Türkiye uzun bir süredir umut ve endişe geçişkenliğinde bir hisle gözünü yaklaşan seçimlere dikmiş durumda. Yoksulluk ve adaletsizlik kıskacında kıvranan milyonlar “beterin de beterini” tahayyül etmekten bile çekiniyorlar. Müreffeh bir toplum olma ölçütünü belirleyen tüm klasmanlarda hızlıca sınıf düşüyoruz. Ve değer atfettiği bir şeylerini kaybeden herkes gibi de mutsuzuz. Hatta dünyanın en mutsuz ülkelerinden biriyiz; öfke duygusunu en çok yaşayan ikinci, en az gülümseyenler endeksinde ise birinci sıradayız. Sokakta yürüyen, toplu taşımada seyahat eden, markette pazarda alışveriş yapan, çocuğunu parka götüren, hatta memleketi gezmeye gelen turistin bile yüz ifadesinden okunabilen bir keyifsizlik hali bu. Ülkenin durumunun iyi yahut görece iyi olduğunda ittifak edenler dahi kendi elleriyle yarattıkları krizlerin bedelini, teamül haline getirdikleri şekilde siyasi hamallarına yüklemek için öfkeyle sağa sola sataşmaktan kendini alamıyor. Ve “zulm ile abad olanların” akıbetinin anlatıldığı bu tabloda iktidar sahipleri de her an bir sinir harbinden çıkmış gibi gergin görünüyorlar. Bir ulus olmanın gerek şartı sayılan ortak bir duygu dünyasını belki de yalnızca mutsuzluğumuzda bulabiliyoruz ne zamandır. Fakat tüm bu toplumsal histeri ve kaygı bozukluğu halinde dahi Erdoğan önümüzdeki seçimleri bıçak sırtı bir durum olarak görebiliyor hâlâ. Elbette bürokrasiyi ve basını ehlileştirmiş, sosyopolitik bir kimlik inşa edebilmiş Erdoğan rejiminin bir ekonomik krizlik canı olan DSP’nin kaderini yaşaması beklenemezdi. Ancak uzunca bir süredir çatırdayan ve halk desteği de istikrarlı şekilde düşen bu popülist rejime karşı birleşik bir muhalefetin söylemsel hegemonyayı alması da umulabilirdi bir noktada. Fakat bu hegemonyayı sağlayacak bir bütünlük henüz kurulamayınca Erdoğan rejimi de devletin zor çarklarına daha fazla abanmak için kendine bir alan buldu. Zor bela da olsa hâlâ yeknesak tutabildiği sistemine gelen itirazlara karşı da kırbaçlarını daha sert şaklatır oldu. Bu tıkanmışlık halinin en önemli nedenlerinden birinin de kaynamaya devam eden “muhalefetin adayı” kazanından gelen nahoş kokular olduğuna ise şüphe yok. Ve tüm bu aday belirleme hengamesinin ortasında bir figür hikâyenin baş rolü olarak ön plana çıktı: Kemal Kılıçdaroğlu.
Adaylık gündemi ciddileştikçe, aslında 2009 yerel seçimlerinden beri hayatımızda bir şekilde yer eden bu figür hakkında ne kadar az yargıya sahip olduğumu fark etmeye başladım kişisel olarak. Kılıçdaroğlu benim için arkadaş ortamlarında “Kılıçdaroğlu iyi adam lan” karikatürüne referansla anılan, esnaf muhabbetlerinde ise liderlik vasfı olmamasıyla meşhur bir siyasetçiden çok da ötesi değildi uzunca bir zaman. Kişiliğinin ve liderliğinin bende ilgi uyandırmadığı aşikârdı. Muhabbeti pek sarmayan ama çok da yormayan bir akraba gibi de içimizden biri hissi uyandırıyordu aynı zamanda. Muhalefet seçmeni olarak bazen bizi utandırsa da iyi niyetine ve CHP’yi sıkıştığı kalıplardan çıkarma uğraşına ise uzaktan uzağa bir sempatim vardı. Yerine geldiği ve süreç içinde ekarte ettiği genel başkan namzetlerini düşününce de Kılıçdaroğlu’nun bu ülke için bir şans olduğunu daha fazla düşünmeye başladım. Dahası “sakin güç” ve “Gandhi Kemal” namlarını ona kazandıran diyalogcu, kibirsiz ve sebatkâr tarzı ile de bir zamandır gönlünü atıp tutan liderlere fazlaca kaptırmış Türkiye siyasetine bir bağlamda yeni bir soluk getirdiğinin de altını çizmeliyim. Fakat mesele Türk tipi başkanlık rejiminde Kılıçdaroğlu’nun adaylığına gelince konu epeyce çetrefilleşiyor. Kılıçdaroğlu’nun adaylığı birçok kesim için de hâlâ epeyce tartışmalı. Ve Türkiye’nin demokratik dönüşümünün mutfağındaki kurmay zekâ rolünü, kitleleri peşinden iktidara sürükleyecek lider kültü lehine terk ettikçe de bu endişelerdeki kaygı dozu artmaya ve kapalı kapılar ardında kalmamaya başlıyor. Bu gidişat da birçok muhalif seçmenin yüreği ağzında bir endişeyle 6’lı masaya baktığı bir tablo oluşturuyor maalesef.
