Geçtiğimiz günlerde vefat eden Fransız filozof ve sosyolog Bruno Latour 2003 tarihli bir makalesinde sitem üzerine sitem ediyordu. Esasında bunun bir kısmı da ironik bir şekilde kendineydi. Çünkü suçluluk duymak için kendince nedenleri vardı. Onun deyimiyle “hayatının bir kısmını olguların inşasına içkin bilimsel kesinlik eksikliğini göstermeye adamış”tı. Artık gerçek olduğu kabul edilen kanıtlanmış olguların, hiçbir şeyin hiçbir yerde sağlam bir zemini olmadığı gerekçesiyle eleştirilmesi, olumsallığa -yani esasında her şeyin başka türlü de olabileceği ancak tarihsel koşullar, tesadüfler vs. nedeniyle gerçekliğin sadece bir türünün vücuda gelmiş olduğuna- atfedilen değer ve bunun sonunda da gerçekliğin belki de o kadar gerçek olmayabileceğine dair tutum, çok farklı bir yerden sarsılıyordu şimdi. Elbette sarsılan Platonik/ideal, her zaman ve her yerde var olan, ezel ebed “hakikat” değildi. Gayet de somut yaşamda, belirli bir zamanda meydana gelen, tarihsel, maddi, gerçek olaylar ve olgulardı. Başka bir deyişle başka bir hakikatti.
Ama sorun Platon’un hakikatinin çoktan sarsılmış olmasına rağmen, artık olgusal hakikatin de zemininin şiddetle kaymasıydı. Latour’a göre 11 Eylül saldırısının “terör” saldırısı olduğunu bilmek, küçük bir köydeki komşusunun esasında bunun bir komplo teorisi olduğuna inanması karşısında tamamen geçersiz hale geliyor, üstelik filozof “saflıkla” itham ediliyordu. Ortaya bir filozofun sözüne karşılık bir taşralının sözü, bir olguya karşılık başka bir olgu çıkıyordu. Belki de artık gerçekten yeni bir çağ başlamıştı. “Alternatif olgular” karşısında olgu da olgu olmaktan çıkıyor; gerçekliği, hakikati yerle yeksan oluyor; her şey bir kanı meselesine dönüşüyordu. Bundan böyle her şey kimin nerede durduğuna, nereden baktığına bağlıydı. Muhafazakâr bir seçmenin, bir siyasetçinin ya da iktidara yakın bir basın mensubunun olgu diye ortaya attığı kanılar, bir bilim adamının dayandığı olgu ile eşitleniyor; bu olgu bolluğu karşısında hiçbir gerçekliğin kıymeti kalmıyordu. Hakikat Sonrası/Post Truth dedikleri bu olsa gerekti.
O yıllarda bu kavram henüz ortaya çıkmamıştı ama Sivas Katliamı sonrasında dönemin başbakanı Tansu Çiller’in “Çok şükür otel dışındaki vatandaşlarımıza bir zarar gelmemiştir,” ifadesi bu kavrama güzel bir örnek teşkil edebilir. Bu ifade, otuz yedi kişinin diri diri yakılması gerçeğini, bu olgunun yerine başka bir olguyu ortaya sürerek, görünmez hale getirmeye ve değersizleştirmeye çalışmıştı. Tıpkı Hazine ve Maliye Bakanı Nurettin Nebati’nin “Türk Lirası geçen yıl %45 değer kaybettiği için daha fazla değer kaybı beklemiyoruz,” demecinde olduğu gibi. Burada da bir olgu diğeriyle eşitlenmiş, yüksek enflasyon ve alım gücünün düşmesi gibi gayet de bilimselliğe dayanan gerçek/olgu, yurttaşlarda “çok şükür, bundan daha kötüsü olmaz” şeklinde bir kanı uyandırmış ya da uyandırmayı denemiştir. Ama sorun tam da bu kanının bilimsel bir olgu karşısında eşitlenmesi ya da alternatif olmasıdır. Gerçek olgunun/hakikatin orada durması önemli değildir, geçerliliğini de yitirmez. Sorun hakikatin merkezsizleşmesi, çoğalması ve kanının ya da inancın hakikatle birlikte sürümde olmasıdır. Artık inançların ve kanıların da gerçeklikle yarışması, hatta nesnel olgulardan daha çok etkili olabilmesidir. Artık neyin doğru neyin yanlış olduğu hakkındaki mutabakat hiç önemli değildir, kimsenin umurunda da değildir.
