Walter Benjamin, Eleştirel bir Hayat

Bu yılın başlarında Walter Benjamin üzerine daha önce hiç yapılmamış bir şey yapıldı. Benjamin’in birçok metnini İngilizce’ye çeviren Howard Eiland ve Michael Jennings, ahitlere yaraşır ölçekte dev bir biyografi yayınladılar. Walter Benjamin: A Critical Life, belli ki sadece ölçeğiyle değil, niteliğiyle de bu konunun kanonu olma iddiasıyla doğdu. Bu kanonik iddia önce neredeyse 800 sayfalık ciltli kitabın materyal değerine göre ucuz bir etiketle yayınlanmasında kendini gösteriyor. Yıllardır bu kitap üzerine çalışan iki yazar (bir kitabın iki yazarlı olmasının zorluklarını düşünün; ele alınması, tartışılması, karara bağlanması gereken onca ayrıntıyı, fikir ayrılıklarını, tavizleri, olası sürtüşmeleri) şimdi herhalde yapıtlarının umdukları kanonik konumunu sağlama almak için yoğun bir akademik turneye çıkmışlar. Geçtiğimiz günlerde sadece Berkeley ve San Fransisko’da beş günde beş uğraklı bir programa giriştiler. UC Berkeley kampüsünde, San Fransisko’da Goethe enstitüsünde, Çağdaş Yahudi Müzesinde, San Fransisko Sanat Enstitüsünde ve ünlü City Lights kitabevinde eleştirel teori, Benjamin ve tabii kitapları hakkında konuştular.

1900’lerin Berlin’inde hali vakti yerinde Yahudi bir ailenin çocuğu olarak yetişen Benjamin, aynı zamanda hem Alman İmparatorluğu’nun hem de başdöndürücü bir hızla serpilen kentli kapitalist modernitenin çocuğuydu. Ülkesini I. Dünya Savaşı’nda terk edip İsviçre’ye gittiğinde henüz ergen sayılırdı. 1933’de başlayan yedi yıl sürecek ikinci sürgünlüğünün ise geri dönüşü yoktu.

Eiland ve Jennings  20. yüzyıl başlarındaki bu melankolik figürün hayat hikayesini anlatmakla kalmıyor, ölümünden yetmiş yıl sonra hala okurlara bu denli güçlü hitap edebilmesinin gerisinde yatan nedenleri ortaya seriyor. Biyografide Benjamin’in erdemleri ve zaafları karşımıza çıkıyor. Bir yandan keşiş yalıtılmışlığında yaşayıp çalışmasını, mutlak bir yalnızlığı tercih etmesini, bir yandan da yalnızlıktan şikayetini, maceraperestliğini, kösnüllüğünü, keyif verici maddelere olan ilgisini ve kumar tutkusunu, bir yandan  güçlü mizah duygusunu ve pırıltılı neşesini, bir yandan kafasından hiç atamadığı intihar fikrini ve yakıcı melankolisini izliyoruz. Benjamin hem karşımıza 19. Yüzyıldan kalan güngörmüş kentli edebiyat adamı olarak, hem de sinema ve radyoyla ilgilenen, Dadacı ve konstrüktivist akımlara meyleden modern ve avant-garde bohem olarak çıkıyor. Onun anarşizmden komünizme, geniş bir Marksizm kavrayışına, oradan da angajmansız, dışarlıklı bir solculuğa evrilen politik tavrının nasıl olup da nihilizmle ve mesihçilikle kesiştiğini görüyoruz.

Birbirleriyle amansızca çatışan bu uçlar bize içine doğduğu dünyanın tüm çelişkilerini kendinde barındıran, ele avuca gelmez, robot resmi çizilemeyecek bir karakter sunuyor. Bu karakter, biyografide hem ailesi ve yakın çevresiyle, hem de Gershom Scholem, Ernst Bloch, Kracauer, ve Adorno gibi entelektüel diyaloga girdiği yakın arkadaşlarıyla olan ilişkileriyle, mektuplaşmalar ve çevresinin tanıklıklarıyla ortaya çıkıyor.

Çok katı bir kronolojiyi izliyor bu biyografi. Metinlerini biçimlendirdiği anın gündelik gerçekliklerine odaklanıyor. Önemli yapıtlarını hangi entelektüel ve tarihsel bağlamda kaleme aldığını ortaya koyuyor. Böylece Avant-garde montaj ilkelerince düzenlenmiş düşünce imgeleri (Denkbild) tarzı yazı üslubunun belirsizleştirdiği tavrını açıklamaya çalışıyor.

