İktidar bloğunun meclis mesaisinde öncelik atfettiği malum yasa geçtiğimiz haftalarda yürürlüğe girdi. Kamuoyuna takdiminde “dezenformasyonla mücadele” gibi bir gerekçelendirmeye başvurulmuş olsa da, iktidarın böylesi bir düzenlemeyle murat ettiği şeyin, başta sosyal medya olmak üzere, kontrol etmekte zorlandığı sahalarda konuşulanları sansür marifetiyle sınırlandırmak olduğu aşikâr. Nitekim itirazların merkezinde yer alan “Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” başlıklı 29. madde için yazılan gerekçede, “kontrolsüz” bir bilgi genişlemesinden şikâyet ediliyor. “Halkın dezenformasyondan korunması” adına devletin “pozitif yükümlülüklerine” bağlanan bu değişiklikteki asıl gerekçenin, herhangi bir sözün iktidarın enformasyon derken kastettiği şeyi temsil edip edemeyeceğini belirleyecek yeni bir çerçeveye duyulan ihtiyaç olduğu ortada. Zaten yasanın gerekçeleri de hep yasanın sonrasında gelir. “Daha çok ‘içerik’ olarak nitelendirilebilecek bilgi veya haberlerin yayılma hızını öngörülemez biçimde artırmış ve bu içeriklerin zihin süzgecinden geçme, analiz etme ve değerlendirme süresini oldukça kısaltmıştır” diye devam eden bu gerekçelendirmede devletin, kasıtlı ya da taksirli dezenformasyon tehlikesine karşı “halkı koruma” işini üstlendiği paternalist bir egemenlik söylemiyle karşılaşıyoruz. Aileyle özdeş bir toplum tasavvurunu özümseyen iktidar bloğu, sürekli genişleyen devasa bir çevrimiçi evreni sınırlandıracak çerçeveyi yine tam da burada, toplum-aile özdeşleşmesinde bulmuş gibi. Zira bu yasa değişikliği bütün toplumu kuşatan bir “ebeveyn kontrolü” düzeneğinden başka bir şey değil.
Öte yandan bu yeni düzenlemenin hukukî içerimlerini belirginleştirecek asıl sahaya, yani değişikliğin hedefindeki “dezenformasyonu” üreten, himaye eden ve çoğaltan sosyal medya ortamına -özellikle de Twitter’a- bakmak ve tasarının yasalaşma sürecinde yarattığı etkileri irdelemek gerekir. Mesela şu soruyu sorarak başlayalım: Enformasyonun ne olduğunu ve söylevin yeni uzamı olarak düşünebileceğimiz Twitter’da söylenenlerin gerçekten enformasyonu temsil edip edemeyeceğini nasıl bilebiliriz? Belli açılardan epistemolojik görünen bu sorudan hareketle, yeni yasanın sosyal medya kullanıcıları özelinde yarattığı bir tedirginliğe dikkat çekmek istiyorum. Twitter’daki bu tedirginliğin en aleni ifadelerini hukukçu-uzman kimliğiyle tezahür eden kullanıcıların tavrında gözlemleyebiliriz. Profildeki pinned tweet’i gözden geçirmek ya da kaldırmak, profile "rt/fav onay değil” yazmak, atılan tweetlerin sonuna “diye düşünüyorum” ifadesini eklemek, “kaos, şok” gibi ifadelerden kaçınmak, hesabı kilitlemek gibi yeni düzenlemeye karşı iyi niyetli bir ön-alma maksadıyla ortaya konan cezadan korunma önerilerini düşünelim. İyi niyetinden şüphe etmediğim ve kullanıcıları gözetmek dışında bir amaç taşımayan böylesi bir tavrın, umulanın aksine “Twitter halkı” üzerinde başka türlü bir ayartmaya yol açabileceği ve yaygınlaştığı takdirde halihazırda pek çok vasfını kaybetmiş bir siyasî topluluğun sözel ve edimsel bilkuvvesini (kapasitesini?) yitirmesine zımni olarak zemin hazırlayabileceğine dikkat çekmek isterim.
Bu noktada sessizlik ve gizlenme arasındaki ince ayrımı gözeterek, insanların eyleme ve konuşma edimlerinin çoğul biçimlerine ve Arendt’in tezahür sahası diye tanımladığı şeyin sosyal medyadaki varlık koşullarına daha yakından bakabiliriz. Sessizlik halkın açıktan arz-ı endam edemediği koşullarda kolektif bir eyleme dönüşebilir ve dolayısıyla her koşulda siyasî topluluk olma vasfının yitimi ve kamusal alanın dağılması anlamına gelmez. İnsanların kamu önünde konuşamadığı her ânı Türkiye toplumunun çözülüş emaresi olarak yorumlama kolaycılığına meyletmeden, halkın kolektif sessizliğiyle eylemde bulunabileceğini pekâlâ varsayabiliriz. Öte yandan sokaklardaki sessizliği topyekûn-genelleşmiş bir sessizliğe yormak bugün için pek geçerli değildir; öyle ki sosyal medyada konuşulanlara gerçekten kulak kabarttığımızda, sokaktan boşanan sözlerin sessizliğe değil, bizzat söyleve, yani kamu önünde konuşmanın yeni biçimlerine kavuştuğunu fark edebiliriz. Bu itibarla yeni bir tezahür sahasını oluşturan sosyal medya -bilhassa Twitter- dilin ironik kullanımıyla gerçekleri açığa vuran özgül bir iletişimsel eylemi temsil eder.