Göçmen meselesi ile birlikte artık gemi iyice azıya alan Neoliberalizm için de şahane bir dönemdir bu. Demokratik bir kamuoyundan ve kamusal siyasetten ziyadesiyle nefret eden son dönem otoriter/totaliter rejimler açısından hem Neoliberalizmi sorunsuz uygulamak hem de despotik iktidarlarını sürdürebilmek için alternatif gerçekler biçilmiş kaftan ya da çöpsüz üzümdür. Söz konusu alternatif gerçeklerin “piyasaya sürülmesiyle” kamusal ortaklık fikri ciddi bir saldırıya uğrar ve böyle bir düzende yeterince sıkışmış insanlık, artık neyin doğru olduğunu sorgulamaktan çok, hayatını sürdürebilmesini kolaylaştıracak söylemlerin peşine düşebilir. Maden felaketinin “kader” olduğuna inanan yurttaş, dinî ideoloji başka bir tartışma konusu olmakla birlikte, bu felaketi yıllar önce öngören Sayıştay raporu ile canını sıkmak istemeyebilir. Yaşamı sürdürme güdüsü doğru ve yanlışı, gerçek ve yalanı tartarken iktidar tarafından gözden çıkarılmış her yurttaşı anlaşılır bir lakaytlık içine sokabilir. Hatta son zamanlarda otoriter/totaliter rejimlerle birlikte özellikle yükselişe geçen milliyetçilik temelli hakikat dışı söylemler o yurttaşlara kendini iyi ve üstün dahi hissettirebilir. Hasılı hakikat sadece ayakta kalmaya çalışan yurttaşlara gerçekten de hiç faydalı olmayabilir. Sonunda da neyin gerçek neyin yalan olduğu, ortaya atılan alternatif olgular sayesinde birbirine karışır.
Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, iktidar tarafından “Dezenformasyon Yasası” ya da “Dezenformasyonla Mücadele Yasası” olarak adlandırılırken aynı yasa kamuoyu tarafından “Sansür Yasası” olarak tanımlanıyor. Belli ki yine ortada iki farklı olgu var. Acaba hangisi gerçek?
Bununla birlikte söz konusu yasanın ruhu esasında 29. maddede somutlaşmış. Bu maddeye göre: “Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratma saikiyle ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.”
Öncelikle iç/dış güvenlik, kamu düzeni ve genel sağlık, başta Anayasa olmak üzere çok sayıda yasada geçen ve önü arkası, içi dışı, başka bir ifadeyle kapsamı her zaman muğlak olan, içine iktidarın canı ne isterse onu koyabileceği büyük ve geniş birer kutu gibi hizmet gören kavramlardır Türkiye’de. Tanımı ve kapsamı hiçbir zaman açık ve net bir biçimde ortaya konulmaz ve bu kasıtlı muğlaklık her zaman iktidarın işine gelir.
Ama özellikle Anayasa’dan dolayı yeterince tanıdık olan bu kavramlar dışında maddenin amacının toplumun ağzına dikiş atmak, dikişi yırtmaya kalkanın da canına okunacak olmasını anlayabilmek için çok fazla hukuk bilgisine sahip olmak gerekmiyor. Öncelikle halkın haber hakkı açısından gazetecilere, sonrasında da tüm yurttaşlara, konuşmamaları için sallanan bir sopadan ibaret. Bu yasa ile birlikte başta iktidarın fiilleri, failleri, ihmalleri ya da suiistimalleri hakkında konuşmanın engellenmesi, konuşanın cezalandırılması sonucunda demokratik kamuoyunun göreceği zarar, toplumsal muhalefetinin alacağı yara elbette çok ağır olacaktır. Bundan sonra da sadece iktidarın verdiği bilgilerle yetinmek zorunda kalan halkın o iktidarın altında nasıl ezileceği, onun otoriter/totaliter tutumuna nasıl boyun eğeceği ve sonunda da ortaya çıkacak sistemin çoban ve sürüsü, hükümdar ve tebaası olacağı açıktır. İfade özgürlüğü, öyle sıradan bir hak, haklardan bir hak değildir; demokratik toplumun yapıtaşıdır. İktidar tarafından halka karşı yükümlülüklerinin yerine getirilmesi, hesap verilebilirlik ancak ve ancak demokratik kamuoyu ile mümkündür. Halkın konuşmasına vurulan her ket, ifade özgürlüğünde somutlaşan tüm alet edevatı halkın elinden alarak onu tam bir savunmasızlık haliyle iktidara teslim eder. Böylelikle tam da Hannah Arent’in dediği gibi totalitarizmin kamusal alanı gaspetmesinin yolu açılır. Dolayısıyla iktidarın “Dezenformasyonla Mücadele” dediği olgu esasında kendini “Sansür” olarak ortaya çıkarır.
