Seçimler geride kaldı. İlk şaşkınlık atlatıldıktan sonra ortaya çıkan tabloya dönük kamusal alanda muhasebe ve muhakemeler içeren çeşitli tartışmalar başladı. Sonuçlar ülkenin yarısının değişim iradesi göstermesi olarak da okunabilir, değişim isteyen tarafın bir bölümünü de içine alan açık mülteci düşmanı ve Kürtlerin politik özne olmasını içine sindiremeyen devletçi-milliyetçi bir toplamın artık demokratik değerlere tenezzül etmemesi olarak da. Karamsarlığa ve yılgınlığa teslim olmak için değil ama mücadeleye nereden başlayacağımızı yanılgıya düşmeden belirlemek için ikincisi gibi düşünmeye daha çok ihtiyacımız var. İktidarın yirmi yılı aşkın katlanarak artan zorbalığına karşı oluşan toplumsal aceleciliği anlaşılır bulmakla birlikte, toplumsal örgütlenmeye öncülük eden kişiler ve kurumlar açısından bu aciliyetten fazlasına, ufkun ötesine bakan uzun erimli ve sabırlı bir mücadeleye mecbur olduğumuzu düşünüyorum. Dahası, sol ve Marksizm içinde pek de hoş bir tınısı olmayan, hayalcilikle itham edilegelmiş ve bence doğru anlamaya yeterince gayret edilmemiş bir ütopyacılığa ihtiyaç var. Yoksa yüzü verili durumun ötesine dönük alternatifler hayal etmeden düzenli olarak esiri olduğumuz aciliyetlerin sığlığında debelenip durmaya devam edeceğimiz bir gerçek.
Hem çağdaş küresel durumu hem de seçim sonuçlarıyla okunaklı hale gelen günümüz Türkiye’sini kavramak için Marcuse’nin hâlâ geçerliliğini koruyan tek boyutlu insan/tek boyutlu toplum kavramsallaştırması bize bazı içgörüler sunabilir. Marcuse günümüz toplumunun en belirleyici özelliklerinden birinin teknoloji olduğunu ve kapitalizmin teknolojik rasyonaliteyle birleşmesinin bireysel özgürlüklerin verimlilik kültürüne boyun eğdiği yeni bir tür tahakküm biçimi yarattığını ileri sürer. Bu toplum sözde kendine yeter bir toplumdur ve değişime ancak kendi sınırları dahilinde imkân tanır. Bunu yaparken en büyük başarısı ise reklamcılık ve kitle kültürü aracılığıyla sahte ihtiyaçlar yaratarak bireyleri sisteme entegre etmesidir. Marcuse’ye göre, sahte ihtiyaçların yaratılması Marx’ın varsaydığından daha büyük ölçüde, devrimin öncüsü olması beklenen işçi sınıfına yabancılaşma, emek sömürüsü gibi sorunlarını telafi etme ve sisteme gönüllü katılma imkânı tanımıştır. Teknolojik ilerlemelerle birlikte çalışma koşullarının göreli iyileşmesi, ücret artışları ve işçi sınıfının kompozisyonunun değişmesiyle de geçmişte çatışma mekânı olarak düşünülen işyerleri âdeta bir stabilizasyon mekânı olarak yeniden kurgulanmıştır. Yine Marcuse’ye göre, bir zamanlar toplumsal, ekonomik ve politik özgürlüklerin mücadele merkezleri sayılan alanlar artık istibdadın alanları haline gelmiştir. Örneğin emek gücü, özgürleşmeye öncülük etmek yerine bireyi piyasanın kölesi haline getirmiş, bir zamanlar hayati bir önem taşıyan oy verme hakkı, demokratik olmayan sistemlerin devamının onaylanması anlamına gelmiş, ifade özgürlüğü ise muhalif düşünce ve eylemlere yönelen bir silaha dönüşmüştür.[1] O halde, eleştirel düşüncenin ve her türden radikalizmin sisteme uyumlanma uğruna sistem dışına çıkarıldığı bu tek boyutlu toplumda anlamlı bir sosyal dönüşümü nasıl mümkün kılacağız?
