Cumhuriyet Halk Partisi’nin geçtiğimiz hafta açıkladığı Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılı Vizyon Belgesi beklenenin üzerinde bir yankı yarattı. İçeriğe dair bir dizi eleştiri olsa da, bu belgede emeğin örgütlenmesine değinilmemesi, sınıf ve prekarya gibi kavramların kullanılmaması ve neoliberal ekonomi politiğe karşı net bir tutum alınmaması şaşırtıcı değil. Zira CHP hiçbir zaman sosyalist olmamış, hatta kimi zaman sosyalist hareketlerin pasifize edilmesine dolaylı yoldan destek vermiş bir siyasal hareket. Dolayısıyla açıklanan ekonomik vizyonun içeriği ile CHP’nin kendisine biçtiği siyasi çizgi arasında bir tutarsızlık olduğunu söylemek zor. Aksine, ana akım makro iktisat politikaları ile erişilememe hakkı ve yeniden meslek edindirme programları gibi bir dizi sosyal temayı harmanlayan ve ekonominin önüne “ekolojik ve yüksek katma değerli üretim” hedefini koyan bu vizyon belgesi, merkez solda duran Batı Avrupa siyasal hareketlerinin hassasiyetlerinin ve siyasa önerilerinin derli toplu bir özetini sunuyor. Kendisini bu merkez sol hareketlerin Türkiye’deki temsilcisi olarak gören bir parti için böyle politika tercihlerinin fazla bir heyecan yaratmaması şaşırtıcı olmazdı. Oysa vizyon toplantısının gerek parti içerisinde gerekse seçmenlerde bir hareketlenmeye yol açtığı açık. Bu vizyon belgesinde daha önce hiç akla gelmemiş çözüm önerileri sıralanmadığına göre, nasıl oldu da bu belge bu kadar ses getirdi?
Bu heyecanın nedenini, belgenin içeriğinden çok böyle bir programın ortaya konulabilmiş olmasında aramak gerekiyor. Kronikleşmiş muhalefet partisi imajı ile CHP, kendisinin gerçekçi bir iktidar alternatifi olduğuna seçmenleri inandırmakta zorlanıyordu. Vizyon belgesinin hazırlanma ve sunulma biçimi, gerek kadrolarını gerekse seçmenleri, CHP’nin iktidarı ele almaya ve ülkeyi yönetmeye mahir olduğuna ikna etme bakımından önemliydi. Prestiji yüksek isimlerin katıldığı büyük bir toplantı ile bu belgenin duyurulması, “CHP iktidarında bir Türkiye” olasılığının düşünülebilir kılınması bakımından bir heyecan yarattı. Söz konusu belge bu nedenle seçim öncesi duyurulan herhangi bir ekonomik vaat paketi olmanın ötesinde bir anlam taşıyor. Fakat bu durumda da akla ikinci bir soru geliyor: madem CHP böylesi bir program ilan ederek hem kadrolarında hem de seçmende bir yankı uyandırabiliyordu, neden bunu çok daha önceden yapmadı?
Bu sorunun pratik bir dizi yanıtı olduğunu düşünmek makul olur. Örneğin bu kadar çok sayıda konuşmacının katılacağı ve parti örgütünün yönetim kademelerinin davet edildiği bir toplantı için, seçim öncesi giderek yoğunlaşan takvimde uygun bir zaman aralığı bulmak başlı başına bir zorluk olsa gerek. Ayrıca CHP içerisindeki ekonomi kurmaylarının bir araya gelerek işbirliği yapılacak bir uzmanlar listesi oluşturmalarının da belirli bir mesai gerektirdiği kuşkusuz. Dahası, altılı masanın en büyük partisi olan CHP, masanın ekonomi konusunda çalışan alt kurullarında bir politik vizyon taslağı belirginleşmeden böyle bir belge açıklayarak masanın kolektif ruhuyla ters düşmekten de kaçınmış olabilir.
İşte konunun ilgi çekici hale geldiği yer tam da bu son nokta. Sosyal demokrat vizyonunu seçime ancak birkaç ay kala açıklayan ve halen daha bir aday çıkartmayan CHP, bütün siyasal enerjisini altılı masa ittifakı aracılığı ile seçim kazanmaya ve liberal demokrasinin asgari gereklerini yeniden tesis etme hedefine hasretmiş durumda. Parti uzunca bir süredir seçimlere bir aritmetik mesele olarak yaklaşıyor ve hedefini, verili seçmen konjonktüründe yüzde elli artı bir oyu kazanmak olarak kavrıyor. Erdoğan’ın kurduğu sistemin bu düşünce tarzını teşvik ettiği kuşkusuz. Ayrıca anket şirketlerinin verilerinden hareketle yapılan yorumlar da genellikle bu verileri üreten toplumsal yapıların kısa-orta vadede değiştirilemez olduğunu varsayıyor. CHP yönetimi de toplumdaki sosyokültürel örüntüleri dönüştürmek yerine bu kısıtlar dahilinde siyaset yapmak zorunda olduğunu kabul ediyor ve seçimden galip çıkmasını sağlayacak ittifakları tesis etme stratejisini bu bağlamda nispeten başarılı bir şekilde yürütüyor.
