Ulaş Bager Aldemir: Pelin Hocam, öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Bu röportajda size en son vizyona giren O da Bir Şey Mi? adlı filminiz hakkında sorular yönelteceğiz. İlk olarak şunu sormak istiyorum ben: O Da Bir Şey Mi? Aliye'nin kendi kayda aldığı bir sahneyle başlıyor ve ilk bakışta Aliye'nin kadına şiddet davalarına bakan bir avukat olduğunu zannediyoruz. Fakat sonradan bunun kurmaca olduğunu, filmin de esas meselesinin kadına şiddet olmadığını anlıyoruz. Bunu kasıtlı olarak mı yaptınız yoksa filmin bu şekilde başlamasına fazladan bir anlam yüklemek gereksiz mi?
Ben teşekkür ederim Ulaş, Melisa, güzel sorular için.
Evet doğru, bu sahne daha en baştan bunun bir kurmaca olduğunu söylüyor. Sahnenin başında biz Aliye’nin bir telefon ekranına kendini anlattığını zannediyoruz, tam biz onu anlatıcı olarak bellemiş dinlerken kapı çalınıp da odanın asıl sahibi avukat Aynur geliyor. Aliye telaşla telefon kaydını durduruyor ama görüntü devam ediyor. İşte bu noktada filmin kamerası devreye giriyor, demek orada bir anlatıcı daha var, kurmaca başladı yani. Bu kısmı, evet bilinçli yaptığım bir şey. Ama “Filmin asıl meselesi kadına şiddet değil” kısmına gelirsek, doğru, bu filmin asıl meselesi değil belki ama şu soru geliyor aklıma: Babasının kavuşamadığı eski sevgilisinin adını bir ömür boyu sırtında taşıyan Aliye’nin hikâyesinde şiddet olmadığını söyleyebilir miyiz? Bunu kasıtlı yapmamış olsam da bu soru belli ki beni meşgul etmiş ve daha ilk sahneden sızmış diyelim.
Ulaş Bager Aldemir: Bence O Da Bir Şey Mi? hem felsefe hem de sinema tarihini perspektif meselesi üzerinden katediyor. Çekim içinde çekim, kurgu içinde kurgu ve Levent'in "Hakikat kimin umurunda" demesi. Hatta Aliye'nin mutfağa açılan aralıktan otelin barındaki sohbetleri dinlemesi gibi sinematografik öğeler de perspektif meselesiyle ilişkilendirilebilir. Siz bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?
Perspektif meselesini bir objeye, bir nesneye, bir karaktere ya da bir duruma, bulunduğumuz noktadan birkaç adım geri çekilip belli bir mesafeden bakmak manasında alırsak eğer, perspektifin hayatta da, felsefede de, sinemada da bize sunduğu eşsiz şeyler var: mesela hayalgücümüzü harekete geçiriyor; insana daha geniş ve derinlemesine bir kavrayış sunuyor; sadece duygularla, zihinle değil, sezgilerimizle de algılamamızı sağlıyor; insanı kötü ya da iyi olarak ikiye ayırmayı sorgulatıyor, bunun yerine aradaki gri bölgelere ve çelişkilere yönlendiriyor; çelişkilerle baş etmeyi öğretiyor, çelişkisiz, tek açılı, çok net bir bakışın hayatı kavramayı zorlaştırdığını söylüyor. Mesela karakterimiz Levent’in “Gerçek kimin umurunda” cümlesini sarf ederken gerçek hiç de umurumuzda değil gibi değil de, gerçek aslında hayat boyu, yeniden ve yeniden ürettiğimiz bir şey tonunda vurgulaması da, Aliye’nin sonda verdiği karar da, gerçek’e birkaç adım geri çekilip bakabilmeleri sayesinde aslında. Tıpkı benim filme O Da Bir Şey Mi? adını vermem gibi; dilimize pelesenk olmuş, gündelik hayatımızda neredeyse artık hiç fark etmeden kurduğumuz bu cümlenin berisindekilere merakımın gerektirdiği bir mesafeyi de o perspektif sağlıyor aslında. O yarı aralık perde bu mesafeyi kurmakta çok yardımcı, o perdenin arkasından bakana da, önündekine de, ayrıca onları izleyen bizlere de bir mesafe, hatta bir özgürlük alanı sunan bir olanak. Film içindeki kısa film de keza öyle. Levent’in kendini bize ve Aliye’ye cümlelerle değil de imgelerle aktarmasına olanak sağlayan bir araç, ne de olsa yönetmen. Ama bir adım daha geri gidersek de film içindeki filmin Aliye’den dinlediklerinin Levent’in kendi geçmişiyle yüzleşmesi için bir kapı araladığını söyleyebiliriz ki bu da yine sonunda bizi perspektife mevzuuna getiriyor.