Elbette, Marcuse’nin 1964 yılında yaptığı bu tespitlerin birebir Türkiye toplumuna denk düştüğünü iddia etmeyeceğim. Ancak tek boyutlu toplum kavramı, farklı biçimler almakla birlikte halen geçerliliğini koruyor. Marcuse’nin sahte ihtiyaçların üretilmesinde kültür endüstrisinin etkisi üzerine yaptığı vurgu Türkiye bağlamında güvenlik teknolojileri olarak değiştirilebilir. Elbette tüketimin pasifize edici etkisi Türkiye’de de Avrupa’daki eğilimlerden farklı değil. Ancak yoksulluğun ülke tarihinin en dip noktasına ulaştığı ve barınma, yeterli beslenme gibi en temel gereksinimlerin tatmin edilemediği bir sosyoekonomik ortamda seçimlerde öne çıkan güvenlik kaygısının, beka söyleminin, yerli otomobil veya İHA/SİHA gibi askerî teknolojilerin belirleyiciliğinin yüksek olması Marcuse’nin öne sürdüğü “sahte ihtiyaçların üretimi” olgusuna bir örnek teşkil ediyor. Devletin ideolojik aparatları çeşitli manipülasyon bombardımanıyla müphem bir güvenlik tehdidini toplumun başat kaygısı haline getirmeyi başardı. Savaş politikalarının gördüğü teveccüh ise milli gurur meselesinin muhalefetin popülerleştirmeye çalıştığı patatesli soğanlı yoksullaşma söyleminden şimdilik daha geçerli olduğunu ortaya koydu. Bütün bunların yanına elbette sürekli artan enflasyonu dengelemeye yetmeyecek olsa da asgari ücret artışlarını ve seçim ekonomisi politikalarını (örneğin EYT) da ekleyebiliriz. Sonuçta, tıpkı Marcuse’nin öngördüğü gibi, “demokrasi şöleni” havasında sunulan seçimlerin bir kez daha otoriter rejimi pekiştirmesi sonucuyla karşılaştık. Burada otoriterliğin pekişmesinin sadece iktidarın bir kez daha seçimi kazanmasıyla değil, ana akım siyasi muhalefetin de özellikle ikinci tura iktidarın otoriter dilini benimseyerek girmesiyle tescillenmiş olduğunu da eklemek gerekir.
Peki bu noktada ne yapmalı, nasıl yapmalı? Öncelikle işe hiç kimsenin elinde bugünden yarına geleceği değiştirecek bir sihirli değneğin olmadığını kabul ederek başlamak gerekiyor. Bu yazının derdi de gündelik politik arayışlara veya aciliyetlere bir cevap aramak değil, onun daha ötesine geçen yeni bir mücadele bilinci ve zihniyetinin imkânlarını eşelemek. Hamit Bozarslan seçimlerden sonra artıgerçek gazetesine verdiği röportajda, Türkiye’nin demokratik bir pedagojiye ihtiyacı olduğunu, bu sebeple artık meseleye 2030’ların, hatta 2040’ların ufkuyla bakmak gerektiğini ileri sürüyor. Her ne kadar Hamit Bozarslan demokratik pedagoji kavramını bir tür demokratikleşme projesi yerine kullanarak detaylandırmadan bıraksa da pedagoji vurgusunun önemini ve işlevselliğini vurgulamakta yarar var. Pedagoji kavramının politik alanda popüler olması Brezilyalı düşünür Paulo Freire’nin eleştirel pedagoji kavramını ortaya atmasından sonrasına denk düşüyor.[2] Freire’ye göre eleştirel pedagoji, radikal bilinç yaratmayı hedefleyen ve dersliklerin de ötesine geçen kolektif öğretim ve öğrenim pratiklerinin bütünüdür. Bu eğitimin amacı her şeyden önce ezilenlerin kendilerini insandışılaştıran baskı araçlarına yönelik farkındalığını arttırmak ve aslında verili kabul ettiğimiz dünyayı henüz tamamlanmamış ve dönüşüme açık olarak görmeye ikna etmektir. Bu sebeple, eleştirel pedagoji, düşünceyle eylemin bir arada yol aldığı diyalektik bir süreçtir.