Gerçeğe aykırı bir bilgi dolaşıma sokulduğunda iktidar, kanıtlarını sunduğu bir açıklama ile çok kolay bir şekilde “dezenformasyonla mücadele” edebilecekken, başka bir ifadeyle bu bilgiyi yalanlama olanakları fazlasıyla elinin altındayken bunun bu şekilde yasaya bağlanması, amacın söylenen şey olmadığını, sansürden başka bir niyet taşımadığını gösterir. Yine iktidarın, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın “Tweet attı diye soruşturma açılan bir kişi yok, tweet’e yazılanlardan dolayı açılıyor,” şeklindeki sürreel açıklamasının bir hakikat yanılsaması yaratmaktan ne kadar yoksun olduğunu görmüş olacak ki bu kez başka bir kavram altında daha inandırıcı olmaya çalışmış olması da muhtemeldir. Ama asıl sorun hakikat diye ortaya atılan “Dezenformasyonla Mücadele” olgusunun “Sansür” gerçeği karşısında dirençli olup olmayacağıdır. Çünkü hayat pahalılığı karşısında ezilirken milliyetçilik hissiyle şahlandırılan, vatan dışında her siyasi olguyu teferruat olarak görmeye alıştırılan, popülist liderlerle ve söylemlerle gül gibi geçinip gitmesi öğütlenen ve öngörülen halkın, demokratik kamuoyu, toplumsal muhalefet ya da ifade özgürlüğü kavramlarına ne kadar ilgi duyabileceği ortada koca bir soru ve sorun olarak duruyor.
Egemenin/iktidarın kontrol ve müdahale edemediği şeyi yasaklayarak kendi içine dahil etmesinin en kesin yolunun yasa yapmak olduğu açık. Yaptığı ve yapacağı her yasanın da, yüce, aşkın ya da ideal bir hukuk fikrini benimsemiyorsak eğer, hukuka dahil olacağı ve yürürlüğe girerek somutlaşacağı da ortada. Başka bir deyişle, yasa yürürlüğe girdiği andan itibaren hükmünü doğuracak, örneğin 29. maddeyi ihlal edenler yargılanacak ve bunun sonucunda da beraat ya da mahkumiyet kararları ile karşılaşacaklardır. Yasanın iktidardaki adı hakiki olmayabilir ama kendisi gayet hakikidir. Bu durumda da ne yasanın tanınmadığına ne de hukukun üstünlüğüne dair söylemlerin herhangi bir etkisi olacaktır. Yine, aynı şekilde ne yasanın meşru olup olmadığının bir önemi kalacak ne de uluslararası sözleşmelere ya da “evrensel” hukuk kurallarına veya insan haklarına atfın bir anlamı olacaktır.
Ama belli ki, her ne kadar pozitif hukukun, yani yasaların uygulanması bakımından iktidar açısından bir sorun yoksa da, iktidarın belli ki az da olsa bir meşruluk ölçütünü dikkate aldığını da gözden kaçırmamak gerekir. 2022 yılında -her şeye rağmen- modern devlet olduğunu iddia eden iktidar belli ki yasanın o modern devlet ölçütlerinden ne kadar uzak olduğunu anlamış olmalı ki “Dezenformasyon Yasası” diye gerçek dışı bir kavram ortaya atma gereği duymuş. Dolayısıyla toplumu da bunun gerçekten böyle olduğuna, esasen gerçek olanın sansür olmadığına ikna etmeye çalışıyor görünüyor. Aksi takdirde böyle bir ad bulmaya gerek duymaz, daha nesnel bir tanımlamaya girişir, hatta sadece kanun numarası vermekle yetinebilirdi. Kontrol ve müdahale edemediği olguyu yasaklayarak kendine tabi kılarken böyle bir adla kendini savunma konumuna düştüğüne göre, belli ki hakikat diye ortaya attığı olgudan kendisi de hiç emin değil.
Ama bütün bunlar içinde yaşadığımız gerçeği değiştirmiyor ve durum toplum açısından hiç parlak görünmüyor. Daha önce Terörle Mücadele Yasası ya da Cumhurbaşkanına Hakaret suçu gibi birçok düzenlemeyle zaten zapturapt altına alınmış ifade özgürlüğü, artık çok daha fazla tehdit altında. Bu durumla nasıl başa çıkılabileceği, demokratik toplum ve toplumsal muhalefetin bu şartlar altında nasıl hayata geçirilebileceği, gaspedilen kamusal alanın iktidardan nasıl geri alınabileceğine kafa yormak belki de siyaseten en acil husus.