır. İspanya’dan ayrılır ve geri döndüğünde her şeyin değiştiğini, ortada savaşılmaya değer bir şeyin kalmadığını söyler. Kimi suçlar peki? Stalin’i. Neden 1984’ü yazar? Niye Hayvan Çiftliği’ni yazar? Büyük bir aydın olarak şunun farkındadır; tanto monta, monta tanto. Dengeyi bozan ve okları kırmaya yeltenen sıktırılmış boyunduruğa karşı, okları kıracak başka bir boyunduruğu kabul etmek olur mu hiç? Rosa Luxemburg’un Almanya’da yaşadığı durumun bir benzeri.
Lorca’nın kurşuna dizildiği bir ülkede Kuzen Angelica’yı, yahut Arı Kovanının Ruhunu yapmak… Saura’ya Besle Kargayı filminin senaryosunu değiştirmesini söylemişler. “Ama bu sahne çok önemli,” demiş. Anlatamadık galiba deyip, senaryonun üzerine silah koymuşlar. “Senaryoyu değiştir,” demişler tekrar ki bu anlatıyı Carlos Saura’nın bizzat kendisinden dinledim. O zamanlar senaryolar kurullardan geçermiş tabii, sansüre tabi tutulurmuş. Çocuk karakterlerin filmlerde yer alması ayrı bir önem kazanıyor böyle olunca. Sokaklarda eşlerin el ele tutuşmasının yasaklandığı bir ülkeden bahsediyoruz. İspanyol sinemasının kırk yıl boyunca çektiği zorluğun benzerini şu an İran sineması yaşıyor. En çok İran sinemasında çocuklar başrolde, öyle değil mi? En çok hangi ülkenin sinemasında metaforlar, şiirler var? Şartlar, İspanyol sanatçılarını bu şekilde filmler çekmeye zorladı. Saura şöyle demişti: “Biz, hayatımız boyunca bir diktatörlüğün altında sinema yapmaya çalıştık. Diktatörlük yıkıldıktan ve İspanya demokrasiye geçtikten sonra, iyi filmler çıkartamıyoruz farkındayım. Çünkü biz, özgürce sinema yapmanın ne olduğunu bilmiyoruz… Ama eminim İspanyol sineması on yıl içinde, bu krizden çıkacak.” Haklı da çıktı. Fakat Saura’nın diktatörlük sonrası çektiği Ay Carmela, Carmen, Tango gibi filmleri çok iyi olmasına rağmen, asla diktatörlük dönemi çektiği filmlerle boy ölçüşemez.
Franco, Cumhuriyetçilerin Katolik mezarlarına gömülmelerine izin vermedi. Kuzen Angelica’da bunu görürsünüz. Film, yol kenarındaki bir mozoleden kemiklerin alınması sahnesiyle başlar; Katolik aile mezarlığına, annenin kemikleri gömülecektir. Bu radikalizmde Cumhuriyetçilerin payını es geçmeyelim. Ölmüş din insanlarını mezarından çıkartıp sergileyen Cumhuriyetçilerdi. İspanyol halkının Franco öncesi yaşadığı korkuyu anlayabiliyor musunuz? “Bunlar bütün gücü ele geçirirlerse ne yaparlar?” diye düşündü halk. Aynı korkuyu Türkiye’de de yakalayabilmek mümkün: “Eğer bunlar iktidara gelirse, ne din kalır elde ne başka bir şey.” Ölülerin teşhirlerini Franco yapmamıştı, Cumhuriyetçilerdi yapan. “Faşizme geçit yok” yazan da onlardı. Nasıl oluyor peki böyle bir şey? Size Türkiye açısından yaklaşan bir krizden bahsedeyim. Belki de ilk defa yönelteceğiz bu soruyu. Abdullah Öcalan öldüğünde, nereye gömülecek? Tam bir kaos çıkacak o gün. Aksi mümkün değil.