Neye göre seçmeliyiz?
Muhalefetin aday belirleme süreci aynı zamanda demokrasinin yönetişim kapasitesinin otoriter tek adamlığın karar alma mekanizmalarından daha efektif ve daha rasyonel olduğunu, yıllarca koalisyon hükümetlerini beceriksizlikle kodlamış bir topluma ispat edebileceği en başat sınavı olacak. Bu yüzden, bu denli otoriterleşmiş bir hükümet ve bu denli güçsüzleşmiş bir toplumu dünya literatürüne geçecek şekilde, seçimler vasıtasıyla demokrasi rayına tekrar sokmanın tarihsel sorumluluğunu yetki sahibi herkesin öncelemesi hayati önemde. Yani reel siyasete tercüme edersek dillere pelesenk olan “kazanacak aday” kriterinin... Diğer tüm kriterleri anlamsız kılabilme özelliğiyle kazanma kriteri bazı refleksif tavırlar dışında sanırım herkesin aday puantaj listesinin ilk sütunundadır. Bu değerlendirme ölçütünün hemen arkasından da başkanlık yetkileriyle nasıl bir politik hat izleneceği yahut daha avami bir yolla hangi lidere daha fazla güvenildiği tartışması geliyor genellikle. Fakat açıkçası konu üzerine yürütülen bazı tartışma usullerinde konunun bu bağlamına gereğinden fazla ağırlık verildiğini de sıklıkla gözlemliyorum. Erdoğan’ın topluma yaşattığı travmanın da etkisiyle “yeni bir Erdoğan yaratmayalım” hassasiyetinin muhalif kamuoyu açısından bir çeşit kaygı bozukluğuna dönüştüğü de yadsınamaz sanırım. Bu yüzden parlayan muhalif liderleri yine muhalif kamuoyu vasıtasıyla aşağı çekmede epeyce mahiriz. Ve uzunca bir süredir halkın iradesi politik mekanizmaya yalnızca seçmen rolüyle girdi üretebildiği için demokrasilerin örgütlü mücadeleye alan açmak gibi nimetlerini de unutmuş gibiyiz. Nihayetinde bu öngörü zorluğu da Türkiye’nin geleceğine dair kurduğumuz tüm analizlerde, bu istibdat rejiminden hürleşmenin toplumsal güçler üzerindeki kaotik etkilerini mecburen göz ardı etmek durumunda bırakıyor. AK Parti stili başkanlık rejimi deneyimini hukukun üstünlüğü, laiklik, denge denetleme, yolsuzluk karşıtlığı gibi kavramları şiar edinerek mahkûm etmiş bir halkın daha zinde bir kuvvet olarak siyaset mekanizmalarının dizginlerinden daha fazla pay isteyeceği aşikârken hem de... Bu sebeple potansiyel adayların muhalefet mozaiğindeki bir parçaya daha yakın olmasının baştan üstü çizilecek bir kriter olarak telakki edilmesini yanlış ve beyhude buluyorum. Dahası bu tartışmaların afakiliği, Erdoğan rejiminin ülkeye en az zarar verecek şekilde tasfiyesi konsantrasyonuna da zarar veriyor. Neticede bu otoriter rejimin yetkilerini seçim vasıtasıyla en fazla alabilecek (başkanlık yarışının meclis aritmetiğine olası etkilerini de hesaba katarak) ve eski rejimin yönetim metotlarını ulusal bir mutabakat sayılabilecek denli oy farkıyla mahkûm edecek adayı bu seçimden beklentilerimizin odak noktasına koymamız gerekiyor zannımca. Bu da kazanacak aday kriterinin “en çok farkla” kazanacak adaya doğru genişlemesi demek. Bu değerlendirmenin zihnimde beliren matematiğini de şöyle kuruyorum: yaptırılacak güvenilir anket sonuçları + zorlu seçim kampanyası sürecini yönetebilme ve Erdoğan’ın devlet destekli liderlik yetenekleriyle mücadele edebilmenin geçer akçe olacağı aday parlatma dönemi etkisi. Yani şimdiye kadarki repütasyonu ve bir nevi liderlik becerilerinin karışımından mütevellit bir denklem... Eğer demokrasilerin görev verme ilkesinin temelinde liyakat olduğunu kabul ediyorsak aday belirlerken de bazı insan kaynakları ölçütlerine ihtiyacımız var sonuçta. Bu kriterlerin ilkinde Kılıdaroğlu’nun popülaritesinin görece en az olduğu sanırım tüm kamuoyunun tahmini. Diğer kriterde ise seçim sürecindeki atmosferi kontrol etme becerisini değerlendireceğimiz liderlik yetenekleri duruyor. Bu bağlamda Kılıçdaroğlu’nun karnesini ise şöyle tasnif etmeye çalıştım.