Toplumsal eğilimlerin siyasal partiler tarafından verili bir unsur olarak algılanır hale gelmesi, Batı demokrasilerinin genelinde son yarım asırdır takip edebildiğimiz bir eğilimin yansıması. Hem Türkiye’de hem de demokratik kurumların daha işler olduğu ülkelerde siyasi partiler toplumsal öncüllük iddialarından uzaklaşmış durumdalar. Partilerin hemen hepsinin hedefi, “mevcut toplumsal iradeyi temsil etmek” ve kadrolarını böylelikle iktidara taşımak. İktidara giden en kestirme yolun, toplumsal dinamikleri şekillendirmek değil onları siyasal dile tercüme eden mümkün olduğunca şeffaf bir filtreye dönüşmek olduğu varsayılıyor. Tam da bu nedenle siyaset bilimi çalışmalarında artık seçmen tercihleri parti siyasetinin bir sonucu olarak kavranmak yerine, partilerin siyasal çizgilerindeki değişimleri tetikleyen önemli birer bağımsız değişken olarak görülüyor.
Siyasi partilerin düzeni verili kabul ederek kendilerini "şeffaflaştırma" eğilimleri onları popülizme sürüklerken, vizyonerlik kapasitelerini ve toplumsal dinamikleri şekillendiren birer özne olma iddialarını zayıflatıyor. Partiler, özünde muhafazakâr bir politik sağduyu kodu içerisine kendilerini hapsederek, makul olanın alanından çıkmayı göze alamıyorlar. Böylece farklı siyasa önerilerinin ötesine geçen alternatif siyasal-ekonomik biçimleri hayal etmeleri zorlaşıyor. CHP’nin İkinci Yüzyıl’a Çağrı’sını neden çok daha önce ortaya koymadığı ve toplumsal bir dönüşüm hareketini seçimleri beklemeksizin neden başlatmadığı sorusunun bir yanıtı da burada saklı.
Acemoğlu, Böke ve Rifkin gibi isimlerin toplantıda işaret ettiği kurumsallaşma ihtiyacı, ekolojik farkındalıklar ve toplumsal eşitlik talepleri gerek hukuk devletinin içselleştirilmesi gerekse aktif demokratik yurttaşlığın pekiştirilmesi gibi nosyonları içerdikleri oranda, aslında toplumsal-siyasal dinamiklerde köklü bir dönüşümü gerekli kılıyor. Bu dönüşümü gerçekleştirmeye talip bir CHP’nin, endişeli muhafazakârlar, milliyetçi seçmenler vb. anahtar kelimelerle kodladığı seçmen gruplarının hoşuna gidecek politikalar geliştirmeye çalışmak ve onların hassas noktalarını uyaracak konulardan mümkün olduğunda kaçınmak yerine, bu seçmenleri alternatif bir toplumsal mutabakata ikna ederek dönüştürebilmek üzere uzun bir zaman önce kollarını sıvaması gerekirdi. Partinin, bu seçmen kategorilerini enine kesen ve yeni siyasal kimliklenme biçimlerinin önünü açan söylem ve pratikleri geliştirmeyi amaçlaması gerekirdi. Ne var ki böyle bir yola girilmedi. Bu bakımdan, sözünü ettiğimiz toplantıda sunulan dönüşüm önerilerinin gerektirdikleri ile bu toplantının zamanlaması ve parti söylemi içerisindeki konumlanışı arasında bir makas söz konusu. Anlaşılan o ki CHP, Vizyon Belgesi’ni bir siyasa önerileri toplamı olarak, seçimlerde politik sloganların altını dolduracak, kendi kadrolarını motive ederek genç kitleleri mobilize edecek bir anahtar kelimeler bütünü olarak görüyor. Kendi öncülüğünde Türkiye’nin toplumsal dinamiklerini değiştirmeye çabalamak yerine, toplumsal yapıyı verili kabul ettiği bir bağlamda sağ partilerle kurduğu ittifaklar üzerinden seçimi kazanma şansını maksimize etmeyi hedefliyor.
Erdoğan’ı yükselten toplumsal yapıyı karşısına almayı reddeden ve toplumu esaslı biçimde dönüştürmeyi hayal edemeyen bir partinin seçim sonrası tesis edeceği liberal demokratik kurumlar, söz konusu toplumsal yapı karşısında ne kadar dayanabilir? Liberal düşünürler, AKP sonrası Türkiye’sinde yaşanmasını bekledikleri göreli refah artışının bu konuda bir çözüm penceresi sunacağını düşünüyor olabilirler. Ancak beni kaygılandıran, çok daha köklü bir Müstebit-İttihatçı siyasal metronomunun ötesine bir buçuk asırdır bir türlü geçemiyor oluşumuz. Çağrısı yapılan İkinci Yüzyıl’ı, ilki ile benzer kodlar üzerinden hayal etmiyor olmamız gerekir. Yoksa ikinci yüzyıl da kendisine ikinci bir Erdoğan bulacaktır.