Ölüye saygı duyabilmenin yolu, önce yaşayanlara ve yaşayanların değerlerine saygı göstermektir. Her zaman karşı tarafı suçlamak, kolaycılıktır. Carlos Sauro, Victor Erice gibi isimlerin, filmlerinde hiçbir zaman birilerini suçladığını göremezsiniz. Bertrand Russell, sanatçılara ve aydınlara şöyle söyler: “Keşke böyle olsaydı dediğinizi değil, halka sadece hakikati söyleyin.” Bu ülkede birileri acı çekmişse, benim için bu acıların arasında bir hiyerarşi kurulamaz. Türkiye’de toplumların birbirine karşı besledikleri merhameti kaybettik biz. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu kaybedişin kırılma noktalarından birini temsil eden bir yasa paylaşayım sizinle: “2 Aralık 1925, Dergâh, Tekke ve Zaviyelerin kapatılması”. Resmî doktrinin bize ezberlettiği bu yargının arkasında, hayatları geri dönülmez bir şekilde değişen insanların olduğunu ve onların düşman değil, bu topraklarda yaşama hakkına sahip insanlar olduklarını, bu cümleye körü körüne bağlı olan insanlara hissettirmek de biz sanatçıların görevi olmalı. Bu yasa aynı zamanda Dana Bayramı’nı da yasaklamıştır; Afrika kökenli Anadoluluların bayramıdır bu. Osmanlı’dan devralınan beslemelik adı altındaki legal köleliğin ortadan kalkması, Türkiye Cumhuriyeti’nde 1966’da mümkün olabilmiştir, bunu da belirtelim...
İnsanların bedenlerini yıkayan ve onları öbür dünyaya hazırlayan gassallarımız var, yani ölü yıkayıcılarımız. Peki, ülkelerin günahlarını kim yıkayacak? Gassal ölüyü öte dünyaya hazırlarken bir cümleyi durmadan tekrar eder. Kuran’dan bir sure değildir bu, ya da kutsal kitaptan bir ayet. Sadece bir insanın başka bir insan için dilediği en güzel duadır; Allah’ım ona merhamet et, ona karşı merhametli ol. İşte bunu, hâlâ hayattayken birbirimiz için dileyebilmeyi istiyorum. Thomas Mann bir sanatçıyı en çok üzen şeyin, kötü zamanlarda sadece gelece dair umut verip, en kötünün peşine takılan kitleleri durduramamak olduğunu söyler…
İspanyol sinemasını iyi anlarsanız, kendi ülkenizi de gayet iyi anlarsınız. Hayal gücü yoksunluğu vardır İspanya’da. İspanyol filmlerinde şöyle sahneler görürsünüz; durmadan dergileri kesip, yapıştırıp yeni görüntüler yaratırlar. Neden? Hayal gücüne yeniden kavuşabilmek için. Almadovar sinemasına kadar gelir bu anlatı. Travma atlatılamamıştır. Volver filmini düşünün; mezarlıktan çıkıp geri gelen anne. Bu anlatıyı, Francoist İspanya’nın kâbuslarından bağımsız düşünebilir misiniz? Almadovar, gençliklerinde hayal edebilmelerini sağlayan tek şeyin dergiler olduğunu söyler; dergilerden resimler keserlermiş. İspanyol sinemasında, korkular, semboller, metaforlar, sanki nesilden nesile aktarılır.
İspanyol hükümetinin ve halkının ölüme, yasa, adalete ilişkin karşı hafıza üretmeye çalışan yönetmenlere yönelik tavırlarından, Saura üzerinden örnek verdiniz. Bu konuyu biraz daha açalım isterim. Türkiye devletinin, karşı hafıza üretmeye çalışan yönetmenlere karşı tavrı nasıl?
Böyle kaç tane yönetmen var Türkiye’de? Benim bildiğim bir tane var, o da Fransa’da sürgünde öldü, orada da yatıyor; Yılmaz Güney. Her projesi Kültür Bakanlığı tarafından reddedilen biri olarak şunu anlayamıyorum; Çözüm Süreci zamanında Kürt sorununu anlatmak isteyen yönetmenlerin çoğu epey maddi destek aldılar ve Kürt meselesine dair filmler çekildi. Peki, nerede şimdi bu yönetmenler?