Kürsü performansı ve halkla ilişkiler
Bir liderin siyasi konjonktürü belirlemedeki etkisinin ne oranda olduğu tartışmaya açık bir konudur. Fakat özellikle tarihsel kırılma anlarında siyasal liderliğin öneminin arttığı da yadsınamaz. Bu tarz bir dönemden geçtiğimiz şu zamanlarda halkın gözlerini siyasal liderlere daha fazla dikmesi de oldukça olağandır. Gözlerin daha dikkatle çevrildiği siyasi liderlerin halkın kadrajına en fazla girdiği habitatı ise kürsü arkası ortamı olsa gerek. Fakat bu alanda çoğunluğun malumu olarak kürsüye ve anlattığı konuya hâkimiyeti açısından en başarısız performans Kılıçdaroğlu’na ait. Şaşkın bir yüz ifadesiyle ve artikülasyonu epeyce sorunlu bir sesle Türkçe sınavlarında “anlam bütünlüğünü bozan cümle”lerle dolu paragraflarını dinlemek elbette kapalı gişe oynayacak bir ilgi uyandıramıyor toplumda.
Aslında tüm bu handikaplarına rağmen Kılıçdaroğlu’nun siyasi kariyerindeki söylevlerinin bu denli sönük karşılanmadığı durumlar da vakiydi. Özellikle belge açıklama furyasında kullandığı bürokratik üslubunu “Böyle bir şey olabilir mi?” ve “Türkiye iyi yönetilmiyor” naifliğindeki bir sitemle tamamladığı konuşmaları taraflı-tarafsız birçok kesimde olumlu hisler uyandırabiliyordu. Siyasete “Vatandaşın Vergisini Koruma” isimli bir dernek başkanlığı vesilesiyle girmiş namuslu ve duyarlı bir bürokrat imajından beklenilmesi gereken performans da az çok bu olsa gerek sanırım. Fakat özellikle adaylık gündemi baskısının liderlik vasfı tartışmalarını tekrardan alevlendirmesiyle Kılıçdaroğlu, liderlik aurasındaki değişim çabalarını hızlandırdı. Uzun süre önce bu alandaki ilk yatırımını 90’ların sosyal demokrat modası takım elbisesini, görünümüne bir gençlik aşısı yapma niyeti okunabilen bir tarzda parlak kumaşlı ve dar kesim kombiniyle değiştirerek yapmıştı. Bu vücut dili mesajlarına son dönemde anlatımını el-kol işaretleriyle destekleme jestini de ekledi. Fakat anlatımının vurgularını el işaretleriyle senkronize edemediğinden 70’inden sonra huy edinmeye cesaret edenlerin makûs sonunu yaşıyor an itibarıyla.