Marcuse de tek boyutlu insanlarla doldurulmuş tek boyutlu toplumlarda radikal dönüşümün imkânlarını ararken yeni bilinç setleri yaratmanın önemine dikkat çeker. Onun tek boyutlu toplumdan çıkış bileti “büyük reddiye” kavramıdır. Marcuse büyük reddiyeyi, Adorno’nun negatif diyalektik kavramına benzer bir şekilde, bireylerin ihtiyaçlarını, bilinçlerini, hassasiyetlerini, değerlerini ve davranışlarını dönüştüren bir olumsuzlama, sisteme dahil olmayı reddetme eylemi olarak kavrar. Bu reddiye, aynı zamanda kendi başına devrimci olmayan ancak devrimci öznelerin yetişmesine katkıda bulunabilecek, sevgiyi, güzelliği, hisliliği, doğanın korunmasını, kısaca daha basit ve insani bir yaşamı önceleyen yeni bir radikal duyarlığın inşasını da zorunlu kılar. Ezilenlerin kendilerini köleleştiren ihtiyaçlara bağımlılığından kopuşunu sağlayacak yeni bir bilinç gerekir. Yalnızca eylem halindeki politik eğitimin sonucu olabilecek bu kopuş olmaksızın, der Marcuse, “en temel, en dolaysız isyan gücü bile yenilgiye uğrayabilir ya da karşı devrimin kitlesel temeli haline gelebilir.”[3] Burada bahsi geçen politik eğitim kavramı, zaman zaman eleştirel pedagoji yerine de geçen ancak daha kapsamlı bir hüviyet taşıyor. Politik eğitim bugün, özellikle ABD ve Latin Amerika’da ırksal adalet, çevresel adalet, toplumsal cinsiyet eşitliği ve sınıf bilinci talepleri etrafında örgütlenen taban hareketleri için sürdürülebilir mücadelenin olmazsa olmaz bir parçası. Siyah Amerikalı tarihçi Robin Kelley “Siyahların Hayatları Değerlidir” isyanları sırasında verdiği bir röportajda, eğer şu anda kurumsal olarak polisin finansmanının kesilmesi gibi bir talepten bahsedebiliyorsak bunu on yıllardır sahada mücadele veren taban hareketlerinin politik eğitimlerine borçluyuz, demişti. Gerçekten de politik eğitim, mevcut düzene alternatifler hayal ettiren, bilinç setlerini, kavramları yeniden yapılandıran, akademik olarak üretilmiş bilgiyi harekete geçiren temellendirilmiş bir umut politikası inşa etmektir.
Türkiye’de de en başta siyasete bakışta bütün bireyleri içine alan bir paradigma değişimine, bir zihniyet dönüşümüne ihtiyaç var. Seçimleri ve ittifakları parmak hesabına indirgemek yerine parti örgütlerinin sivil toplumlaştığı, tabandan başlayarak birlikte öğrenmeye, kapitalizmin ve milli güvenlikçi müesses nizamın kendini tek seçenek olarak dayatmasına karşılık bir arada, demokratik ve insanca yaşamı mümkün kılacak alternatifler hayal etmeye ve geliştirmeye ihtiyacımız var. Örneğin akıl dışı kira artışları ve barınma sorunu yaşadığımız bir dönemde TİP Genel Başkanı Erkan Baş’ın ortaya attığı “herkes oturduğu evin sahibi olacak” iddiası yöntemsel olarak değilse de işlevsel olarak doğru bir noktaya isabet etmişti. Hem söylemin dolaşıma sokulduğu mecranın kısıtları itibarıyla hem de iyi düşünülmüş bir politika yerine geçerken söylenen bir provokatif söz intibası bıraktığı için kamuoyunda magazinsel bir küçümsemeyle geçiştirilse de bu iddia tam da zihnimizin kabullerini hedef alan, kapitalizmde evin anlamına ve en temel barınma hakkının gaspına dair temel bir sorgulama içeriyordu. Ya da yurt bulamayan, yurt ücretlerini ödeyemediği için sokağa atılan öğrencilerin olduğu bir ortamda, “yeni yurtlar yapacağız” popülizminden belki de daha hayati olan, barınma ve konut hakkına dair toplumun kılcallarına işlemiş neoliberal ezberleri zorlayan, insanlık onuruna taraf bir perspektifi yaygınlaştırmak olmalıydı. Bunlar elbette ilk akla gelen örnekler.