Saura’nın filmi Besle Kargayı, diktatörlük için, annesi ve babası öldükten sonra bunalıma giren bir kız çocuğunun hikâyesiydi; Kuzen Angelica, gençlik aşkını hatırlayan bir adamın hikâyesiydi; Victor Erice’nin Arı Kovanının Ruhu, anne ve babasının problemli evliliğinden dolayı bunalıma giren ve ölmeyi dileyen bir kızın hikâyesiydi. Kimsenin bir şeye izin verdiği yoktu. Zaten izin veriyor olsalardı, izin vericinin tahakkümü altına girmiş olacaklardı. Bir film, bir diktatörlüğü rahatsız ettiği vakit yaşayamaz. Mussolini Visconti’nin Ossessione filminin bütün kopyalarını yaktırdı. Filmin yok olduğu düşünülüyordu, sonra ortaya çıktı. Bir kopyası kurtulmuş. 12 Eylül döneminde Yorgun Savaşçı dizisinin kaybedilmesini düşünelim. Başka birçok örnek var. Hitler, Otto Dix’in sanatını dejenere sanat ilan etti, yüze yakın resmini yok ettirdi. O tabloları asla bilemeyeceğiz. Çağ öyle bir çağ ki şimdi, bir sanat eserini yok etmek pek mümkün değil artık. Fakat bizde, eserin ortaya hiç çıkmaması sağlanıyor; maddi desteklerden yoksunlaştırma bunun için bir yöntem. Passolini’nin İtalya için söylediği bir söz vardır: “Sistemin izin verdiği hiçbir şeyin, sisteme karşı olduğunu düşünmüyorum.” Bunu dile getirdiğinin ertesi günü de öldürüldü zaten.
Türkiye sinemasında iki tür film var; seyircinin önünde secde eden pespaye filmler ve seyircinin kendi önünde secde etmesini isteyen “büyük” sanatçıların filmleri. Türkiye’de desteklenen, ödüllendirilen yönetmenlerin filmlerine baktığımızda, hiçbirinin ülkeyi ve halkı değiştirmeye, dönüştürmeye niyetleri olmadığını görebiliriz. Belirli bir entelijansiyanın izlediği filmlere dönüşürler nihayetinde. Dolayısıyla, sistem için hiçbir zarar, tehdit ve tehlike barındırmazlar. Bir grup avam tabakanın kendini eğlendirdiği kültürel ürünlere dönüşürler. Kendi kariyerini değil, ülkenin ne olacağını dert edinen sanatçılar, nasıl ki geçmişte Türkiye Cumhuriyeti’nde üretemediler ya da ürettikleri için cezalandırılıp bu ülkeyi terke zorlandılarsa, bugün de benzer bir tavırla karşı karşıya kalıyorlar. Sizin o sanatçılardan haberiniz bile olmuyor hatta.