Diğer bir değişiklik de yüz ifadelerinde ve üslubunda yaşanıyor. Halkın ulaşmaya çalıştığı kesimleri tarafından teveccüh göreceğine inanmasının da etkisiyle “posta koyan popülist lider” imajına açıkça daha fazla oynuyor. Elbette gittikçe gerginleşen süreçte halkın çektiği acıları da hissettiğine inandığım bir muhalefet liderinin daha direngen çıkışlar yapmasına hak verilebilir. Fakat şurası da açık ki Erdoğan’ın iyice zehirlediği siyasi kültürümüzde siyaset artık daha fazla kişilik yarıştırıcı bir “yürek” işi olarak pazarlanıyor Kılıçdaroğlu tarafından da. Sakin güç mizacına hiç oturmayan bu tarzı, masaya yumruğunu vurduğunda burnunun ucuna gelen gözlüğünü düzeltmeye çalışan karikatür bir figür çıkarıyor nihayetinde ortaya. Dahası duygusal stabilitesini koruyamadığı her durumda, çoğunlukla da anlatımının climax’inde sesi titriyor ve konuşmasının içeriği güdükleşip sloganikleşmek zorunda kalıyor. Bu eksiklerini kapatabilecek bir opsiyon olarak yazılı metni öncesinden çalışıp kürsüde performe etme usulünü de (en iyi örneği için bakınız: Meral Akşener) “camdan değil (prompterı kastederek) candan konuşuyorum” gibi replik düzeyinde bir argümanla reddediyor. Sonuç olarak Kılıçdaroğlu, Türkiye’nin muhalif kesimlerine gururla dolaşıma sokabilecekleri akıcılıkta ve toplumsal hislere tercüman olabilecek çok az malzeme verebiliyor.
Söylem üretme ve sentezleme
Muhalefetin adayında olması beklenen en büyük yeteneklerden biri de başkanlık sistemi denkleminde oy alması gereken çok geniş sosyopolitik kesimlerden hiçbirinin agresyonunu çekmeden bir söylemsel tutarlılık yakalaması olacaktır. Yine reel siyasetin diline tercüme edersek; birleştirici, bütünleştirici aday olması...
Aslında ülkenin gerçek ve ortak sorunlarını siyasetin konusu yapma vizyonuna sahip olduğu görülebilen, inanmış bir sosyal demokrat olarak Kemal Kılıçdaroğlu; devlet kurumlarının yok edilmesi süreciyle el ele giden ekonomik krizde kitlelerin sesi olmaya en yakın kişi konumunda. Fakat görünen o ki Erdoğan’ın sınırlarını iyice daralttığı siyaset alanını kendi söylemine doğru genişletmektense kimlik siyasetinin denklemlerini değiştirmeyi daha fazla önemsiyor. Elbette bu alandaki yanlış algıları düzeltmeye çalışmanın kendisi anlamsız değil. Fakat bu sürecin taşra siyasetçisi bakışıyla, “muhafazakâr kesimler geleceğe dair temennilerinde ‘Allah izin verirse’ diyen siyasetçiyi sever” mantık yürütmesiyle icra edilmesi büyük sorun. Özellikle bu tarz deplasmana çıkılmak zorunda kalınan açılımlarda, CHP’nin kurumsal kapasitesinin yeterince hazırlanmadığı ve konuyu kendi siyasetinin tutarlı bir parçası haline getirmek için yeterince çalışılmadığı izlenimi uyanıyor.
Halkın gerçek gündemlerinden bahsederken de kavram setinin ve ifade gücünün yetersizliğinden emekli vatandaşa mikrofon uzatılmış gibi bir dert anlatma performansı çıkıyor çoğunlukla. Nihayetinde bu tarzın da bazı kesimlerde alıcısı olması olasıdır. Fakat kabul etmek lazım ki kimseyi de mevcut kanaatlerini sorgulatmaya itebilecek kadar cazibeli değiller. Son tahlilde tarihsel şartlar ne kadar muhalefet lehine de olsa AK Parti rejiminin devasa propaganda makinesini küçümsemek büyük hata olur. Özellikle de kendi partisel kimliğini ulusal kimliğin bir parçası yapmayı başardığı kriz anlarında Türkiye’nin en geniş sosyopolitik kimlikleriyle kolayca kaynaşabilme yetisini defaatle göstermişken... Bu yüzden, bu algı çarklarından süzülüp AK Partili/küskünü seçmenin hayatlarına girdiği kesitleri argümantasyonu sağlam ve üslubu bu kesimlerin diline hâkim tarzda dolduracak bir “muhalefet yüzü” çok büyük avantaj sağlayacaktır.
Bu bağlamda Kılıçdaroğlu’nun sosyolojik empati yeteneği ve komplekssizliği kendisi için büyük avantaj. Hem de kendi partisi içinde bu vizyona karşı statükocu bir refleksin muhalefetine rağmen bu hattı canla başla savunuyor. Bir bakıma tarihin CHP’ye yüklediği bir görev olarak da düşünülmesi gereken sosyal demokrat siyasetin yerelleşmesi ve daha önceden ulaşamadığı sosyopolitik kesimlere açılmasına da özel önem verdiği aşikâr Kılıçdaroğlu’nun. Fakat dersin konusunu bilmek tek başına yeterli olmuyor maalesef. Hâlâ bu alandaki çabalarını sembolik düzeyde ve eklektik mesajlar dışında tutarlı bir davet manifestosuna dönüştüremedi. Ve dahası kendi alametifarikası sayılabilecek “biz” dilini kendi lider kültü yatırımına kurban ederek söylemlerine de kişisel kariyeri için görkemli bir son planı şayiası düşürdü.