Örneğin 1929’da Benjamin’in yapıtlarında çok daha belirgin bir Marksist eğilim ortaya çıktığı vurgulanıyor. Bu dönemde Benjamin’in kaleme aldığı Proletaryan Çocuk Tiyatrosu için Program metninden bu öneriyi destekleyen kanıtlar gösteriliyor, bu yargı için Scholem’in tanıklığına başvuruluyor ve nihayet bu yeni güçlü eğilim, Benjamin'in hayatını çevreleyen diğer figürlerle, kısmen Letonyalı sevgilisi Asja Lacis’in etkisiyle, kısmen entelektüel ilişkilerini derinleştirdiği Adorno ve Horkheimer ile ve özellikle de Bertolt Brecht ile kurduğu, 1929 Mayıs’ın da başlayıp hızla derinleşen dostlukla açıklanıyor (s. 320-21). Çok etkili, kesinlikle iddialı, biraz da riskli bir yöntem.

Kitapta ima edilen bir dedikodu, hem ne kadar iyi belgelenmiş olursa olsun biyografi yazmanın, hem de böylesine bir işe iki kişiyle girişmenin zorluklarını ortaya koyuyor. Rivayete göre Walter Benjamin ile Adorno’nun eşi Gretel arasında özel bir ilişki vardır. Üstelik bu ilişki nedeniyle Adorno, belki de karısını kendisinden çalacağı endişesiyle Benjamin’in zamanların en kötüsünde Avrupa’yı terk edip Amerika’ya sığınması meselesinde gönülsüzdür. Seminerde anlaşılan, bu meraklı ayrıntıda yazarlar hem fikir değillerdi ve Eiland’ın itirazlarına karşın bu ima sonunda kitaba girmişti. Seminerin yöneticisi Martin Jay, konu ne zaman Benjamin’in yapıtlarından özel hayatın bulanık alanlarına dağılsa, başka bir Benjamingil kavramı ya da yaklaşımı, onun deneyimle, bellek ve tarih kavrayışıyla kurduğu ilişkiyi masanın üstüne koyup tartışmayı toparlıyordu. Yine de bu ayrıntı meraklı gözler önünde kendine yer açtı.

Ertesi gün Jay’in tarih bölümündeki ufacık odasına gittim. 70 yaşındaki bu adam her ne kadar görüp görebileceğiniz en alçakgönüllü insan olsa da, bir ziyaretçisi olduğunda kitaplarla ve eşyayla dolu bu odaya güç bela sığıyordu. Hele laf ortasında bir kitap göstermek istese, manzara iyice tuhaflaşıyordu. Kitaplara erişebilmek için yaşlı adamın ayağa kalkıp arkamdan dolanması gerekiyordu ama kapıyla benim aramda yeterince yer olmadığından ayağa kalkıp sandalyemi biraz içeri çekmem, yüzümü ona doğru dönüp biraz da iki büklüm olmam gerekiyordu. Profesör raftan çektiği bir kitabı bana gösterdikten sonra bir dansın son hamlesi gibi uyum içinde karşılıklı dönüyorduk, ben bir reveransla sandalyeme çökerken o yerine geçiyordu. Bir başka kitap söz konusu olduğunda hiç erinmeden yine aynı koreografiyi yineliyorduk.

Laf bir ara bu biyografinin iki yazarını ayrı düşüren o dedikoduya geldi. Benjamin'in durumunda yüzyıl sonu düşkünü Allen Poe’yu hatırlatan birşeyler vardı. Hatta yazarın böyle bir düşkünlük döneminde çaresiz aşk mektupları yazdığı kadının kocasının sırf Poe’ya biraz iyi geleceğini düşündüğü için eşini mektuplara cevap vermeye teşvik ettiğini okumuştum. ‘Bu konu biraz karanlık, Gretel’le ilişkilerinin çok yakın olduğunu biliyoruz. Ötesi bilinmez ama Benjamin’in özel hayatı böyle dedikoduları makul kılacak ayrıntılarla dolu’ dedi. ‘Kendine pek iyi davranmazdı, arkadaşlarına da. Kumar alışkanlığı çok yıkıcıydı. Bir değil bir çok defa arkadaşlarının karılarına aşık oldu. Kimi zaman reddedildi, kimi zaman arkadaşlarını yitirdi. Üçlü ilişkilerin karmaşasını seviyordu neredeyse. Uyumsuz bir tarafı vardı, uyum sağlayamıyordu, sanki hep bakılması, kollanması, desteklenmesi gerekiyordu...’ Dilimin ucuna Tutunamayanlar geldi. Söyleyemedim. ‘Evden uzakta olmak, insanın ana dilinden kopması, en sağlam bildiği referanslarının geçersiz kalması demek. Kolay iş değil. Benim şansım ana dilimin lingua franca olması. Senin durumun daha zor’ demişti bir kaç dakika evvel. Peki ama o zaman Jules ve Jim gibi mi? ‘Aynen öyle. Zaten yarı otobiyografik bir roman o. Esinlendiği üçlü ilişkinin bir ayağı Franz Hessel de Benjamin’in en yakın arkadaşlarındandır. Beraber Proust çevirmişler (İşte, biyografide mektuplaşmalarına yer verilmişti). Dünya üç kişi için küçük demek.

 

Eiland, H. Ve M. W. Jennings, Walter Benjamin, A Critical Life, The Belknap Press of Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts; Londra, İngiltere, 2014. 755 sayfa.