Marcuse 1970’ler için, metropollerde toplumsal değişim ihtiyacının ayyuka çıkmasını fakat kitlelerin bu ihtiyaca cevap veremeyecek kadar paralize olmasını bizzat devrimci olmayan ama devrim öncesi durum olarak tanımlar. Bu süreçlerde yapılması gereken şey ise küresel kapitalist ekonomiyi bir şekilde zayıflatmanın yollarını bulmak ve radikal bir aydınlanmaya yönelik yoğun bir emek sarf etmektir. Bizim için de bu saptamanın hâlâ geçerli olduğunu iddia edebiliriz. Yirmi yıllık AKP iktidarının getirdiği ekonomik ve politik bıkkınlık objektif olarak kendini dayattı, ancak Türkiye solu ve muhalefeti bu tarihsel zorunluluğun kendini gerçekleştirme imkânına hazırlıksız yakalandı. Sonuçta, tıpkı Bloch’un Nazi Almanya’sına yönelik tespitlerinde olduğu gibi, Türkiye solu toplumsal çelişkiler alanını devrimci durum lehine örgütlemektense sağcıların, giderek radikalleşen milliyetçilerin insafına terk etti.[4] Toplumun sağcılığa yatkınlığını peşinen kabul etmemek, meseleleri tarihselleştirmek ama tarihe hapsetmemek gerekiyor. Bloch’un başka bir yerde söylediği gibi, nesnel çelişkilerin kendiliğinden iyiye yönelmesinden fayda ummak yerine felaket zamanlarında ortaya çıkan olumsuzluğu ancak ortak ve karşı bir tutumla olası bir başarının hizmetkârı haline getirebiliriz. Bilginin kendisi eğer toplumsal dönüşüm için bir silah olacaksa, bu ancak ve ancak, düşünülmüş olmayana, sadece bilinebilir geçmişe değil, gerçek bir oluşa, meydana gelmekte olup henüz bitmemiş olana doğrultulduğunda mümkün hale gelir.[5]
Sonuç olarak, demokratik pedagoji, eleştirel pedagoji veya politik eğitim, adına ne dersek diyelim, bireyler olarak hepimizi birlikte öğrenmeye davet eden bir toplumsal hareketin öncülüğüne ihtiyaç var. Gezi Direnişi bence bu sekanslardan biriydi. Ancak Gezi’yi nostaljikleştirmek ve yılda bir anılan sembolik bir olaya dönüştürmek yerine, Gezi’nin açtığı düşünsel ve kavramsal ufku yenileyerek ve on yıl önce öne çıkan kent hakkı, yaşam tarzı özgürlüğü, demokrasi gibi talepleri çevre hakkına, mülteciler dahil sistemden tüm dışlanmışları da kapsayan eşit yurttaşlık talebine ve anti-kapitalist ekonomik alternatiflere doğru genişleterek yeni bir gelecek hayal etmemiz artık bir zorunluluktur.
[1] Herbert Marcuse. (1997). Tek-Boyutlu İnsan: İleri İşleyim Toplumunun İdeolojisi Üzerine İncelemeler. İdea Yayınevi.
[2] Paulo Freire. (2021). Ezilenlerin Pedagojisi. Ayrıntı.
[3] Herbert Marcuse. (2013). Özgürlük Üzerine Bir Deneme. Ayrıntı.
[4] Ernst Bloch. (2009). The Heritage of Our Times. Polity Press. Ayrıca bu konuda Serhat Tutkal’ın zihin açıcı yazısı okunabilir: https://mavidefter.net/mucadele/
[5] Ernst Bloch. (1976) "Dialectics and Hope", New German Critique, 9: 3-10.