Kişiliği
Türkiye’nin siyasi kültüründe liderleri kişilik özelliklerine atıfla sınıflandırmak ana akım bir alışkanlık sanırım. Örneğin sempatizanları Erdoğan’ı neden desteklediğini açıklarken yaptığı icraatlarıyla birlikte “yiğit, mert, sözünün eri, çalışkan” gibi kişisel bir erdeme de vurgu yapıyorlar muhakkak. Yani siyasal çıktılar bağlamında liderin kişiliğine büyük bir anlam yükleniyor toplum tarafından. Hatta kimi avami politik okumalarda siyaset yalnızca liderlerin birbirine yapıp ettikleri olarak mütalaa ediliyor. Bu algılamaya, güçle ilişkisinde sınıfta kalmış İslâmcı bir deneyimin travması da eklenince cumhurbaşkanı adayının kişiliğine daha fazla önem atfediliyor.
Bu alanda yıldızı en parlak aday ise Kılıçdaroğlu sanırım. Adaylığını destekleyenlerin vurgu yaptığı ilk şey de sıklıkla bu bağlamda oluyor. Diyaloğa açık egosuz bir dinleyici, ilkeli ve dürüst devlet adamı imajıyla birçok insan için makbul aday olmanın yeter şartını taşıyor Kılıçdaroğlu. Özellikle yaşanan bu çoklu kriz ortamında halkın aradığı lider profili “güçlü lider”den “güvenilir lider”e kaydıkça da anketlerdeki göreli dezavantajına rağmen azımsanmayacak bir destekçi bulabiliyor. Fakat gerçek halk desteği olarak görülebilecek bu teveccühe eşlik eden başka bir politik koşullanmanın varlığını da es geçmemek gerekir. Bu koşullanmayı da demokratik gelişmişliği herkesin malumu bir toplumda iktidar yürüyüşüne çıkma iradesi gösteren her liderin yüzleşmesi kaçınılmaz olan “kraldan çok kralcılık” motivasyonlu siyasetçilerin arzuları şekillendiriyor. Elbette iktidar paydaşı olması beklenen bir ana muhalefet partisinin siyaset brokerlığı sektöründe çalışan middlemanlerden tamamen arınması imkânsızdır. Hatta bu insanların girişkenliklerini güvenli sınırlar dahilinde harekete kanalize edebilmek ve belli oranda idealistleştirmek de bir lider için anlamlı bir yetenek olsa gerek. Fakat bu vizyonal seviyedeki analizlerin ve kulis bilgisi siyasetçiliğinin Kılıçdaroğlu’nun hamlelerindeki belirleyiciliği de oldukça endişe verici seviyelerde. 6’lı masanın aklı selim orkestra şefi rolünde hâlâ iyi bir performans sergiliyorsa da adaylığını bir parti projesine çevirmeye çalışarak 6’lı masayı en derinden bölen kişi de o oluyor. Bu kakofoninin ortasında “en çok isteyen aday” olarak ortaya çıkması da onun mütevazi ve delege edici hasletlerinin geri plana atılmasına sebep oluyor.
Sonuç olarak
Her ne kadar cumhurbaşkanı adayı olarak en ideali gibi görünmese de 6’lı masanın demokratik teamüllerini yıkmak pahasına kendi adaylığını dayatacağını da düşünmüyorum Kılıçdaroğlu’nun. Sonuçta ülkenin demokratik dönüşümüne hizmet etmenin birçok seviyede imkânı ve ihtiyacı var. Ve demokratik yönetişimde ortak aklın en büyük garantisi olan denge ve denetleme mekanizması da 6’lı masanın yapısal zorunluluğu. Bu şartlar altında Kılıçdaroğlu’nun da “kazanıyoruz” motivasyonuna zarar vermeme sorumluluğunu daha fazla anımsamasından başka çare yok. Erdoğan rejiminin aleni şekilde hukuk dışına çıkmasını ve yıkılırken toplumda yaratması muhtemel etkileri sınırlandırabilecek yegâne güç bu “kazanıyoruz” hissi çünkü.