Sinema, halkın geçmişle hesaplaşma talebinde etkili mi peki? Türkiye’de Kültür Bakanlığı’nın ve çoğu film festivalinin politik sansürle kurdukları göbek bağının, sinemanın yüzleşme talebindeki olumlu etkisinden duyulan korku ile açıklanabileceğini düşünüyorum…
Beğensek de beğenmesek de, Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum filmi -biraz meseleyi sulandırsa bile- bir şekilde 12 Eylül’ü doğru bir metafor olarak kullanıyordu. Filmde çocuğun ölümünün nedeni, aile içi çekişmeler değil, 12 Eylül rejiminin işkence odalarıydı. Bu tarz filmlerin, bir şeyleri dönüştürebileceğini düşünüyorum. Fakat böyle bir filmin yönetmeni dahi, o sulara bir daha girmeyi tercih etmiyor. Benim için gerçek sanatçı, sanatından hiç taviz vermeden, sokaktaki herhangi biri ile bile, onun anlayabileceği ortak bir dili yaratabilen kişidir. Ben hep bunu yapmaya çalıştım, ki bu yüzden de zaten rahatsız edici oldum. Şu an ortada rahatsız edecek bir sinema yok… Oscar Wilde şöyle der: “Alkış zehirdir. Ne zaman bir eserim alkışlansa, utanç içinde arkamı dönüp kaçarım. O zaman anlarım ki, ben toplumun sadece kendisini onaylayacağı bir şey yapmışım.” Toplumlar, rahatsız hissederlerse dönüşürler. Toplumlar rahatsız olmuyorlarsa, sanatçılar şapkalarını önlerine koyup düşünecekler ve “Yaptığım her film Kültür Bakanlığı’ndan fon alıyor. Problem bende mi?” diye soracaklar mesela. Geldiğimiz şu noktada, yönetmenler başka yönetmenler izlesin diye film yapıyorlar, ressamlar başka ressamlar gezsin diye sergi açıyorlar, yazarlar da başka yazarlar okusun diye kitap yazıyorlar. Yaşadığım ülkede, iyi film-kötü film tartışması yapmak abesle iştigal. Çünkü bu toplum hasta. Her gün duyuyorsunuz; kadınları öldürenler, yok yere kavgaya tutuşanlar, delirenler, eşcinsellere saldıranlar… Sanatçının görevi, toplumun hastalığıyla yüzleşmesini sağlamak olmalı. Emile Zola günümüz Türkiye’sinde yaşasaydı, burjuva entelektüellerin bunalımını mı yazardı? Ya Victor Hugo? Lorca ne yazardı peki? Bunları sormamız lazım.
Politik filmlere, Türkiye’nin ölülere saygı ve adalet hususunda daha çok ihtiyacı olduğunu düşünüyor musunuz? Bu soruyla, politik film üzerine görüşlerinizden de faydalanalım…
Ben, ideolojisi sinemasından büyük olan filmlere karşıyım. Biz bugün Luis Bunuel’in filmlerini hatırlıyorsak, sineması ideolojisinden büyük olduğu için hatırlıyoruz. Haneke’yi de benzer gerekçeyle seviyoruz. Bu, ideolojisinin olmadığı ya da değersiz olduğu anlamına gelmiyor. Angelopoulos’un ideolojisi “küçük” değildi; sinemasıyla ideolojisini kitlelere taşıyabildi. Bizim ülkemizde politik sinemadan anlaşılan slogan atmak. Yılmaz Güney’in Umut filmini çok severim; fakat o filmde en sevmediğim sahne, arabacıların slogan attıkları sahnedir. O sahneye hiç gerek yoktu aslında, anlatacağını yeterince güçlü anlatıyordu. Yol filminde herhangi bir slogan duyar mısınız? Slogan yok ama film politik ve bu topraklarda çekilmiş en güçlü filmlerden. Bu bağlamda Ali Aydın’ın Küf filmini de olumlamadan geçmeyelim; ölülere saygı ve adalet hususunda gayet yerinde bir film olduğunu düşünüyorum. Özcan Alper’in Sonbahar filmini de sayabiliriz burada. Lakin bu bahsettiklerim, devamı gelmeyen başarılar. Passolini gibi, Bertolucci gibi istikrarlı bir duruştan bahsedemiyoruz. Türkiye’de Costa Gavras gibi bir yönetmen görebiliyor muyuz? Hayır. O yüzden çok ilginç bulurum Costa Gavras ile Yılmaz Güney’in Cannes’da Altın Palmiye’yi paylaşmalarını.
Ben sanatın sokağı taklit etmesine değil, sokağa yol göstermesi gerektiğine inananlardanım. Aylan bebek kıyıya vurmadan önce bir şey yapmayıp, kıyıya vurduktan sonra tişört giyip sahile yatarsanız olmaz bu iş. Gezi üzerine bir film yapmayın, çünkü yapamayacaksınız. Öyle bir film yapın ki, yeni bir Gezi başlatın. Mesele bu…