Ulaş Bager Aldemir: Herkes kendi hikâyesini aşırı derecede önemseyerek Levent'e anlatma derdindeyken Aliye doğrudan anlatmanın kendisine tutkun gibi geldi bana. Öte yandan Levent diğer insanların hikâyelerini çok önemsemezken nedense Aliye'nin hikâyesinin peşine düşüyor. Burada anlatı ile anlatmak arasındaki o kadim felsefi-estetik gerilime ilişkin bir gönderme olduğu söylenebilir mi? Önemli olan anlattığımız şey midir yoksa nasıl anlattığımız mıdır? Ya da ikisini birbirinden ayırt etmek imkânsız mıdır?
Ben şahsen nasıl anlattığımızı anlattığımız şeyden daha çok önemsiyorum. Hatta daha da çok anlatma eyleminin kendisini, anlatana ve dinleyene bu anlatım sürecinde neler olduğunu. Yeryüzünde yüzyıllardır yaşanan, anlatılan belli sayıda hikâye var. Yani aslında anlattığımız hikâyelerin özünde tekrar ettiğine inanıyorum. Bu ilk bakışta ömür boyu biricik olmanın peşinde koşan insanın canını sıkacak bir inanç ama bu durum biricikliğimize helal getirecek bir şey değil, eğer asıl mesele nasıl anlattığımızsa. Zamana, mekâna, bizi dinleyene, içinde bulunduğumuz ortama göre yüzyıllardır tekrar eden bir hikâyeyi kendi ruhumuza, bedenimize, dilimize uyacak bir şekilde biçerken, aslında kendi kendimizi kurguluyoruz, bu noktada da hikâyenin aynı olmasının bir önemi kalmıyor benim için.
Melisa Yıldırım: Anlatmaya bayılanlar gibi bir de pek anlatmayanlar, içinde yaşayanlar var. Levent’in annesi Nigâr hikâyeden çok pratik sonuçlara odaklanıyor. Örneğin “Kedi kıçını görmüş dert sanmış,” deyişini kullandığı sahne. Film ilerledikçe onun çok yoğun hisseden bir karakter olduğunu görüyoruz ama sanki şöyle düşünüyor: Bir karar verilir ve uygulanır, sonra uzun uzun üzerine konuşmak gereksizdir, zordur… Nigâr sizin için nasıl biri?
Karakterlerimi yazarken de, oyuncular onları canlandırırken de bazı sıfatlar kullanmaktan uzak duruyorum aslında. Daha çok onu içine yerleştirdiğimiz o durumda nasıl tepki verir, ne hisseder, ne yapar, ne der, onlara odaklanıyorum. Nigâr film içinde gördüğünüz dönemde çok iştahlı değil, öyle hikâye anlatsın, onunla kendini var etsin, geçmişteki bir olayı deşip halletsin, oğluna bir mesaj versin filan, çok oralarda değil. Ama Aliye fark etmeden oğlunun, dolayısıyla Nigâr’ın da hayatına sızdığında, o bile bir hamle yapıyor, hem oğlunu hem kendini rahatlatacak bir hamle. Onca yıl konuşacak ne var, konuşsak ne olacak diye düşünmüş olabilir ama oğlundan gelen mesajı alıyor ve ona zarifçe bir tepki veriyor. Çok ısrar ederseniz, eğer bir sıfat kullanacaksak, zeki ve duyarlı diyebilirim.