Kamu önünde arz-ı endam etmeyi söylevin ve dolayısıyla kamusal alanın ön koşulu olarak kabul eden old school muhaliflerin bu sahaya dönük eleştirilerine baktığımızda, sosyal medya ve buranın anonim kimlikli kullanımını sessizlikle eşdeğer bir gizlenme kabilinden yorumlandığını görürüz. Tam da burada iktidar bloğunun da benzer bir şikâyeti kendi açısından kullanışlı bir çerçeveye dönüştürdüğüne dikkat çekmek isterim. Yaygın sosyal medya kullanımını ve buradaki söylevi gizlenme olarak işaretlemek, sokakta arz-ı endam ederek söylevde bulunanların şiddet araçlarıyla bastırıldığı bir kamusal alana hükmeden bir iktidar açısından makul bir strateji olarak değerlendirilebilir. Kolektif bir sessizliğe hükmetmenin neredeyse imkânsız olduğunu düşünürsek, iktidarın bu yeni düzenlemeyle insanları sessizleştirmeyi değil, sosyal medyadaki söylevi yasa nezdinde kayda geçirerek -anonim ve açık kimlikli- farklı sosyal medya kullanımları için değer tesis edecek bir ön kabulü yaygınlaştırmayı amaçladığını düşünebiliriz. Siyasî hasımlarını her çağırışında onları anonimleştiren sıfatları tercih etmesinin yanı sıra, gizlenmeyi ima eden zamirlere başvurduğunu da göz önünde bulundurduğumuzda[1], iktidarın sosyal medyadaki bilginin doğruluğuyla değil, insanların sosyal medyada hangi biçimlerde arz-ı endam ettiğiyle ilgilendiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla dezenformasyon iktidarın dilinde epistemolojik bir sorun değildir; “gizlenme” ile “infial yaratma” arasında özdeşlik kuracak işlevsel bir çerçevedir.
Sosyal medyada var olan tezahür sahasını gizlenmeyle özdeşleştiren bu yeni hukukî çerçeveye karşı insanlar az evvel dile getirdiğim türden cezadan korunma arayışlarına girebilir. Fakat burada “Muhalif bir tavrın önceliği ne olmalıdır?” sorusunu sormamız gerekir. Sosyal medyaya dair fikrî mesaisinde insanların sosyal medyadaki görünümleriyle, yani kullanıcıların kimliklerini açık ve seçik kılıp kılmadıklarıyla ilgilenip, anonimlik ve sokaklardaki sessizliğe kahreden muhalif tavır, “gizlenmiş ötekiyi” ele veren bir ruh haline sıkışmış gibidir. Muhaliflerin bu bunalımlı çehresi yaygınlaştığı takdirde Twitter ahalisinin halk olarak konuşup eylemde bulunma kuvvetini yitirmesi pek muhtemeldir. Diğer yandan cezadan korunmak için kısıtlı bir dille tasarruf edip, kelimelerini gizleyen, sözgelimi her konuşmasını “diye düşünüyorum” şeklinde bitiren, “kaos, şok” gibi ifadelerden kaçınan bir kişi, dilsel failliğini hukuka devrederek, yasaya eleştirel bir karşılık verme imkânını da geri çevirmiştir. İktidarın söylemsel stratejisinin yanında, baskıcı yönetim pratikleriyle de yaydığı sosyal medya şüpheciliğine ve konuşmayı “infial yaratmayla” eş tutan dezenformasyon diline mutlak hakimiyet atfeden, kelimelerini egemenin sözüne göre seçen kimse, kendisine yöneltilen “gizlenmiş öteki” söyleminin etkilerini pekiştiriyor demektir; çünkü “kelimeler, biz kelimelerle iletişim kurma özgürlüğümüzü kullanmadan evvel üzerimizde etkili olur”.[2]
Sosyal medyanın iktidarla baş edebilme ve de karşı konulmaz bir iktidar yaratma kuvvetinin farkında olan bir muhalif, kamu önünde konuşmanın sağladığı bir aradalık deneyimine yaslanarak yönünü tayin edebilir. Devletin yargısal diline mahkûm ve suçlanabilir fail konumuna razı olmadan kelimelerini gerçekleri açığa vurmak için kullandığı ölçüde bu kamusal bir aradalıkta yerini alabilir. Zira kelimelerin niyetleri gizlemek için kullanıldığı bir yerde söz ile edim birbirinden ayrıştığı için kamusal alanın iktidar kurucu potansiyelinin ön koşulu olan bir aradalık deneyimi en baştan boşa düşmüş olur.[3] Totaliter bir rejimin kamusal alana dönük tasarruflarına karşı kamu önünde konuşanların kelimelerini gizlediği ve hatta geri çektiği bir tecrit olma haline doğru ilerlediğimizi düşünüyorsak, konuşmanın tek taraflılığını esas alan yasal çare arayışlarına ve hukukun ayartmasına karşı söylevi her koşulda savunmamız gerekir.
[1] Tanıl Bora, “Güruh”, Birikim Haftalık, 3 Şubat 2016, https://birikimdergisi.com/haftalik/7484/guruh.
[2] Judith Butler, “Preface to the Routledge Classics Edition”, içinde Excitable Speech: A Politics of the Performative (Routledge, 2021), s. xvi.
[3] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, çev. Bahadır Sina Şener (İstanbul: İletişim, 2021), s. 292.