Kurak Günler

İyi ve kötü bir mukadderat değil, belirsiz bir gelecek insanı ürkütür. Çünkü insan tekinsizlikten çekinir. Zaten son kertede uygarlık, yaşamın doğasında var olan belirsizliği aşabilmek için normlar yaratmaktan başka nedir ki.

Ama ya normlar iflas ederse?...

Emin Alper’in Kurak Günler’i bizi koca bir obruğun başında bu soruyla bir başımıza bırakıyor. Yalnızız ve it gibi korkuyoruz.

Dünün geçip gittiğinin farkındayız.

Gelecek ise obruğun karşısında bize yöneltilmiş el lambalarının karanlığı.

Aramızda hepimizi içine alıp yutabilecek büyüklükte bir obruk var sadece!

Düne Dair  

Nuri Bilge Ceylan, Bir Zamanlar Anadolu’da da savcı (mülkiye), doktor (tıbbiye) ve komutan (askeriye) üçlüsüyle Cumhuriyet’in kurucu vasfını anlattı. Savaşlardan yorgun düşmüş, açlıktan nefesi kokmuş, sıtma ve tüberkülozdan kırım yaşamış Anadolu’ya düzen ve şifa getirmeyi hedefliyordu bu üçlü devlet bürokrasisi.

Ancak Cumhuriyet’in gerçeği, Kelebeğin Rüyası’na dönüştü. Ankara ve İstanbul’un taşrası Zonguldak’ta kurucu devletin bürokrasisi ve kentin önde gelenleri Ankara’dan gelen dondurmanın tadına bakarken, halk yalın ayak mükellefiyet kanunu uyarınca yer altında madene koşuldu.

Gelin görün ki Kurak Günler’in çiçeği burnunda genç savcısı Emre halkın parasıyla okuduğu o okullarda bu gerçekliklerden bambaşka bir tarih öğrendi. Belki de bu nedenle kentin ileri gelenleri olarak kendisiyle tanışmaya gelen eşraftan avukat Şahin ve yardakçısı dişçi Kemal’e biraz üstten bakarak ukalalık sınırında kısa sözlerle ilk teması başlattı.

Belki de Emre’nin kaçınılmaz sonu bu temasta yazıldı. Öyle ya Türkiye, onun bildiği eski Türkiye değildi artık…

Şimdiye Dair

Yüz yıldır her daim beklemeyi ve fırça yemeyi kanıksamış yurdum insanı kaderinin diplomalı bir devlet memurluğu elde edince değişeceğini düşündü her zaman. O nedenle diploma ehline biraz gıpta, çokça hasetle bakıp durdu.

Çalıştı didindi ve devletin parasız yatılı mekteplerinde tahsil görüp devleti ardına aldığında ise çıkıp geldiği yere devlet kesildi. Onca yılın travmasını başka travmalar yaratarak gidermeye koyuldu.

Ama çoğu için hayat beklemek ve fırça yemekten ibaret olmaya devam etti. Diplomaları olanlar için dahi devletten fırça yemek âdeta kaderdi. Zaten avukat Şahin’i de en çok kendi bağ evinde dahi savcı Emre’den fırça yemek rahatsız etmişti.

Öte yandan yıllar geçmiş olsa, aya ayak basılmış olsa da Yanıklar kasabasının halkı akmayan çeşmeler karşısında bekliyordu. Ellerinde bidon sokak çeşmesi karşısında bekliyordu. Belediyenin lütfederek kasabaya getirttiği tankerden birkaç bidon su alabilmek için saatlerce bekliyordu.

Bekliyordu ama artık beklemeye tahammülü kalmamıştı. O da tıpkı diğer insanlar gibi evin çeşmesinden su içmek, kasabanın öte yakasındaki göl yerine evindeki duşun altına girip serinlemek istiyordu.

İstek insaniydi ama su yoktu, günler kuraktı.

İşte tam da böylesi bir günde kulağına çalındı Belediye Başkanı Selim Bey’in “büyük düşün” söylemi. O, yerin altındaki suyu evlerin içerisine getireceğini söylüyordu. Beklemeyi kanıksamış Yanıklar insanının kaderi değişebilirdi bu sayede.

O nedenle ötesini duymadı. Yeraltı suyunun obruklara neden olabileceğini, obrukların bir gün herkesi yutabileceğini duymadı.

Daha doğrusu duymak istemedi. Çünkü çağı yakalamak istiyordu.

Kasabaya gelecek suyla birlikte tüm yaşamının, makûs talihinin değişeceğini düşündü. Beklemenin, insan sayılmamanın son bulacağına inandı. Kendisi gibi olan bir başkanın, bir diplomalının değil, kendisi gibi bir diplomasızın hayatı değiştirebileceğine inanmak istedi.

Meskûn mahalde sıkılan kurşunlar, kasabanın yolunu bulayan kan ve arabanın ardına bağlanmış ceset gücün kimde olduğuna işaret ediyordu. Kurdun dişine kan değmişti ve tarih böylesi zamanlarda egemenden yana olmanın yaşamak ve çıkar açısından zorunlu olduğunu yazıyordu.

İşte böylesi bir ortamda yüz yıldır bastırdığı arzularını, benliğinin derinliklerine gömdüğü dürtülerini tümüyle serbest bıraktı. Bilmiyordu ki sınırlandırılmamış arzu faşizmdi.

Geleceğe Dair

Türkiye’de nelerin olduğunu, nasıl bir dönüşüm yaşandığını anlatan bir başyapıt Kurak Günler.

Aynı zamanda korkutucu.

Cehennemi yaşarken kanıksanan gerçekleri dışarıdan bakıp gösterdiği için ürpertici ve yıkıcı.

Emin Alper, hiçbirimizin masum olmadığını ancak bir kısmımızın suçlu olduğunu söylüyor. Bu grilik önemli. Bu nüans önemli. Suçluları alt etmek ve normu dünden başka biçimde yeniden var etmek için bu vurgu kritik.

Dünün normunu yeniden var etmek mümkün değil, dahası doğru da değil. Unutmayalım ki genç savcı Emre’nin sperm analizini bilmiyoruz ama “yarım akıllı” Çingene kızı Pekmez’e tecavüz etmiş olması bir ihtimal. Bu bile dünün tekerrür etmemesi için yeter bir sebep!

Ancak Emre, heteroseksist dünyaya mahkûm olmayan ve aynı zamanda obruklara karşı mücadele eden bir simge. İnsanın sermayesinin saygınlık olduğunu gören ve bu yolda düşe kalka yürümeye çalışan bir simge. Bin yıllık devlet zihniyetinden farklı olarak Çingene çadırlarını kriminalize eden değil, onları korumaya çalışan bir simge. Daha önemlisi taşranın, normsuzluğun, keyfiyetin, ahalinin insani sorunlarını kendi çıkarı için kullanmanın mantığını çözmüş ve hukuku bu uğurda iğfal etmiş hâkime Zeynep gibi karanlığın yanına geçmemiş bir simge.

Tüm bu altüst oluş arasında kutup yıldızı gibi parlayan bir evlatlık gazeteci de var. Hiç kuşku yok ki devlet, tıpkı genç savcı Emre gibi, bu normun karşısında çırılçıplak. Tarihsel tüm geçmişiyle, tüm kirleriyle çırılçıplak.

Gazeteci Murat ve Savcı Emre obruğun bir yanındalar. Öte yan belli; suçlular da var, masum olmayanlar da.

Obruğun bu yanında olanlar normların iflas ettiği bir ülkede ne yapacak?..