Ulaş Bager Aldemir: Levent ve Aliye arasındaki esrarengiz ilişki Sokrates ve Aspasias arasındaki ilişkinin bir alegorisi olarak okunabilir mi?
Yazarken tam öyle okumadım ama neden okumayalım, güzel de olur. Aspasias’yı bizim Aliye’nin memleketinden olmasından dolayı onun büyükbüyükannesi gibi hayal ettim, Aliye’nin zekâsını, kurmaca ve anlatma yeteneğini aldığı. Aspasias benim inandığım gerçeğiyle Sokrates’in hocası, ona öğreten kadın. Aliye’yle Levent arasında bir hoca-öğretmen ilişkisi yok, burada farklılar. Esrarengizlik konusuna gelirsek, Aspasias’nın kim olduğuna dair, onun Sokrates ya da Perikles’le ilişkilerine dair bugün türlü türlü gerçekler bize sunuluyorsa, Aliye’yle Levent arasındaki ilişki için neden sunmayalım? Esrarengizden ziyade çoklu gerçeklik diyelim.
Melisa Yıldırım: Filmi izlerken içimden “Lütfen aşk filmi olmasın, lütfen aşk filmi olmasın…” diye tekrarladım. Karakterlerin çeşitli açılardan birbirlerinden etkilenmeleri akışa bir güzellik katıyor ancak başarılı, yaşça büyük erkek Levent ve sıkışık bir hayat yaşayan genç kadın Aliye ilişkisinin bundan fazlasını vaat etmesini de diledim. Gerçekten de bir romantik ilişkiyle nihayetlenmedi. Bu tercihin nedeni nedir?
Vallahi henüz aşk filmi çekmemiş bir yönetmen olarak içimden gelmedi değil, ne yalan söyleyeyim ama bu filmde başka şeyler öne çıktı benim için, aşk onların önüne geçsin istemedim. Bir de zaten beklenen o, şaşırmayız, oysa Aliye beklenmeyen şeyler yapan, kararlar veren biri. Meşhur adam-hayran kadın hikâyesine aşinayız ama sinema benim için velev ki diyebildiğimiz, varsayalım öyle olmadı diye yeniden kurabileceğimiz bir dünya. Aşk dışında, ya da dinlemeye alışık olduğumuz aşk dışında, başka şekilde de birbirimizin hayatına dokunamaz mıyız? Tercihimin sebeplerinden biri bu soru olsa gerek.
Ulaş Bager Aldemir: Levent'in festival konuşmalarındaki poz kesme hali bana film festivali endüstrisine ilişkin bir iğneleme gibi geldi, ne dersiniz?
Sahne her zaman poz kesme yeridir ama poz var, poz var tabii. Biz yönetmenler de oyuncu oluveriyoruz sahneye çıkınca ama karakter özelliklerimize göre, seyirciden gelen tepkilere, sinyallere göre, o anki yorgunluğa, bıkkınlığa, özel hayatındaki bir meseleye göre poz şekilleri değişiyor. İğneleme yok, gözlem var.
Melisa Yıldırım: “O da bir şey mi?” diyeceğimiz birbirinden önemli olaylar yaşanıyor ancak faniyiz, kapasitemiz sınırlı. Çoğu zaman kendi hikâyemizi bile yeterince anlayacak vaktimiz olmuyor. Hem politik hem kişisel olarak birbirimizi dinlemeyi nasıl daha mümkün kılabiliriz?
Gerçekten merak ederek. Meraklı olmayı safdillikle yaftalamayarak. Dinlerken ya da anlatırken karşımızdakiyle aynı göz hizasını yakalamaya çalışarak. Bir gün öleceğimizi ara ara hatırlayarak ve hatırlatarak.





